23 Aralık 2013 Pazartesi


Kendi hüznüyle kavrulan çocuk.

 

Televizyonda sergilenen yetenek yarışmasında boy gösteren küçük çocuklardan sonuncusu, sahneye çıktığında  yeni girdiği on iki yaşına karşın elbisesinden, sözlerinden ve rol modeli seçtiği belli olan taşralı arabeskçi tavırlarıyla acıklı bir duruş yansıtıyordu.

Üç kişilik yarışma jürisinin kendine yönelen takdirlerden doğan heyecan ve gururla, kendi sesiyle oluşturduğu acılı atmosfere yenik düşen ve ağlamaktan şarkıyı da kendi sözlerini de tamamlayamayan gerçek bir küçük çocuğa dönüştü.

Kendi sesiyle oluşturduğu hüzün atmosferinden en önce kendisi etkilenip  ağlayan bu çocuk, aslında yetenek keşfi diye buralara çıkarılan çocukların ağlanacak halini özetliyordu.

Arkasına  takılan aile fertleri, kendisini  seyrettiklerini bildiği okul arkadaşları, öğretmenleri ve de sahnede eşlik eden menejeri kapsayan kalabalık bir destekle ünlüler alemine dalmaya aday bu küçük, belki de çocukça yaşamasını önleyen tüm engellere ağlıyordu.

Çocuğa iyilik yapıyorum diye sattığı mendili almaya kalkanlarla aynı ölçütsüzlüğü ve aymazlığı taşıyan seyirci çoğunluğu da, gecenin en yüksek puanını vererek gerekeni yaptığını düşünüyor olmalıydılar.

İlk etaba göre daha başarısız bir performans sergilemesine karşın onu gecenin birincisi yapan bu ölçütsüz oylamayla, aslında çocuğu çocukluğundan koparma ilanı gibi gerçekten ağlanacak bir durumu gösteriyordu.

Yeteneklerinin keşfi diye ortaya çıkarılan ve anlamlandıramadıkları ilgilerle baş tacı edildikten sonra çoğunlukla yeteneğini geliştirici destekler almadan yine anlamlandıramadıkları ilgisizliklere itilen bu çocukların durumu, gerçekten ağlanacak nitelikte. Çünkü çocuğu değil, çocuk varlığına yönelik sevgi ve sempatiden parsa toplamayı amaçlayan, insan ve çocuk hakları kavramının önemini kavramayan toplumların ortak aymazlığıyla oluşan bu tutumlar, telafisi mümkün olmayan çocuk hakkı ihlaline ve istismarını yansıtıyor.
Sevgi Özkan

18 Aralık 2013 Çarşamba


“Gök Gürledi Evladım.”

 

Eşler arası ayrılığa varan çözümsüzlüklerin, karşı tarafı ortadan kaldırmak gibi benimsenmesinde eskiye göre arttığı görülen kadın öldürmenin etkileşim alanları genişliyor.

yaşamlarındaki sorunları konuşmak yerine kavga ve küfürle giderme tavrını, eş konumunda da sürdüren kimi erkeklerde aile sorunları kavga ve öldürmeyle sonlandırma eğilimi gittikçe artarak neredeyse bir göreneğe dönüşüyor.

Toplumun kaçınılmaz rol modellerine dönüşen yönetimdekilerin, insani iletişim biçimlerine dokunulmazlık kazandırdığı davranış örnekleri, konuşma ve tartışmadan çok küfürleşme ve dövüşme hatta silah bile çekme biçiminde gerçekleşince, aile ilişkilerinde de baş vurulan otomatik bir çözüm modeline dönüşebiliyor. Son zamanlarda politik çatışmaları tetikleyen şiddet yatkını iletişim politikaları toplumun gündemini yönetmekten öteye insan ilişkilerini de etkileyen önemli bir etmen oluyor.

Karısıyla sorununu kurşunla sonlandıran aile reisi, yan odada uyuyan üç çocuğundan silah sesine uyanan ve bir gürültü duyan büyük oğlunu gök gürledi diyerek odasına gönderen bir eş ve baba figürü, sorun çözme algısında gelinen noktayı çok güzel özetlerken, aynı zamanda anasız bıraktığı ve yaşamlarını kararttığı çocuklarının şoke olmasını önleyen bu pedagojik hassasiyet(!) pek çok düşündürücü noktayı ortaya çıkaran bir ifade.

Karısını öldürme zorunda gören bu aklın, çocuklarını kollamayı da ihmal etmeme çelişkisi aslında sorunun suç teşkil eden yanında kendini haklı bulduğu için davranışlarına kılıf oluşturmanın zihinsel paradoksunu da iyi yansıtıyor.

Sevgi Özkan

14 Aralık 2013 Cumartesi


Herkes Doğuştan Psikolog, Doğuştan Sosyolog Olunca(!)….

 

Günlük konuşmalar, sık kullanılan psikolojik, sosyolojik nitelemesine dayalı analizleri de yansıtır.

Herkesin kendini doğuştan psikolog veya sosyolog yerine koyduğu bir toplumda, sosyal bilimlerin öneminin yeni yeni anlaşılması, ve ülke yönetimine genellikle mühendislerin talip olması kaçınılmaz gibi olmuştur.

Burada dışlaşan en önemli yargı, psikoloji nitelemesi yapan ne kadar psikologsa, sosyoloji nitelemesi yapan da o kadar sosyolog yerine konulduğundan, ayrıca psikoloji veya sosyolojiye çok da ihtiyaç olmadığı sanılgısıdır.  

Eskiye göre şimdilerde, toplum gözünde değer kazanan Psikoloji de, yine eskiye göre dikkatleri yeni yeni üstüne çekmeye başlayan sosyoloji de, bu nedenle verilmesi gereken öneme sahip olamamışlardır

Bireysel ve toplumsal sorunların çözümü, komşu / arkadaş çevresine dayalı paylaşımlar ve  kahvehane sohbetleri üzerinden niteliksel olmaktan çok niceliksel okumalara dayalı değerlendirmelerle çözülmeye kalkıldığından, insani sermayenin gelişimi de, bu doğrultuda biçimlenmiştir.

Günümüzde bilişsel gelişmelerle hızla değişen bilimsel verilerin sunduğu artı ve eksilerin iyi değerlendirilmesi, yaşamsal bir önem kazanırken, yeniden yapılanan sosyal ve fen bilimsel verilerin de, dikkate alınmasına ihtiyaç duyulması gerekiyor.
 
Yoksa toplumsal sorunlarda sosyolojik duruma dikkat çekenlere biz de sosyoloji biliyoruz diye kızan ve de denizler arası kanal açmanın bilimsel sakıncalarını saptayan verileri ise yok sayabilen politik zihniyet yönetimi, toplumda ne sosyal bilim bilinci bırakacak ne de fen bilinci. Hepsi doğuştan bilenlere havale edilecek.
 
 
Sevgi Özkan

 

5 Aralık 2013 Perşembe


OECD deki Öğrenci Karnemiz

 

OECD ülkelerinde 15 yaş karşılaştırmalı öğrenci değerlendirme Programı PİSA raporunda 2012 yılı sonuçları açıklandı.1999 yılında

Zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıyla başlayan yükselmenin artması sürse de 65 ülke arasında hala 42, 43 ve 44.sıralarda yer alması ve bir önceki dönem değerlendirmelerine göre özellikle matematikte yerinde saydığı görülüyor.

Geride kalışımız, eğitimin içeriğinden mi uygulama biçimlerinden mi?

Geriden ilerlerken, ilerleme de geri kalmaya başlamak başarı sayılabilir mi?

Kendi içinde ki ağır ilerleyiş ve ilerlemeyiş kadar genel tablodaki yer, özellikle eğitimin içeriğiyle uğraşmanın gerektiğini gösteriyor. Oysa sorumlular, kendi siyasi hedefleri doğrultusunda biçimsel değişimlerle uğraşma kaygısından eğitimin özünü önemseyip gerekenleri önemsemiyorlar. Bakanlar değişiyor, kurumlara el atılıyor, bazıları kaldırılıyor ama temel paradigma değişmediğinden arayı kapatmak mümkün olmuyor.

Belli ki geriden ilerlemek kendi içinde başarı gibi görülse de ileriye ulaşmayı sağlamıyor. Gerçekten yerinde sayılıyor.

Sevgi Özkan

 

3 Aralık 2013 Salı


Meğer Kavganın Tarafları Çoktandır Birbiriyle Uğraşıyorlarmış

Yaşadıklarımız neymiş anlamak için epey veri birikti.
Dışarıda kalanlar için yaşanırken sezilse de tam anlaşılmayan pek çok olay, karşıda yekpare bir taraf gibi duranların birbirlerine düşmesiyle aydınlanmaya başladı.
Kavga yetki paylaşımı mı, yapılan hataları birbirire fatura etme mi, tam anlaşılmasa da bir türlü durulmuyor.

Tepedekilerden başka alttakilerce de, epey sert yürütülen bu hesaplaşmada, bu grupların dışında kalanlarca yaşanırken asla demokratik ölçütlerle değerlendiremeyecek pek çok tutumun aslında birbirlerini kollamak için gerçekleştirildiği de öğreniliyor.

