30 Ekim 2012 Salı

Biz Körlüğü

Yönetenle yönetilen arasındaki algı çatışması, devlet yönetimiyle halk arasında olunca sorunlar çözümsüzleşiyor.

Halkın tehlikede gördüğü için kuruluş yıldönümünde Cumhuriyetine sahip olma dürtüsüyle meydanlarda kutlamak isteğine karşı durmak, korkuların doğruluğunu ispattan öteye bir anlam taşımaz.

Her karşı duruşu kendine ihanet gibi algılayanlar, hata yapıp yapmadıklarını anlamak için  kendi davranışlarına oto kontrol yapmak zorundadırlar.

Her toplu hareketi kışkırtma diye görmek, ilk başta halka güvenmemek değil midir?

En iyi yönetimler de hata yapabilirler. Hataların düzeltilmesi yerine hatalara uydurulan kılıflarla hatayı örtmeye kalkmak yanlışı büyütmekten öteye geçmez.

Her şeye biz ve onlar diye bakma alışkanlığı arttıkça, kendini beğendiğini düşündüklerini biz parantezine, eleştirenleri de, onlar parantezine koymaya kalkılacağı için, hangi tarafın çoğalmakta olduğunun farkına bile varmazlar.

Biz parantezdekilerin de kendisini doğru bulmadıklar noktalar olabileceğini anlamaları mümkün olmadıkça, bu taraftarlık rezervi hiç değişmeyecek sanırlar.

Neyin nerede biriktiğini ve nerede patlayacağını da fark edemezler.

İşte bu gaflet, pek çok otoriterin sonunu hazırlayan en önemli körlüğü oluşturur.

Her eleştiriyi küfür sayanların egoları şiştikçe, kendilerini kendilerinden koruyamayacak hale gelecekleri için isteseler de yanlışlarını görememeye başlarlar.

Ve bu durum da hep iş işten geçtikten sonra kavranır maalesef.

Sevgi Özkan

24 Ekim 2012 Çarşamba

İLERİTOKRASİ'nin CUMHURİYET BAYRAMI!


Demokraside geriye mi ilerliyoruz, ileriye mi geriliyoruz?
Geriden dolaşmak, geride kalmak değil mi?
İstikamet neresi?
Cumhuriyetin simgesi milli bayramlara katılımın, eskiden zorla yaptırıldığını ileri sürerek demokrasi adına bu duruma itiraz edenler, bugün kendi isteğiyle kutlamağa kalkanların, devlet gücüyle önlenmeye zorlanmasına ne diyorlar?
Demokraside ileri gitmek bu mudur?Bu olan bitene ne denilecek?
Kelime oyunlarına önerilecek yeni bir sözcük diye ileri gitmiş demokrasiye ileritokrasi mi demeli?
Demokrasinin değerini anlayan, yanında, önünde, arkasında kalan herkesin Cumhuriyet BAYRAMI şimdiden kutlu olsun.

Sevgi Özkan



21 Ekim 2012 Pazar



Cahilin Dilini Anlamak Aydına Düşer.

Bilen ile bilmeyen arasındaki fark, bileni aydın bilmeyeni cahil yapıyor.
Cahil nitelemesinde bilmemek ölçüyken, aydın nitelemesinde sadece bilmek yeterli olmuyor.

Bilgi ve düşünce gelişmişliğini yansıtan “aydın” kelimesi, saygı uyandırdığı kadar kimilerine de “Öteki”ne yukardan bakan, kolay ulaşılmayan algısı yaratıp eşitlik duygusunu oumsuz etkilediği için itici gelebilir.
Aydının toplumsal işlevinin sadece bilgi aktaran gibi algılanması, karşısındakiyle arasındaki mesafeyi arttırdığından çoğunlukla aktardıklarının anlaşılmasını da zorlaştırır.
Bu açıdan bakınca gerçek aydın, aktardıklarının gerektiğince anlaşılmasına aracı olabilendir. Bu da, bilgi ve fikirlerin bilmeyenlere onların anlayacağı biçimde aktarılması ve aydınlatılmasıyla sağlanır.