Birbirlerine yazdıkları metinlerle her iki yan da, kendi haklılıklarının ispatı için öyle
şeyleri hatırlatmaya kalkıyorlar ki!...

Arada kalanlar, iki tarafı da tekrar eski hale getirme isteğiyle geçmişteki dayanışmaları örnekleyince, bu birleşimin dışında kalanlarca yaşanırken şaşkınlık yaratan pek çok olgunun nedeni de iyice anlaşılmış oluyor.

En çarpıcı örnek iktidarın kalemşör çiftlerinden birinin gazeteler üzerinden paylaştığı mektubu. Arabuluculuk için kolları sıvayan bu kalemşör mektubun içinde kimin neye göz yumduğunu üstü kapalı hatırlatırken anti demokratik sayılacak pek çok tutumun nedenini de iyice açık ediveriyor. Ediveriyor çünkü neyi ifşa ettiğinin pek de farkında değil.

Yönetimce öznesi belirsiz meydan okumaların muhatabının legal muhalefetten çok başka odaklar olduğunu düşünenler, zaten yanılmadıklarını anlamış olarak acı acı tebessüm ediyorlar. Olan bitenin sadece büyük bir komplo olduğunu düşünme alışkanlığı gerçeği her zaman ki gibi saptırıyorsa da örtemiyor.

Sevgi Özkan

27 Kasım 2013 Çarşamba


Ben Oyuncak Değilim

 

Cumhuriyet gazetesinde çocuğunla boğuşan Kanadalı ünlü bir komedyen babanın görüntülerinin seyredenleri ikiye böldüğü yazıyor.

Yer ve zaman fark etmiyor. genellikle bazı babalar, bebekleri top gibi havaya atıp tutar ki son derece riskli bir şey, bazıları da yatağa fırlatır.

Bebeklerin oyun objesi olmadığını anlamaları vakit alıyor ve çocuklarda beyin sarsıntısı dahil pek çok hasar oluşuyor.

Aynı akıllar, çocuklarını rakı ve sigara içmeye veya silah tutmaya da zorluyor.

Çocukların insan olarak saygı duymaları, hakları olduğunu kavramıyorlar. Eşlerini de algıladıkları türden kendilerine ait bir mal sanıp, sevgi diye bu tür tehlikeli hareketlerde asla sakınca görmüyorlar.  Böyle gelişmemişlerin yavrusu olmak büyük şansızlık ama daha da beteri, yine çok yakında ülkemizde kendi çocuklarını uyuşturucuya alıştıran uyuşturucu satıcısı bir babanın olması. Başkalarına sattığı malı kendi çocuklarına da kullanması, yaptığı şeyin zararlı olmadığı aymazlığını işaretliyor olsa da, daha da vahim ama hepsi aynı gelişmemiş kafanın çeşitlemeleri. Bu babalar azınlıkta olmadıkları için en iyisi bebeklere “Ben Oyuncak Değilim” önlükleri takmayı adet haline getirmek.

Çocuğun bebeklik dönemi haklarını hatırlatmak, öğretmek ve korumak için iyi bir uyarı olabilir.

Sevgi Özkan

20 Kasım 2013 Çarşamba


Bugün Günlerden Ne?

 

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları ve de Felsefe Gününü, yılda bir kezden ne çıkar demeden, haklar ve düşünme kavramlarına kafa yorarak geçirmeye ne dersiniz?

Çeşitli konuları dikkat alanına sokan Dünya günleri, çeşitli sorunlarla boğuşurken hatırlayamadığımız ve önceliklerimize girmeyen pek çok temel sorunu insanlara eş zamanlı hatırlattığı için önemli.

Politik çekişmelerin kapladığı dikkatlerin, tekil sorunlar olarak yaşayıp unutulanların yıl da bir de özel olarak hatırlatılmasının reddedilecek bir yanı yok.

Bu günlerin konularla ilgili olarak akılları yeterince dürtüp dürtmemesi değil, sınırlı günlerde dert edilip geçilmemesi gerektiğini de algılatması önemli.

Sevgi Özkan

9 Kasım 2013 Cumartesi


Çocuk gelin ve imam nikahlı ilişkileri muhafaza edebilenler, uygar ilişkilere allahmuhafaza mı diyorlar.

 

Her gün kocaları tarafından çocuklarının gözü önünde öldürülen kadınları,

başına bela gelmeden yaşlı adamlara paketlenen çocuk gelinleri,

bir arada olmak için imam nikahını yeterli sayanları yaratıp  

muhafaza eden toplumumuz, kadın erkek birlikteliğinin en uygar şeklini reddedebiliyor insanca bir arada olma uygarlığını gösteren gençlerin ahlak bekçiliğine soyunmaya kalkabiliyor.

Genç cinselliğinin doğasını da neredeyse suç haline getirici bu tutumlar, gençlere kadın erkek ilişkisinden ne anlamaları gerektiğini anlatmak için milleti ihbar görevini yüklemeyi de ahlak sandırmaya çalışıyorlar.

Karşı cinsi normal tanıma yollarını sağlayan dostluk ve arkadaşlığı engelleyen ve birbirine en ufak yanaşma ve tanıma olanağını tehlike sayıp önleyen bu tutumlar, çocuk ve insan olma hakkı hiçe sayılıp eğitimini tamamlamadan anne yapılan çocukların, imam nikahları veya yaş büyütmeli resmi nikahlarını normal sayabiliyor. Her gün en az iki kadının kocalarınca pervasızca öldürüldüğü mutsuz, tatminsiz, eşleri düşman haline getiren evli beraberliklerin evlilik kutsallığına nasıl darbe indirdiğin ortadayken, gençlerin davranışlarını göz ve ev hapsine almakla ne muhafaza ediliyor.
Sevgi Özkan

6 Kasım 2013 Çarşamba


Yaşam tarzı sınırlarımızı namus bekçileri mi koruyacak?

Kadınların yaşamı üzerinden yürütülen savaşanlarda kadının başını kapatma özgürlüğü(1) ile yetinmeyenler cinsiyet bekçiliğinin sınırlarını genişletiyor.

Bireysel özgürlük derken bireysel tercihlere sınır çekmeyi demokratlık sananlar, kadın bedeninin sınırlarında dolaşmaktan kolayca vazgeçemiyorlar.

Bu iş, devlet gücüyle bekaret kontroluna kadar gideceğe benziyor. Ne yapacağına kendi karar versin diye savunulan özgürlük anlayışı, başını kapatma özgürlüğü (!)yle yetinilmeyip nerede kimle nasıl yaşayacak özgürlüğünün sınırlarını çizmeye doğru yol alıyor.

Kadının namusunu cinsiyetinden öte algılamayan erkekler dünyasının yönetim gücü eline geçirdiğinde onu zaten yaşatmadığını, yaşatırsa da kendi çizdiği sınırlarda yaşamaya zorladığı her gün öldürülen kadın yaşamlarında görülüyor.

Bu mantığın devlet yönetim gücüyle insan hakkı olarak kadının yaşam sınırlarını daraltan uygulamalar, siyasi güçler arası muhafazakarlık yarışına dönmeye başladı.    

Demokrasi üzerinde ileriye giden yolda geriye dönmeye dönüş değil, düşüş deniyor.
Sevgi Özkan

 

4 Kasım 2013 Pazartesi

Erkekler neden karışmamalı
 
Ahmet Hakan, Türban konusuna neden erkekler karışmayacakmış bana anlatsınlar diye sorunca ben de aşağıdaki mektupla anlatmak istedim. 
 
Türban sorununa niye erkekler karışmayacakmış diye dün sorduğunuz için bu konuda durum analizi yapmakla taraf tutmak arasındaki farkı göz önüne almalı diye bir cevapla başlamak istiyorum.
Önemli bir simgeye özellikle dönüştürüldüğü için dönüşen bu konunun etkileşimlerini uzaktan anlamak ile bizzat yaşamak arasındaki farka dikkat etmiyor olmalısınız.
Bu konuda empati yapabilmeniz için eğer Başbakan, bazı Müslüman devlet başkanları gibi milli veya dini kıyafeti dinim gereği, özgür seçimim diye tercih etseydi bu gün geldiği yere gelebilir miydi ve gelirse erkelerin büyük çoğunluğu bu kıyafetin dışında kalmayı tercih edebilir miydi diye sormak istiyorum. O zaman kişisel seçim dediğinizin hangi dinamiklerle yaratıldığını ve bireysel özgürlüğün politik alanlarda nasıl biçimlendiğini daha iyi örneklemiş olurum.
Başı açık olanların etrafını saran bu örtünme baskısı onların alanını daraltınca sizleri birey olarak zorlamayacak bu konuda ahkam kesen erkekler hangi gücünüz veya söyleminizle bunu önleyebileceğinizi veya herkes kendi gibi olsun demeye devam edeceğinizi düşünüyorsunuz.
Sorun, ayrımcılık değil, bireysel tercihlerin çeşitli toplumsal baskılarla gerçekleşmesinin önlenmesinde gerekli özgürlüğün gösterilmesinin engellenmesi sorunu.
Başı örtülülerin eskisine göre çoğaldığını ve bunun bir inanç gereğinden çok inanç modası halinde etkileşim yarattığını hep birlikte yaşayarak görüyoruz. Aksi takdirde daha önce yurdumuzun başı açık kadınları inançsızdı sadece şimdi kadınlar hidayete eriyor dememiz gerekecek.
Örtünmenin artmasında en yakın baskı eşlerin veya aile erkeklerinin işlerinin iyi gitmesi için ölçü yapılır hale gelmesi ve bu anlamda bir sembol olmasından ayrıca kentlere göçle gelen kadınların namusluluğunu ispat kaygısıyla köyünde örtünmediği türde kapanmasından kaynaklandığı bir gerçek.
Yani bir kadının başını örtmesi onun inanç ve kişisel tercihinin dışındaki faktörlerle  de gerçekleştiğini görüyoruz. O zaman birey olma kültürünün yaygınlaşmadığı toplumlarda herkesin bir adamın ağzından çıkan emirlere göre hizalandığı bir yönetimde erkeklerin bu işe karışması da çoğunlukla bu doğrultuda oluyor. Yani çoğunluk durum analizi yapmak için bu konuya değinmiyor. Öte yandan bu baskıları kıramadığı için başının örtmek durumunda kalan kadınlar, bireysel tercihten çok, konumsal zorlamalara uymak zorunda kaldıkları için bunalsalar da seslerini çıkarma olanağına sahip olamıyorlar.
Kısaca mahalle baskısında en önemli dinamiği şu veya bu biçimde erkekler oluşturuyorsa kadının başını örtmesine onların karışmaması çok isabetli olur.
Biz kadınlar azınlıkta kalacak çekişmeler dışında kendi aramızda birbirimizi yadırgamayız ve  küçümsemeyiz ama erkekler bu konuda biçimleyici olması (ki en güzel örnek Emine Erdoğanın ağabeyi tokadıyla örtünmeye başlayıp benimsemesidir) konunun en can alıcı noktasını oluşturuyor.
Tarhan Erdem’in 2010 yılında araştırmacı kimliğiyle örtünme konusunda kamusal alan sınırı kalkarsa hiçbir kadın sokağa başını örtmeden çıkamaz öngörüsü, durum analizi olarak bazı gerçeklerin altını çiziyor. Aynı konuda Şerif Mardin’in mahalle baskısı endişesini de sayabiliriz. Bunlar sosyal bilimsel öngörüler olarak üzerinde düşünülmesi gereken noktalar.
Şu anda bazı sınırlar henüz korunuyorsa da yakında o da kalkınca biz başı açık kadınların var olma savaşını siz yine oturduğunuz yerden kim haklı kim haksız diye inceleyeceksiniz ama biz çok zorlanacağız.  
Toplumumuzda hep sonradan hesap görme ve suçlular yerine o anda ele geçenler üzerinden hesaplaşmayı adalet sanma yanlışlığı yaşandığı için rövanşist tavırlarla davranacakların çoğunlukta olacağı ve toptancı ve rövanşist eğilimlerin vahşi gücüne yenik düşmeyecek bir kamuoyuna sahip olmadığımızı hatırlatmaya gerek var mı bilmem.
Başı kapalılık veya açıklık kadınların kendi seçimi olmasına biz de çok çalıştık ama gelinen yerde denge tüm kadınların aynı formata girmesi ve egemen formatın başı kapalılık olması doğrultusunda ilerleniyor.
Başını aynı anda örtme kararı alan AKP'li milletvekillerinin ilk gün üç kişiyken beş kişi olmaları daha sonra başı açık tek bir milletvekili kalmayana kadar gideceğe benziyor.
İstanbul Belediye başkanlığı yapmış Ali Müfit Gürtuna’nın eşi sonradan kafasını açarak kendi istediği özgürlüğe kavuşmuştu. Ama bugün eğer isteseler Emine hanım ve Hayrünisa hanım kişisel olarak başlarını açabilme şansına sahipler mi acaba?
Neden değiller? Başı açık olmak dinsiz olmak anlamında yorumlandığı için mi?
O zaman bu baskının ağırlığını arttırmak herkesin başını örteceği ve açacağı yere zorlanmak olmamalı.
Bu durum da, asla dinsel tercih ve özgürlükle alakalı bir gelişme göstermiyor.
Şu anda gidiş herkesin birlikte yaşayacağı bir düzenden çok gücü eline geçirenin kurallarıyla yaşanacağı bir düzene doğru daha hızlı bir kayışı işaretliyor.
O nedenle normalleşme şartına siz erkekler ve ölçüleri ve de politik stratejiler karışmamalı.
 
 
 
Sevgi Özkan 
 
 
 
 
 
 
 
 



28 Ekim 2013 Pazartesi


ŞANSIN VARSA BİLİRSİN EĞİTİMİ

Okullarda sözlü sınav kalkıyor, yerine performans değerlendirmesi konuyormuş.

Performansların neye göre ölçüleceği önemli bir konu.

Sözlü sınavlar biraz da okuduğunu anlayıp ifade etmeyi ölçümlediğinden bu konuda zaten geride kalan çocuklarımızın daha da gerileyeceğini söyleyebiliriz. Uluslararası akranlarına kıyasla okuduğunu anlamakta gerilerde kaldığı PİSA gibi karşılaştırmalı ölçümlerle ortaya çıkan orta öğrenim öğrencilerimizin, ifade yeteneği de iyice körelecek demektir.

Ders çalışma ve bilgilenme zincirinde bilgiyle ilişkisi kesip yapıştırma pratiğinden öteye geçmeyen öğrencilerin performansı nasıl ölçülecek?

Sınavda kopya çekme çabası başlı başına bir performans olduğuna göre başarı, yıldızlı kopyacılık olarak mı değerlendirilecek.

Toplumumuzda konuşma yoluyla iletişim kurma becerisinin büyük oranda sövme ve dövme becerisiyle yer değiştirdiği ve okuduğunu anlamak şöyle dursun kendisiyle aynı şeyi söylediğini bile anlamadan karşısındakiyle kavga edenlerin rol modeli ve egemen olduğu görülürken, ifade ve iletişim yönünden performans ölçümü de en iyi söven ve dövene mi verilecek acaba?

Ezbere dayalı, test ölçümlü bilgilenme sisteminde eğitilen nesillerin bilgi ile ilişkisinin nasıl olduğu, bilgi ölçmeden genellikle para kazanma niyetiyle katılınan TV yarışmalarında, aslında bilgi kadar düşünme ve muhakeme yeteneği üzerinden de gayet açık görülmekte.

Bilmemenin şansla telafi edilmesi, bilginin devamlı öğrenme isteyen bir performans olduğunu da unutturmakta. Şansı olan biliyor değil kazanıyor sonucunu bilmeden kazanmaya soyunmanın da pek ala geçerli olduğunu yaşamın diğer alanları gibi buradan da gençlere
gösteriyoruz.

Sevgi Özkan  

23 Ekim 2013 Çarşamba

Cevabını Öğrendiğin Soruyu Hatırlama Başarısı!
Google çağında bilgiyi bilen değil düşünen insana ihtiyaç var.
Genel kültür bilgilerinin bilgi yarışmalarıyla eğlencelik hale gelmesi bu yarışmalara yönelimi arttırıyor.
Çoğunluğunu test kültürüyle büyüyen ve merkezi eleme sınavlarında yüksek puanlarla ünlü üniversitelere giden veya mezun olanların oluşturduğu bu yarışmacılar tüm bilgi sermayelerini paraya çevirmeye çalışıyorlar. Bilmekten çok, çoktan seçmeli test kültürünün kazandırdığı becerilerle bilgiye ulaşmaya yatkın olsalar da çok önemli ve temel bilgilerdeki şaşırtıcı bilgisizlikleri şaşırtıcı.
Katılımcıların büyük çoğunluğunun para kazanma amacıyla yönlendikleri bu yarışmalarda aslında bilgi değil hatırlama becerileri yarışıyor. Bilmek için atıp tutma denemelerinde tutturmanın bilgiden çok şans faktörüyle açıklanarak avunulması olayın hangi şartlarda kotarıldığını da gösteriyor
Yenilerde büyük bir parasal hedefle sunulan ve  cevaplarıyla kitap halinde yayınlanmış onbin soruyu hatmedenler üzerinden gerçekleşen bilgi yarışması tam da bu durumu yansıtıyor.
Test çözerek defalarca öğrendikleri soruların süreli zamanda cevaplanmasına alışan nesiller, önceden cevaplarını öğrenecekleri ve ana sermaye olarak kullanıp para kazanacakları bilgileri bilmeye talip oluyorlar.
Ortaya bilgiyi bilmekten daha çok cevabını öğrendiğin bir soruyu belli sürede hatırlamakla ilgili bir beceri çıktığından konunun bilgi sahibi olmakla alakası iyice tartışılır hale geliyor.
Ezber ve test kültürleriyle büyüyen ve uluslararası ölçümlerde okuduğunu anlamamak üzerinden derece yapan nesillerin bu yarışmalardaki başarıları neyin başarı olduğunu düşündürüyor.
Eğitim yaşamları boyunca test çözme için deshanelerine harcanan paranın geriye alınmasından doğan bir kazancın söz konusu olduğu ndan bu tür yarışmaların izleme ve katılma yatkınlığı gösterenlerin büyük bölümünde bu bilgilere sahip olma isteği oluşturması belki de bu yarışmaların tartışılmayan yegane olumlu yanı.
Önemli olan para kazanmak için bilgi edinmenin bilgi çağının gerekli kıldığı bilgiyle karıştırılmaması. Zira bilginin insan zihninin inşasındaki önemini kenara iten bu tür bilgili olma hevesi, insanların ansiklopedik bilgiye bir tıkla ulaştıkları günümüzde düşünme üretme açısından bilgilenmenin önüne geçmemeli
Okuyan insan para etmez yargısını bilgi alıp satma kulvarı üzerinden paraya çeviren bu yarışmalara bilme merakını dürtmesi açısından yine de razıyız.
Sevgi Özkan (Sosyolog)

 

18 Ekim 2013 Cuma


KÖRLÜK TRENDİ

 

Cephesel düşmanlıklarda sorun, yanlış kişileri düşman algılamaktan çıkıyor. Vitrindeki sanıp içerden satın aldığının yanlış mal olması gibi.