Davranış veya zihinsel çıkarımların dayandığı farklı bilgiler ve ondan oluşan dünya görüşlerinin ötekine doğru algılatılması bir çeşit çevirmenlik sayılabileceğinden, bireysel ve toplumsal kültür farklılıklarından oluşan değişik algılamaların birbirine doğru aktarılması da "kültürel" çevirmenlik diye nitelendirilebilir.

Günümüzde sanal iletişim dahil tüm sosyalleşmelerin bilgi ve tartışmayı gerçek anlamda sokağa taşıması, yalan yanlış da olsa bilgiye erişme kolaylığı sağlayan teknolojilerin hızlı gelişimi, her konuda bilgi sahibi olma hevesini gerçekleştiriyor.

Günümüz üniversitelerinin akademik çalışma dinamizmini bile yönlendiren sokak, toplum ve birey iletişiminde kültürel çevirmenliği de gündeme sokuyor.
Artık insanlar eskiye göre daha geniş alanlarla iletişim kurup, tartışıp, çoğu kez de birbirlerini anlamadıkları için çatışabiliyor. Özellikle aydınlar, herkes söylenenleri anlamak zorunda ve anlıyormuş gibi tartışmaları sürdürüp anlamaktan çok anlaşılmayı bekleyebiliyorlar.

Aynı dili kullanmanın bile birbirini anlamaya yetmediği görüldüğünden, aydınların, “cahil”lerin kendilerini anlamamasındaki esas sorunun ne olduğu üzerine kafa yormaları, bunun için de kapalı devre dil iletişiminden vazgeçmeleri daha doğru görünüyor.

Her şeyden önce, kendilerinin de karşılarındaki cahilin dilinin cahili olduklarını anlamaları gerekiyor ki, bunu anlayan taraf da gerçek aydın oluyor.
"Cahille konuşma yenilirsin” ifadesi, durum analizinden öte, "cahille cahilin anladığı dilde konuşmalısın, bildiklerini onun diline çevirme zahmeti göstermelisin" uyarısı olarak da yorumlayan ve bilenle bilmeyen arasındaki iletişimin önemini işaretleyen bir ifade.

Bu durum, ağaçlardan geçilmez ormanlarda güçlükle ilerlemeye benzediğinden, aydının aktarımlarını karşısındakinin anlayacağı gibi çevirmesi, anlaşma zemininin oluşmasını sağlar.
Günümüzde farklı paradigmaların bakışıyla ortak değerlendirmeler üzerinden dışlaşan farklı  kavramlarda aydına düşen en önemli sorumluluk, tartışmalara bu doğrultuda yanaşmaktır.

Bilişim çağında hızla bozulan normların, aynı hızla yenilenmemesinin yol açtığı “değersizleşme” ortamında, özellikle medya üzerinden kamuoyu belirleyici tartışmalarda aydınların, bu çevirmenliğin işlevini iyi kavramaları gerekiyor.
Gerçeğin çok yanlı doğruları taşıdığı, çoğunlukla doğru kabul edilenin gerçeğin sadece bir yanını yansıttığı ve algılanmasının bu doğrultuda olacağını unutmaması gereken aydın oluyor. Algıda tek doğru geçerlidir ve herkes bunu anlamalıdır yanlışına düşmemek için aydın cahilin dilini anlayarak ona gerçeğin doğrusunu anlatabilir.

Son zamanlarda iyice artan özellikle Atatürk ve Cumhuriyet hakkında farklı ve birbirinin tam zıddı paradigmalar aslında bu tek yönlü gerçek algısından doğan yanlış okumaları yansıtmakta. Çoğunlukla bilgisel kodlanma farkı ve eksikliğinden doğan tartışmalarda herkes kendi birikimi doğrultusunda bir taraf olduğundan, bilmeyenin dilini anlama çabası yani kültür çevirmenliği aydın olana düşmektedir. Bu da gerçek aydınlarca kuru bir taraftarlıktan daha zor olsa da, önemli bir sosyal sorumluluk olarak anlamlandırılmalıdır.

Sevgi Özkan


Siz, Yine Benden Duymuş Olmayın.

Benden duymuş olmayın ama Cengiz Han köpekten korkarmış.
Aramızda kalsın diyemeyeceğim çünkü ben de bir TV programındaki Moğol tarihi uzmanından duydum.
Benim takıldığım nokta fetih kahramanlarının çoğunda böyle çelişkili özelliklerin bulunması.