Bu satış hilesi aslında algılardaki toptancılık gerçeğine dayanıyor.

Sunum hileleri görülene kadar satış çoktan gerçekleşince eldeki yanlış mal çoktan suçluya dönüştürülmüş oluyor. Eski Askeri darbelere kızıp toptan karalama gözlüklerinin kurbanı olanların masumluğu nedense görmezden gelinebiliyor. Moda halinde benimsenen CHP düşmanlığı ve eleştirisinde yapılanlar da, aynı kara gözlük körlüğünü yansıtıyor. Yıllar öncesi bugüne daha dün olmuş gibi taşınıp eldeki zanlıların suçluluk delili olarak kullanılınca kendi düzmecelerine kendileri inananların dünyasında hak ve adalet aramanın anlamı kalmıyor.
Gerçekleri görmeme modası yaygınlaştıkça, suçlu ararken tosladığı herkesi gerçek düşmanı sananlar da rahat rahat kendilerini doğru sanmaya devam ediyorlar.
Gafletin böylesi, körlük modasını trend haline getiriyor.
Sevgi Özkan

13 Ekim 2013 Pazar


Su Samurları kadar bağlı değiliz birbirimize.

Su samuruyla ilgili bir şey duysam şaşırırım.

Su üstünde arkası üstü yatarak göğsünün üstüne koyduğu bir yassı taş üzerinde deniz kestanesini başka bir taşla kırarak yemelerinden, annelerine düşkün olmalarına kadar pek çok hasletle donanımlı bu sempatik yaratıkların, son olarak suda birbirlerinden kopmamak için el ele tutuşarak uyuduklarını öğrendiğimde yine öyle oldu.

Suyun akıntısına karşı uyurken birbirlerinden kopmamak için el ele tutuşmaları çok hoş.

Belki annelerine bağlılıkları da buradan geliyordur. Eski bir dostumuzdan su samurları bile annelerinden bizden önce ayrılıyorlar dediğini hiç unutmama ve hala komik gelir. Gerçekten de annelerinden kopabilme becerisi canlılar açısından önemli bir ölçü olabilir.

Bağlılık ve el ele verme yönünden bırakın uyurken insanlar artık ayakta ve uyanıkken bile beceremiyorlar sanki.

Bu sevimli canlıların ömürleri de on iki yılmış. Böyle değerlendirilmiş on iki yıl, iyi yaşanmış uzun bir ömre de bedel sayılır.

Sevgi Özkan  

4 Ekim 2013 Cuma


BARIŞ ZAMANI “İLİŞTİRİLMİŞ”LERİ (!)

 

Savaş zamanı orduyla hareket ederek bir çeşit kendi cephesine kendi propogandasını yaptırdığı gazetecilere Türkçe karşılığıyla iliştirilmiş gazeteci deniyor. Körfez savaşı gibi yakın geçmiş çatışmalarında batıda etik yönden uzun süre tartışılan bu konu, içinde yaşadığımız barış(!)zamanında da farklı biçimlerde sürdürülüyor.

Toplumumuzda yönetimle bir bölüm halk arasındaki paradigma savaşımlarına “yandaş medya” yaratımıyla yeterli verim sağlanamadığı ve karşı düşüncenin açıkca yok edilemediğini gören yönetim, kendi propogandistini “iliştirilme” yoluyla karşı tarafa katarak sonuç almaya çalışıyor.

Karşılarındaki gazetelerden türlü baskılarla uzaklaştırmaya çalışılan etkili kalem veya yöneticilerin yerine kendi zihniyet temsilcilerini yerleştirerek muhalif zihniyetin etkisini azaltmaya kalkanlar, barış zamanının “iliştirilmiş”leriyle sonuç alma politikasını benimsemiş gibiler.

TV program ve haberleri kadar yazılı basında da yorum ve fikirleriyle ters düşen ünlü köşe yazarları şu veya bu biçimde yaşanan bu zihniyet savaşının dışına itilmeye başlandı. Tam yok edilemeyenlerin yanına da, hükümet komiseri niteliğinde kendi zihniyet kollayıcılarını iliştirterek sorunu çözmeye çalışıyor.

Yazılı basını internetten takip edenlerce pek farkına varılmasa da, sayfa düzeni açısından okuyucunun gözüne batan bu durum, son derece rahatsız edici.

Yıllardır bu sayfaların takipçisi olanların ellerine aldıkları gazetede bakmaya alıştıkları yerlerde ve biçimde okumaya alıştığı yazarı bulamamaları, huzursuzluğun yanı sıra daha çok arayıp bulma isteği  yaratıyor. Yani yazara dönük dikkatin etkisini azaltmak yerine iyice kıymete bindiriyor.

Toplumsal ortalama akıl ve vicdanın bir çeşit maestorosu sayılma niteliğini yıllardır kimseye kaptırmayan Hürriyet gibi bir gazetede baş yazar sayılan kalemin sayfa kenarına iliştirilen sözüm onu karşıt görüşlü yazarı görmek zorunluluğu, okuyucuda seçme özgürlüğüne müdahale duygusu oluştursa da neyse ki okumama özgürlüğü hala geçerli. Hiç kimseye bir yazarı zorla okutmak ve benimsetmek mümkün olmuyor. Yeni başlayan okuyucular da durumu kısa sürede kavrıyorlar.
Sevgi Özkan 

 

 

25 Eylül 2013 Çarşamba


Geri Bidirim ve Eleştiri Kültürü

Geri Bildirim alışkanlığı olmayan yerde eleştiri kültürü de gelişmiyor temasına değinen bir yazı okudum. Hürriyet İK ekinde “Kültürümüzde Yok” başlığıyla verilen Burcu Özçelik Sözer’in haberi, bu önemli konuyu da kapsıyordu.

Gerçekten de ortak çalışma platformu denebilecek pek çok uğraşı alanında nesela bir iş yeri veya Sivil toplum ilişkileri gibi geri bildirim alışkanlığının olmaması veya oluş biçiminin olumsuz uygulanışı, aslında eleştiri ve diyalog gelişimini de önleyici sonuçlar üretiyor.

İş yerlerinde patronlar çalışanların kurumla ilgili değerlendirmelerini kurumsal veri olarak değerlendirebilseler, hem kurumun hem insanların yararlanacağı olumlu gelişmeler sağlanabilir.

Çağımızda her bildirimin bir veriye dönüşmesi ve toplamından oluşan büyük datanın kıymeti gittikçe artıyor. Her yazılı iletişimin şimdi veya sonraya yönelik değerlendirmesi, geleceğe dair pek çok girişime kaynak oluşturabiliyor.

Kurumlarda genellikle nazik şiddet denilecek mekan ve statüye dayalı statü pekiştirici düzenlemeler, özünde geri bildirimin sınırlarını da daraltıcı olabiliyor. Oysa bir işveren veya başkan karşısındakiyle arasındaki mesafeyi koruyan masada oturmak yerine, elemanlarının yanlarına oturarak kendi veya kendi kurumuna ait gözlemlerin kendine perdelenmeden geri bildirimine izin verse, büyük data için önemli kazanım sağlayabilir.

Genel olarak eleştiri sözünün olumsuz algılanış biçimi, çoğunlukla durum analizlerindeki saptamaların saygısızlık veya hakaret gibi de algılanan duygusal tepkiler gibi algılanması, olayın amacıyla sonucunu farklılaştıran bir çizgide gelişiyor.

Eleştiriye açık olmak sözü bile aslında eleştirinin illa olumsuz olacağını varsayma algısını gösteriyor.

Eleştirinin olumsuz bir durumu saptamak veya olumluyu fazlalaştırmak yerine, düzeltici işlevine odaklanılması gerekirken, eleştirilenin de, eleştirenin de buna yanaşma biçimlerini belirleyen duygusallığın aşılması, farklı sonuç alınmasını da mümkün kılabilir.
Her bakış, her değerlendirme ne kadar öznel olursa olsun içinde önemli veriler taşıyabilir. Bu da geri bildirim uygulamasının geniş kabulüyle sağlanabilir herhalde. Demokratlık deneyimine geçiş için de önemli pratik sağlayıcı olan izlenim analizine, günümüzde eskiye göre daha çok ihtiyaç duyulacağa benziyor.

Sevgi Özkan

 

   

 

14 Eylül 2013 Cumartesi


Eleştirilebilmek Değerlidir.

Eleştirilere tahammül etmemek ve görmemeyi tercih etmek veya önlemek, aslında doğru anlaşılmayı ve doğru anlamayı önemsememektir.

Tıpkı kulağını tıkamanın varlığından rahatsız olduğun sesin oluşumunu önlememesi gibi, varlığı yok saymayla ortadan kalkmayan gerçeklerden kaçmak da yalanla örtünülen bir çadırda yaşamaya mahkum olmak anlamına gelir.

Gösterilenle görünen arasındaki farkı algılamamak için her şeyi gördüğünü, bildiğini sanmakla başlayan aymazlığa, doğruyu yaptığına inanma ve inandırılma durumu da eklenince sorumluluğun kendisinde olduğunu unutanların gerçekleri hep sonra algıladıkları değişmeyen bir doğrudur. Vaktinde algılama şansının kaçırılma nedeni de gücünü sonsuz sanan egoların körlüğüdür.

Sevgi Özkan

13 Eylül 2013 Cuma


"Biz Nasıl Yapıyorsak Doğrudur", Anlayışı.

 

Her şeyi olabilir sanmak reform olunca, olmazı görmek de, tutuculuk mu oluyor
acaba?

Yeni Milli Eğitim Bakanının yeni eğitim yılı açılışı nedeniyle sempatik şovlarla sergilediği
tavırlar, maalesef yapılan ve yapılacak yanlışları önlemeye yetmiyor.

Asıl önemli olan daha önce de görüldüğü gibi habire bakanı değişen ve her gelenin birikim ve vizyonuna göre yeni denemelere maruz kalan bu alanla daha ne kadar oynanacağı.

Eğitim Reformu Girişimi ERG’nin, geçen yıl eğitimde uzmanların dikkat çektikleri hatalarla göz göre göre uygulananları analiz ettiği, Eğitim İzleme Raporunu açıklaması, 2012 MEB denemelerinin sonuçlarını artı ve eksileriyle görme şansı sağlıyor.

Siyaset dışı ve eğitim olgusu açısından yol gösterici olan bu analizin, bundan sonra MEB tarafından ne kadar ve hangi yönleriyle dikkate alınacağı ayrı bir dikkat ve takip konusu.

Yapılanların Reform niteliğinde sunumlarının ve kendi yaklaşım niyetlerinin olumsuz değerlendirmelerle eleştirilmesini eleştiren Bakan’ın, özellikle bazı konuları ileri adım olarak nitelerken, olması gerekir diye yeni niyetler sergilemesi "yine mi?" dedirtecek cinsten yürek hoplatıcı.

Neden "yine mi?".. Zira şimdiye kadar süre ve kapasite olarak yeterince üzerinde kafa yormadan girişilen temele ait toptan  kalkışma alışkanlığının değişeceğine dair bir umut olmaması ve bakanlardan çok hükümet başının kararıyla sonuçlanması nedeniyle.

Yine, çağa yetişmeyi her öğrenciye bir tablet vererek halletmek sanan anlayışın, çağın gereği diye yapılmaya kalkılacak bazı uygulamalarda da aynı noktada olması. Yeterince incelenmeden uygulamayı adet haline getiren gözü kara reformistliklerin, çağa yetişmeye mi, geriye düşmeye mi yol açtığının son derece tartışmalı olması. Bu kadar gerekçe yetmez mi?
Sevgi Özkan 

 

8 Eylül 2013 Pazar


“Değerli Yalnızlık”tan,“Şükürlü Yenilgi”ye.

 

Tüm başarısızlıklarımızda suçlu ararken kendinden başka her yere bakanlar toplumunda sorumluların açığa çıkan hatalarını kutsamalarına da şaşırmamak gerekir.

Her hareketlerinde bir hikmet olduğu kabul edenlerin çoğunlukta olduğu yönetimlerde hataların bir biçimde başarıyla taçlandırılarak hafifletildiği görülüyor.

Köşesinde entresan söz ve fıkralarla vergi ve mali sorunları cevaplayan bir yazar geçenlerde Arapça futbol terimlerini örneklerken “Hezi-met-ül yarabbişükür” sözünü de şerefli mağlubiyet(yenilgi) sözüne değinmişti.

Hedeflediklerinin tam tersi sonuçlanan dış politikaları için “değerli yalnızlık” ifadesine sığınan sorumluların, sportif alanlarda bu bakışın çeşitlemesi sayılacak değerli bir yenilgi değerlendirmesi yapacağı beklenebilir. Mesela Olimpiyat talipliğimizin direkten dönmesinde, kazanmasak da ilk elenen olmadığımız gerekçesine sığınarak yapılacak değerlendirmelerin önce bu konuda iç ve diş mihrakları suçlayacak değerlendirmelerden sonra bu ayarda olacağı beklenebilir.

Ayrıca seçim jürisine “ey”le başlayan münasip kınamalar, ardından ülke içinde çeşitli uygulamalardan yansıyan gidişata demokratik karşı çıkma haklarını kullananları suçlamak ve “gereği neyse”(!) yapılacaklardan sonra durum böyle hazmedilecektir.

Özetle Devlet yöneticilerinin ve alan sorumlularının birbirlerinin hapşırıklarını bile duyacağı kadar herkesin herkesi görüp takip edebildiği bir dünyada, gerçeği tam yansıtmayan sunumlar ve konuşmalarla oy toplanamayacağı durumunu, tıpkı kazanılsaydı kendi zaferleri sayacakları gibi Hezi-met-ül yarabbişükür diye başarıya çevirmeye çalışılacaklardır.

Olan biteni yok saymayı, var olanın olmadığını söylemeyi yalan değil “politika yapmak” sananlar, "değerli yanlızlık"tan,  "şükürlü yenilgi"ye dönüşen tutumlarının  er geç başarıya dönüşeceğini de sanıyorlardır.
Hayırlı olsun.

Sevgi Özkan

 

3 Eylül 2013 Salı


Tüm Sorunlarımızın ÖNÜNE geçen Ortadoğu sorunları

Tüm sorunlarımızın önüne neden Mısır geçiriliyor derken Suriye hepsinin önüne geçiverdi. Mısır'da olan bitenlere insani olmaktan öte, demokrasiden yana mı Müslümanlıktan yana mı olduğu tam anlaşılmayan tepkiler vererek ulaştığımız yere, “değerli yalnızlık” demeye başlayanlar artık dikkatlerini Suriye'ye çevirdiler. Mısır artık sorunumuz değil.

Mısırda ayaklananlar sadece Mursi yanlıları mı, onların derdi gerçekten darbe karşıtlığı ve demokrasi mi, soruları bir yana, mobil radikal İslamcıların bu olguların gidişatında nasıl konuşlanacağı endişesi olaya daha farklı bakmayı gerektirmez miydi?

Neden doğulu veya batılı ve de Müslüman ülkeler bu olaylara bizim gibi yaklaşmıyor? Tek vicdanlı ve kahraman biz miyiz?

Toplumun bütününde tatmin edici bir karşılığını bulmayan bu soruların kıvrak ve kavrayıcı bir dış politikayla ele alınıp alınmadığı yargısı ve de iç politikada dikkat dağıtıcı olarak kullanıldığı hissi pekişirken kimyasal silah kullanımıyla Mısırın yerini Suriye aldı. 

Mısırda olan bitenler için darbecilere yönelik karşı koymalarda batılılarla aynı mesafede duran diğer ‘Müslüman’ ülkelerden daha çok ‘Batı’ ve batılı kurumlar karalanmaya çalışılmakla kalmayıp, demokrasi de sorguya çekiliyor gibi bir yerlere sürüklenildi.

Tabii ki katledilen insanlar, insanlık ve de ortak coğrafya gerçeği  görmezden gelinemez: Ama konu edildiği kadar önleyici somut çabalar yerine demokrasiyi sorgulamaya ve batıya meydan okumaya dönüşen ifadeler düşündürtücüydü.

Biz batı için mi, demokratız, yoksa demokrasiyi benimsediğimiz için mi?  

Olaya dışarıdan bakarak sorunu gerçekten çözücü bir yaklaşım, çatışan taraflarla sözü dinlenebilir bir konumda olmayı gerektirirken  özellikle batılılarla kültürel zihniyet farkına bağlı demokrasi algısını anlatma da aracı olmaktan geçemez miydi?

Çünkü “demokrasi” den Doğu ve Batı'nın aynı şeyi anlamadıkları ortadayken, aynı şeyi anlıyormuş gibi demokrasiyi sorgulama da, demokrasiyi keyfi bir seçim anlamına gelecek bu tavrın sorunu nasıl çözeceği de tartışmalı. Çünkü ortak amaç ve hedef bu sorunun nasıl çözüleceği değil, demokrasi içinde nasıl çözümlenebileceği.