Dünyaca ünlü bu hükümdarın zalimce saldırganlığı ile köpeklerden korkması arasında nasıl bir bağ kurulacağı belli. Çünkü genel olarak zalimliğin ardında korkaklık yattığı inancı teselli değilse, bu acımasız saldırganlığın arkasında böyle Freudyen bir bağ bulunacaktır.

Hayvan sevmemekle hayvandan korkmak aynı şey değildir ama acımasızlıkla korkaklığın çoğu zaman eş değer olduğunu, aslında kahraman diye okunan fetih zalimlerinin çoğunda da böyle kişilik özelliklerinin farklı bir anlam kazandığını biliyoruz. Tam zapingleyip geçerken Cengiz Hanın o kadar kişiyi katletmesine tarihçinin şöyle gerekçelendirdiğini duydum.
“O, aslında herkesi değil kendine itaat etmeyenleri öldürttü.” 
İşin püf noktası da kahramanlığın, aslında kendine itaat etmeyenden korkarak onu yenmek değil ortadan kaldırmak olarak anlaşılmasında zaten.
 
Bir kaç yıl önce Cengiz Hanın yayılma politikasını anlatan bir belgeselde, zalimlikleriyle meşhur Çinlileri bile yıldıran acımasızlığını ürpererek izlemiş biri olarak onun yaptıklarını kristalize eden bu tarihçi ifadesi de bana hafifletici gelmiyor ve kahramanlık yorumuna o gün bugündür kuşkuyla bakıyorum.
Sevgi Özkan  

19 Ekim 2012 Cuma

Paradigma farkını unutmamalı


Paradigma Farkı

AB’nin Nobel ödülü kazanması ve AB’nin değerlendirme raporunun yayınlanması AB’yi tekrar ülke gündemine soktu.

AB’ye Nobel ödülünün verilmesinde en önemli değerlendirme, Birliği oluşturan ülkelerin kendi aralarında barışı sağlamayı başarmış olmaları. Zira dünya barışının sağlanmasının yolları buradan geçiyor. Bu önemli noktayı kavramadan yapılan değerlendirmeler, ülkemizde gittikçe egemenleşen anlayış ile AB arasındaki anlamlandırma farkını hesaba katmak gerektiğini gösteriyor.Çünkü AB ile aramızdaki değerlendirme farklarının temelinde bu anlamlandırma ve fikirsel konulara düşünsel değil duygusal ağırlıklı tepki gösterme farkı yatıyor.

Aslında bu fark, doğulu ve batılı olmanın temelinde de yatan en önemli belirleyici.

Sanayi devrimini yaşayan AB toplumlarında fikrin fikirle, bizim gibi bu aşamayı tam geçirmeyen toplumlarda da fikrin ve hemen hemen her alanda olan bitenin duygusal tepkiyle karşılanma ve cevaplanma alışkanlığı geçerli.

AB ile pek çok konuda ayrı düşmemizi sağlayan temel paradigma farkını belirleyen de bu durum. Bunun tüm insani ilişkiler gibi politik ilişkilere de egemen olması şaşırtıcı değil.
Batılılaşma yolunda standart oluşturma gibi artılara duygusal tepkilerle yönelmekten doğan bu anlamlandırma farkı. Ülkemizde fikirsel konuların çoğunlukla küfürleşme ve yumruklaşma gibi duygusal tepkiyle ele alınması, bu davranışın dışında kalan toplumlar için kolay anlaşılır bir nokta değil.

Kapısını çalıp katılmak isteğimizi bildirdiğimiz bu farklı paradigmal bütünlüğün, sadece ekonomik kıstaslar veya ahlaki ölçüler bazında değerlendirilip aramızdaki bu anlayış farkının hesaba katılmaması karşı tarafı anlamamıza ve de onların da bizi anlamasına en büyük engel.
Aslında bu iki tarafın da birbirini anlamadığının en güzel ispatı.

Son zamanlarda ülkemizde Avrupa ve Amerika toplumlarına göre daha iyi gözüken ekonomik gidişata dayanarak AB’yi yaşadığı ekonomik kriz nedeniyle eksileme eğilimlerinin artması, birliğe girmek amacımızın nasıl ölçülere dayandığını onlardan çok bize gösteriyor. AB ile ilişkilerde onların iki yüzlülüğünü konu ederken kendi iki yüzlülüğümüze yeterince değinmememiz, öz eleştiri kültürümüzün seviyesini değil olmadığınıortaya koyuyor. AB’nin batmasını bahane ederek rahatlamanın, o gidişatı yeterince ve çok yönlü kavramadığımızı bir daha gösteriyor.