Ülkemizin çözüm bekleyen pek çok sorunu, Mısır’a şimdi de Suriye'ye kilitlendirilmiş dikkatleri üstüne toplayamıyor. İktidarın önemsedikleri dışında haber yapma özgürlüğü yokmuşcasına ülke sorunlarına alt sıralara iten ortalama medya tutumlarına kabahat bulmak çözüm için yeterli mi? Bu konunun sorumluluk alanlarındakiler hakkında değerlendirmelerimizi gözden geçirmek gerekmiyor mu?

Mesela eğitim alanında her yıl tekrarlanan yanlışlarla rekora koşan hatalı ortak sınav sistemleri gibi nice uygulamalarda daha kaç nesil harcanacak?

Bu gibi temel konular, toplumsal bilinç alanımızda nasıl öne geçecek?

Köklü eğitim sorunlarına çağdaş uyarlama kılıfıyla uygulanan reform(!) denemeleri, bozuklukları düzeltme aceleciliğiyle çaresizliğinin birbirine karıştığı bu resmi kalkışmaların bekledikleri oya dönüşmeyeceğini ilgililerin anlaması gerek.
Temel sorunumuz, daha kaç nesil ve beraberinde toplumun geleceği, yanlışlar zinciri oluşturan böyle denemelerin kurbanı olacağı. Dış politika  sorunları bütün sorunlarımızın önüne geçmesine ne kadar izin vermeliyiz?
Sevgi Özkan

Kimin Sorunları Çözüm bekliyor?

Şu günlerde kaç ülke savaşı istiyor değil korkuyla bekliyor acaba?

Toplumumuzun Mısırdan sonra en önemli gündemi olan Suriye ile ister istemez savaş ortamına yuvarlanma korkusu bütün sorunlarımızı askıya aldırmış gibi.

Mısır’dan başka şey konuşmazken kimyasal silah kullanılması tüm dikkatleri Suriye’ye yapılacak misillemeye kilitledi. Obama’nın ne yapacağına kendisinden başka herkesin karar verdiği değerlendirmelerden perişan düştük.

Suriye ile yatıp Suriye ile kalkıyoruz.

Konunun önemi yadsınamaz ama çözüm diye Suriye’lilerin kurtarılmasını aşan niyetler sergilenmesi, herkesi tehdit eden bir ortam yaratıyor.

Özellikle ülkemizin onca çözüm bekleyen sorunu varken, Gazze, Mısır, Suriye derken toplumun diğer sorunlarını unutmuş gibiyiz.

Sorunları çözmekten çok erteleme kültürüyle yoğrulmuş zihinlerimizde dile getirilen her şey dikkat alanında şimdi sırası mı muamelesi görüyor sanki.

Bence Ortadoğu sorunlarına bulaşan dış politika tutumumuzu sorgulayan en özet değerlendirme Özgür Mumcu’nun (2.9.2013)Radikal’de “Barış yolu Roboski' den geçsin” başlıklı yazısındaydı.

Devlet kazası diye nitelendirilen bu olayda çocuklarını kaybeden ailelerin acıları ve beklentileri paylaşılırken bir imam şöyle diyor.

“Bu iş başbakan Türkiye’nin başbakanı olursa çözülür, Erdoğan, Ortadoğu' nun mu başbakanı yoksa, Türkiye’nin mi? ” Gerçekten, kimin başbakanı gibi hissediliyor?

Sevgi Özkan

9 Ağustos 2013 Cuma


Gözler, "Aydın" Olmuyor.

 
Aydınların toplum gelişimindeki rolleri bazı açılardan tartışılan bir konudur.
Özellikle toplumumuzda, vatanı kurtarmaya kalkanlardan (ki aydın kategorisinde sayılırlar) vatanı kurtarmak gerek sözü bunu anlatır. Bu tartışmanın nedeni maalesef en büyük aymazlıkların çoğu kez aydınlarda görülüyor olması.

Ortalama yurttaş aklı, kimi kez olan biteni daha net algılayabilirken, olayları kafalarındaki şablonlara uydurmaya kalkan çoğu aydınlar, kendi idealizmleri dışında gerçekleri tam kavrayamadıkları için olup bitenleri, yanlış anlamlandırarak çok geç algılayabiliyorlar. Bu nedenle çoğu kez yanlış yerlerde yanlış güçleri destekleyip yanlışın büyümesine aracı olabiliyorlar.
Gerçek aydınları da kapsayan aydın sözü burada bir düşmanlık ifadesi olarak veya bütün aydınları karalamak için değil, kendisi aydınlığa ermeden başkalarına yol göstermeye kalkanlar üzerinden kimin aydın sayılmayacağını göstermek için kullanılıyor.

Ergenokon soruşturması kalkışmasının başından beri yaşananlar, derin devletle hesaplaşılacağı umudu yaratıp, hemen hemen herkesin oyunu aldıktan sonra işleyiş biçimiyle bu amaç için değil, bazı egemen güçlerin kendi bildikleri ve amaçları doğrultusunda yürütülen hesaplaşmalar yığınına dönüştü.

Göze batan tutarsızlık ve hatalar, hukuka saygı dokunulmazlığıyla “mahkeme devam ediyor onu etkilememek gerek” ve “öze ait değil usul hatası” diye sınırlandırılarak dikkatlerin dışına itildi. Oysa aydın veya allame olmaya gerek kalmadan, baştan beri görülen gelişmeler, her arama dalgasının başka önemli bir olayla eş zamanlı gerçekleştirilmesiyle hem nalına hem mıhına dedirten çelişkili durumlar, bu davaların güdümlü bir seyirle yürütüldüğünü dikkatlere sunuyordu.

Derin devlet olgusuyla hesaplaşılması gerektiği kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçek olsa da yapılmaya kalkanın bu gösterilen şey olup olmadığından şüphelenmek çoğu aydının aklına gelmemiş gibiydi. Özellikle aydınlar, derin devlet açığa çıkacak vaadine tav olarak gerçekten derin devletle mi savaşılıyor yoksa derin güçler birbiriyle mi savaşıyor şüphesi şöyle dursun ihtimalini bile akla getirmeden oluşanlara umutla sarılıyorlardı. Olan biteni kafalarındaki bilgi şablonlarına uyarlamaktan öte neyin ne olduğunu tarafsız gözlerle izleme alışkanlığı olmadığı için herkes kendileri veya birbirleriyle çatışan değerlendirmeler üretip kafalarındaki hesaplaşmanın gerçekleştiğini sanıyorlardı. Biraz şüphe gösterenlerden de kara listeler yaratıp birbirleriyle kavgalı tartışmalara giriyorlardı.

Bu kuşkusuz kabul, daha sonra referandumda da yaşandı.

Yine idealist bazı aydınlar olan bitenlerin ne olduğundan çok, bu girişimin kafalarında koydukları yere uyup uymamasını önemsiyorlardı.

Birbirini yoksayacak maddelerin aynı torba içinde onaylanmasını red etmek yerine yetmez ama evet diyerek desteklediler.

Bugün yaşananların bu yetmez ama evetçileri aydırmaya başladığı ve Ergenokon ve Balyoz davalarıyla daha görünür hale gelen gerçekleri de, nasıl yorumlarsak haklı çıkarız derdiyle okumaya çalıştıkları görülüyor.

Tüm verilerin tersine çevrilmesini tarihle hesaplaşma adına demokratlık diye kendilerine ve başkalarına kabul ettirmeye çalışanlar, şimdi hangi sapakdan yan çizerek doğru yola çıkabileceklerinin telaşına düştüler.
Eleştirel davranışların bedeli ağır ödendiği görüldükçe önce CHPyi, arkadan ilgisiz her kişi ve kurumu suçladıktan sonra iktidarı da eleştirir gibi yaparak demokratlık oyununa devam edenler, neyle hesaplaşacaklarını bilemeyecek kadar kendilerini aldatmış durumdalar.

Hangi ateşi yelpazelediklerini hatırlamak istemedikleri ve kendi öz eleştirilerini yapacak halleri kalmayanlar, çıkan sonuçların Ergenekon denilen şeyin varlığı noktasında haklı olduklarını söylemekten öte, o konuda bir işlem yapılacağını sanmayı sürdürerek, peşlerine taktıklarını  yanıltmaya devam ediyorlar.

Yerinde ve zamanında gerçekleri doğru okumayı ve peşlerine takılanları yanlış yönlendirmeye devam etmelerinin sorumluluğunu hala kavramadıkları için ne kendilerinin ne de kimsenin gözü aydın olmuyor.

Sevgi Özkan

6 Ağustos 2013 Salı


Vicdanlar Kimi, Affedecek?

 

Toplum olarak çok yönlü savaşların, çok yönüyle savaşmaya mahkumuz.

"Milletim” kategorisinde yer almanın rahatlığıyla yüksek perdeden demokratik hakkaniyet masalları anlatanlar, geriye kalan kısmı oluşturan mağdurlar milletini, demokratik tepkilerinin cezasını ödetmeye mecbur ederek etkisiz bırakmaya çalışıyorlar.

Kim kimle savaşıyor, kim kimi kurtaracak?

Aslında başından beri usul musul hatası diye hafifsetilmeye çalışılan oluşumlarda “gereğin” katliamı o kadar açıkca görünüyordu ki, uygulamalardaki zamanlama girişimleri ve gelişimleri unutmayanlar için şu anda söylenecek ilave bir söz kalmamış durumda.

Kirlisi temizi aynı torbaya konmuş maddelerle yapılan halk oyu ölçümlerinde olduğu gibi derin devletle hesaplaşacağız vaadiyle yola çıkıp derin devlet güçlerinin çarpışmasına dönen bu davaları aynı makinede yıkayıp kurutmaya çalışanlar, çıkan sonuçları itiraf gibi ortaya sererek bedel ödemeyi, üslerinden atmaya kalkıyorlar sanki. Zira, gerçekler oradan buradan gözüküp dururken vicdanlara sunulan bu kararlar, sadece bu davanın bozulması için verilmiş olmalı diye bile düşündürtüyor.

Toplumca mutlu son ve kaybedilen itibarı kazanmak için genel af gerekliliğini savunanlar, mantıki görenler ortaya çıkmaya başlayınca, şu soru önem kazanıyor, suçlu ile aynı torbaya konup itibar kaybına uğratılan suçsuzu affederek işi çözmeyi düşünmek, hukuki çıkış yolu ve siyasi kazanç sayılsa da vicdanlarda hangi izi bırakır?

Mesela affetmek, onların özür dilemesi mi, yoksa onlardan özür dilenmesi biçiminde mi genel kabul görecektir.

Yaşamlarından çalınanlar için kimin, kimi bağışlaması bekleniyor? Milletin buna adil bir cevabı var mıdır? Derin devletle hukuk yoluyla savaşma adına yapılan hukuksuzluklar pekçok masum insanın yaşam hakkından çalarak mı düzeltilecek?

Sonuçta afla varılması istenen kardeşi kardeşe düşürmemekse, bu demokrasi oyunu oynamakla değil, gerçek demokrasi şartlarının sağlanmasıyla oluşabilir ki o da, yaşanan pek çok örneğin gösterdiği gibi şimdilik namevcut. Bu badireden çıkılacağına ve aklın egemen olacağına güvenmenin, her şeye rağmen toplum için önemli bir motivasyon olacağı unutulmamalı ve umutları kaybetmemeli.

Sevgi Özkan

1 Ağustos 2013 Perşembe


Ağlayan Küçük Kızın, Büyüklere Karşı Hak Savaşımı

 

Küçücük yüzüne çükmüş çaresizlik ağlayarak etrafındakilere derdini anlatmaya çalışan küçük kız atlanıp geçilmeyecek biçimde dikkatleri kilitliyordu. Önce yabancı kanallarda dikkatimi çekti. Üzerindeki kırmızı elbiseciğine tezat simsiyah saçlarıyla küçük bir kız çocuğu ağlayarak yanındaki derdini anlatmaya çalışıyordu. Sonra yerli kanallarda da gösterilen bu görüntünün seyredenlerin gözlerini yaşartmaması mümkün değildi.

Adetler gereği küçük yaşta evlendirilmeye zorlanan bu kızın ailesiyle mücadelesinin, ailesiyle okumasını garantileyen bir anlaşma imzalanmasıyla sonlanması, çocuğun gözyaşları kadar seyircininkini de dindiriyordu.

Yemende gerçekleşen bu olay, bir yıl kadar önce Pakistan’da okuma savaşımı verirken Taliban kurşunlarına hedef olan ve Batıda tedavi edilerek yaşama dönen diğer bir küçük kızın savaşımını hatırlatıyordu.

Bu iki kızla aynı durumda olan nice kızlar ve küçük yaşlarında tacize uğrayan diğer çocuklar gibi büyükleri gerçekten utandıran bu örnekler, toplumlarda çocuk hakları bilincinin yükselmesini de sorunun bir çocuk hakkı olarak ele alınmasını da acilleştiriyor.

Kadın erkek ilişkisi doğrultusunda çocuk ve ergenlerde cinsel duyumların erken yaşlara inmesinden doğan sorunların batılı toplumlarda çeşitli kanallarla kontrol altına alınması sağlanırken, aynı sorunların, doğulu ve özellikle Müslüman toplumlarda, dinsel gerekçeli ör/adet, ve yoksulluklarla sarmalanarak çocuk gelin olgusuyla örtülmesi, durumun acilen halledilmesi gereken başlı başına bir sorun olduğunu göstermektedir.

Bu nedenle pek çok çocuk hakkı kadar eğitim hakkı da önlenen çocukların dramı, böyle tekil örneklerle dikkat alanına girse de ülkemizin de dahil olduğu pek çok toplumda çocuk hakkı ihlali olarak görülmemekte ve önlenememektedir.

Kızların okumasından korkulan toplumlarda gerilik kökleşerek sürmekte ve tek yönlü bakışa sahip erkek aklının yönetiminde kalan toplumların ilerlemesi gecikmektedir

Olaya her şeyden önce çocuğun eğitim, sağlıklı yaşam gibi çocuk hakkı açısından bakmanın öneminin kavranabilmesi sürekli tek yönlü kampanyalardan çok devlet ve sivil toplum eliyle yürütülecek devamlı uyarıcı olan düzenleme ve çalışmalara gerek vardır.

Sevgi Özkan

 

26 Temmuz 2013 Cuma


Hamileler, Son Aylarında Sokağa Çıkma İznini Kimden Alacak?

Zihniyet çarpışmalarımıza eklenen son örnek, Hamileliğin son aylarında ortalarda gezinmesinin ayıp olası üzerine gelişiyor.
Din üzerinden dünyaya nizam vermeye kalkan adam konuşuyor. Konuşturan da sözlerini Allah razı olsun diye onaylıyor.
TRT Ramazan programlarında yer alan bu sahnede hamile kadınların son aylarda sokaklarda salınarak dolaşmalarının bizde (!) (bu bizin sınırlarını çoğunluğun onayı gibi sunma açık gözlüğünü ifadenin referansı gibi tekrarlama çok geçerli) ayıptır yani terbiyesizliktir diyor. Fazla ileri gittiğini anlamış olacak ki “zaten estetik de değil” diyor. Nokta.
Ayıp ve estetik algıları birbiriyle harmanlanmayacak tek nokta doğanın kendisiyse, hamileliğin son ayları neden ayıp olsun ki?
Örtünen kadınların hamile olup olmadığı giyimle kamufle edilebildiğinden bu sözün hamileliği görünür giyimdeki kadınlara yönelik olduğu besbelli.
Erkek aklının kadın üzerindeki egemenlik kurma çabalarının bu tür örnekleri arttıkça, karısını öldürme hakkını kendinde görenlerin sayısı da artıyor. Ayrıldığı eşini isteği dışında barışmaya zorlayan, olmayınca öldüren erkek aklının bu kafayla arasındaki mesafe çok kısa.
Kadının yaşamına giyim üzerinden karışma hakkını din kisvesi altında kullanan bu kafa yapısına söylenecek tek şey yaptığının tek kelimeyle bir insan hakkı ihlali, terbiye dışılık ve saygısızlık olduğudur.
Kadının her görüntüsünden cinsellik çağrışımına uğrayan, hamilelik görüntüsünden bile böyle değerler üreten bu zihinlerin kimseye verecek adap dersi olamaz.
Kadının başörtüsüne karışılmasına kızan ama kendisi kadının her şeyine karışan erkeklerin çelişkileri, saçma sapan mantıklarının tüm gerekçelerini de tuzla buz ediyor zaten.  
İnsan olarak kadının ne şartlarda sokağa çıkabileceğine karar verme hakkını, kadın yerine kendinde gören bu ahkamlarla biçimlemeye kalkışmanın adı özgürlük değil laiklik hiç değildir. Ama bu fetvacılara  laik bir ülkede olduklarını ve insanların birbirine inanç bazında karışmamalarının düzenin gereği olduğunu bu fetvacılara ve onaylayıcılara hatırlatmak gerekiyor.
Siz kendi işinize bakın beyler.
Sevgi Özkan

20 Temmuz 2013 Cumartesi


Aşkın Ömrü.
 

Bitmesi istenmeyen bir hastalık olan aşkın ömrü de yürekle akıl arasında süren bir pazarlık konusu.
Modasal etkileşimli kısa süreli kimlikler çağında aşkın ömrünü de geçici yakışma ve yakınlaşmalar tayin ediyor. Bu nedenle günümüzün aşk algısı bulunması istenmeyen bir arayış diye tanımlanabilir. Tekrarlanan ayrılıklar, aşk aramaya devam duygusunun aşkın yerine geçtiğini gösteriyor gibi.
Aşk devamlı değişen bir varoluş aksesuarına dönünce alın yazısı beraberliklerden aşk değil sevgi bile çıkarılamaz olmaya başladı.
Değişme potansiyeli artan insanların her değişimde birbirlerine denk düşmeleri de mümkün olmayınca ayrılık denemelerinde tekrar birleşmeleri de başarılması değerli tutarlılıklara dönüyor.
Takvimi olmayan aşkın ömrü de ölçülemiyor. Denk düştüğünce yaşanıyor.
Sevgi Özkan

18 Temmuz 2013 Perşembe


Twitter’den Günah Çıkarmak!