Batının evrensel insani değerler üzerinden başarmaya çalıştığı hedeflerin AB denemesiyle gerçekleşmemesi, artık savaşların yıkımı bilincine ulaşan  insanlık için oh çekilecek bir durum değil.
Zira bu insalık tarihi boyunca yaşananlardan damıtılarak varılan o değerler, sadece batının başarısıyla oluşan bir medeniyet değil, insanlığın gelişmesinde ezilenin de sömürülenin de ortak acısıyla oluşmuş herkese ait değerlerdir. Bu hedefi işaretleyen yolda batıya katılma ve AB ile bütünleşme isteğine herhangi bir medeniyete katılmak gibi değil bu gözle bakmakta yarar var. Anlaşmazlık noktalarının karşılıklı suçlamalardan çok, aradaki bu farkı hesaba katarak değerlendirmekte yarar var.

Sevgi Özkan

 

14 Ekim 2012 Pazar

Vitrindekiyle içerdekinin aynı olmadığı anlaşılmaya başlandı mı?
Vitrine konanla içerde satılanın aynı olmadığının benimsendiği bir aldatma kültüründe yaşıyoruz.
Bu yanılsamanın son yılların şununla bununla hesaplaşıyor diye sunulan politik adalet arayışlarında da geçerli olduğunu görmeye başladık.
Zira toplum adına yüzleşme ve hesaplaşma diye harekete geçenlerin, aydınlık günler hayaliyle bu karanlık işleri anlamayan bazı aymaz aydınların kolaylaştırılıcılığında, hesaplaşılması gerekenler yerine hesap sormak istenenlerin konulduğunu, kurunun yanında yaş olanın da yanmaya başladığını görüyoruz.
Vitrinde vaat edilen ile içerdekinin farklı olduğunu hesaplaşmada göz ardı edenler, yapılanlarıuzun süre, vitrindeki diye savunmaya devam ettiler.
İçerde “gömlek bulamadık, pantolon verelim” dercesine asıl suçluların yerine asıl suçlanmak istenilenlerin konulduğu anlaşılmaya başlayınca, önce olur böyle aksaklıklar dediler, ortaya çıkan gerçeklerin örtülemeyeceği anlaşılınca da: insiyatif kullanıp pantolonu reddedenleri suçlama kolaycılığına kalktılar. Bu arada suçlu yerine suçlanmak istenenleri alanlar, Üsküdar’ıgeçip gözden kayboldularsa da, ardındakiler yolu şaşırıp önce en kolay yolu seçerek yargıya yüklenmeye ardından da, “açık” sandıkları yolun tıkanmaya başladığını gören otobandaki uyanık sürücüler gibi geri geri gelmeye başladılar. Yolun doğru ve açık olduğunu sanarak henüz istikamet değiştirmeyenler ise birbirlerini suçlayarak doğru yolda olduklarını iddaa etmeye çalışıyorlar.
“Türkün aklı başına sonra gelir” sözüne dayanarak hata yapma olasılığınıbenimseyen bazı aydınlar, yine hata yapıp sonra yanılmışım diye durumlarını hafifletmeye, kendilerini de haklı görmeyi sürdürüyorlar. Böyle yaptıkları hatayı hep sonradan anlayanlar, kendi yargılarından hiç gocunmayıp hep başkalarının hatasıyla uğraşarak durumu kurtardıklarından onlara hatalarını yapmadan anlamasını hatırlatmanın bir yararı olmadığı anlaşıldı.
Ne var ki artık yol tıkandı. Şimdi ne olacak?
Gerçek suçluların yerine rehin tutulanlar, adaletin gerçekleşmesi için gün sayarken, gerçek suçlular yine arazi oldu. Kim kimden neyin hesabını soracak? Yanlıştan dönülmesini ve çözümü kilitleyen de işte bu durumlara yol açanların kapıldığı korku.İyi de “korkunun ecele faydası” olmadığını herkes çok iyi biliyor.
Sevgi Özkan