 

Twitter atılarak günah çıkarılabileceği haberi, iletişim olgusunun önlenemez biçimlerini birer birer ortaya çıkaran nitelikte.

Twitter’dan günah çıkarmak aşamasına gelinmesi kilisenin gençlere yatırımı olarak yorumlanıyorsa da günahların gizliliğine Papanın dışında şahitler olacağını kaçınılmaz kılıyor.

Ulaştığımız bilgi çağının büyük veri kaydında yer alacak günahkarlıkların, nerelerde kullanılacağı düşündürücü.

Araya girenler bu kayıtları kimseye vermeseler de, bu uygulamada günah çıkarmanın gizliğine uymayan bir şeyler var gibi.

En gizli devlet belgelerinin semt pazarlarına düşecek hale gelmesi önlenemezken, twitter günahları bazı takiplerle istismar edilecek  yanlar içerecek gibi görünüyor.

Yakında bu yolla psikolog veya psikiyatr  görüşmeleri de başlarsa şaşıracak bir şey yok.

Başladı mı Yoksa?

Şu saate kadar böyle bir bilgi bana ulaşmadı. Düne kadar digital günah çıkarmadan da haberim yoktu ama bugün var.

Aslında twitter’ın kendisi başlı başına bir psikolojik takviye anlamına geldiği için psikolojik destek uygulaması kapsamına zaten giriyor denilebilir. Bilmediğin ve bilinmediğin kişilerle ilişki kurma alanı olarak yeterince rahatlatıcı işleve sahip olunan bu alanda ayrıca danışan, danışılan ilişkisinde de bu yola sonuç alınabilir de, bu kimin için iyi olur yanı düşündürücü çünkü hasta tüm varlığıyla bir bütün olduğuna göre karşılıklı iletişimin verileri nasıl gözden çıkarılabilir ki?

Ama olmazsa olmaz sanılan o kadar çok şey bir şekilde olabilirken kendi şartlarını da yaratıyor.

Sonuç, bildiğimiz insan gittikçe minsanlaşıyor besbelli.

Sevgi Özkan

16 Temmuz 2013 Salı

Bilen Biliyor mu?
 
Digital çağın yarattığı haberleşme eşitliği, devamlı uyarılan yerel kültür kodlanmalarından, ortak bir paradigma egemenliğine geçiş  sağlıyor.

Kültürel geçişkenlik hızlanırken, kültürel farkların törpülenmesiyle ortaya çıkan yeni bir dünya algısı ve anlamlandırması da bir bakıma herkesi yeryüzü ahalisi olarak eşitliyor.

Demokratik ülkelerin dışında kalan yönetimlerin bile baş edemediği bu küresel birleşim olgusu küresel demokrasinin olanaklarını da yeniden deneme alanına çekiyor.

Ortak alanlara ortak müziklere, ortak ritimlere, ortak görsellere katılan dünya bilgiçliği, gelmiş geçmiş tüm malzemeleriyle küresel dikkat algıları oluşturuyor.

Çeşitli nedenlerle günden güne artan göçmenlik olgusu ve de yeni yaşam şartları ve kültürlerle yeniden biçimlenen kentler, birbirinin izlence alanlarında boy gösterirken kendilerini yeniden algılıyorlar.

Kent meydanlarında gelişen toplumsal hak mücadeleleri küresel dikkatlerin kontrol alanına girecek mesafe ve kültürel uzaklığı sıfırlayan bir iletişim sağlıyor.

Herhangi bir ülkedeki toplumsal hak mücadelesi tüm dünyanın haklı haksız yandaşlığıyla saflaştığı küresel kamuoyları yaratabiliyor.

Bu olan bitenleri, komplo teorileriyle açıklamanın geriliği, komplo teorilerinin olmadığından değil, komplo kavramının insan aklının ve gücünün tek elden yönetilmesi olarak algılanabilmesinden kaynaklanıyor.

Bilgiye yanaşma biçimiyle, bilgiden çok, mantıki kurguya dayalı verilerle gerçeğin dışında kalanlar, bilgi dünyasında komplodan başka dayanacak kaynakları olmamasından doğan algı yetersizliğini yansıtıyor.

Gerçeklerin gizlenmesi eskiye göre daha zorlaşan dünyamızda, sadece inandığı doğruları veri sayanlarla, gerçek bilgiye dayalı verilerle dünyayı algılayanlar arasındaki mesafe gittikçe açılacağa benziyor.
Bundan sonra gerçeğin bilgisi yerine doğru bildiğini esas alanların  dünyası mı egemen olacak yoksa tersi mi sorun burada?
 
Sevgi Özkan  

13 Temmuz 2013 Cumartesi


Güncelleştirilmiş Suç Tarifesi!

Demokratik eleştiri hakkının kullanıldığı gösterilere karşı sergilenen girişimlerde: ileri(!)demokratik düzenin adalet algısına göre güncelleştirilmiş kimi suç tarifesi:
Eli palalı, sopalı saldırı, önce serbest sonra velev ki yakalanıldı bir ay hapis.
Döverek öldürme beş yıl hapis.
Siyasal eleştiriye teşebbüs, müebbet hapis.
Not: Seçim serbest olup, isteğe bağlı uygun paket tarifeler de oluşturulabilir.
Sevgi Özkan

11 Temmuz 2013 Perşembe


Ölümcül Şiddetle Yetinilmediği İçin mi, Palalı, Sopalı Takviyeler Görmezden Gelinebiliyor?
 
 
Gösteri hakkına polisin şiddet kullanımı kadar pala ve sopa ile karşı durulmaya kalkışılması da Demokrasi mi sayılıyor
Bu nedenle gösteri yapana gaz ve su, palalı saldırganlara buyur geç dönemi demokratlığı(!) uygulamaya konuyor.
Protestolarda ölen ve sakat kalanların sorumlusu olarak gaz, su, ve polis şiddeti artı palalı sivil girişimleri yerine göstericilerin provakasyonu demek akılla ilgili bir çıkarım olabilir mi?
Gezi dayanışmasına destek olarak Eskişehir’de yapılan destek gösterilerinde biber gazından kaçarken sokak arasında dövülen 19 yaşındaki Ali’nin yaşam savaşını kaybetmesinin acısını içinde duymayan bir insan var mıdır?
Yine, 17 yaşında kafasına biber gazı kapsülü isabet ettiği için komada yatan çocuğun babasının benim maaşımdan kesilen vergilerle oluşturulan polis gücü benim çocuğumu nasıl öldürür, feryadından kahrolmayan var mıdır?
Gazze’deki çocuklar, Suriye’deki çocuk ve siviller için dünyayı ayağa kaldırmaya kalkan hükümet, gösteri hakkının kullanıldığı demokratik denilen bir ülkede kendi çocuk ve gençlerinin ölmesine veya sakat kalmasına yol açan şiddet uygulama ve emirlerini doğru mu buluyor?
İktidarı eleştiren göstericilerin taleplerine kulak asmak yerine onları kendi milleti saymayan biçimde karşısına kendi taraftarlarını dikmekle tehdit etmeyi demokratlık sayıyorsa o ülkede demokrasiden ve de ileri demokrasiden bahsetmek doğruyu ters yüz etmek anlamına gelmez mi?
Muhalefet partilerine ve muhalefet eden medya veya kurumlara devletin şiddet gücüyle karşılık vermek demokrasiyse, diktatörlüklerin demokrasiden farkı ne olabilir ki.
En önemlisi yanlış anlama ve buna dayalı yorumlarda, gösterilerin izne tabii olup olmaması algısı. Gösteri yapma hakkını devletin ilgili kurumlarına bildirme ve bu yolla gösteri hakkını kullananlara zarar verilmesini sağlamayı izin alıp almamak gibi yorumlamak anlaşmazlığın kilitlendiği nokta, yasaların ve demokrasi algısının nasıl farklı yorumlandığının da işareti oluyor.
Gösteri yapılacağının bildirilmesini orada başlarına gelecek olaylara karşı devletin onları korumak için hazırlanması anlamında yorumlayarak bu gösterilerin kendine dönük olmasından rahatsız olan yöneticilerin izin verme gibi anlaması ve ister veririm, ister vermem demesi buradan kaynaklanıyor.
Gerçek demokrasiyi içselleştirmiş hukuksal yorumlar, anayasanın ilgili maddesini bildirme ile izin alma arasındaki farkın altını çizerek bu hakkın kullanımını demokratik hak diye savunurken, karşı çıkanlar yönetimin iznine bağlı diye kabul etmekten yana duruyorlar.
Kavramsal algılama farkından çok, elindeki gücü demokratik olarak kullanıp kullanmama eğilimini yansıtan bu tartışma hukukun üstünlüğümü de sokaklara pala ve sopalarla dövülerek karşı gösteri yapma hakkı gibi tanımakta sakınca görmüyor olmalılar.
Tıpkı çocuğunu terbiye ediyorum diye ölesiye dövmeyi kendi hakkı sanan ebeveynler gibi ,insan, çocuk hakları ve hukuk kavramları demokratik haklar olarak algılamayan, algılatmayan yönetimlerde daha kaç insanımızı kaybedeceğiz acaba? 
Sevgi Özkan