31 Mart 2012 Cumartesi

CİNLERİN İLERİ KULLANIMI(!)


Son zamanlarda yaşanılan ve akıl yoluyla açıklanamayan tüm gariplikleri artık cinlerle açıklayabileceğiz.

Nerden çıktı dememeli zira elin oğlu, cinleri uzay araçlarındaki çözümlenemeyen problemlerde veya casusluk teknolojilerinde başarıyla kullanıyorlarmış,

Mesela Rusların bu konuda başarılı oldukları tescillenmiş.
Bizim cincilerimizin bu konuda aranan nitelikte olduğunu da yeni öğrenmiş bulunuyoruz.

Devlet televizyonunda ki bir programda bu konunun ciddi olarak işlenmesi, duyanlara önce yeni tip bir şaka programıyla karşı karşıya mıyım dedirtse de, bunun gazetelere haber yapılarak doğruluk payının artması, teknoloji bu kadar mı ilerledi diye düşündürtüyor.

Yıllar yılı ve özellikle son yıllarda devlet yönetim sistemlerinde görünmez eller operasyonlarıyla bilinmeyen güçlerin marifetlerine alışan toplumumuzun cinlerin ileri teknolojide kullanılmasına da şaşırmayacağı bekleniyor olabilir.

Her zaman iyimser olmayı sürdürenlerimiz bu haberi öbür dünyayla bağlantı kurma teknolojisinde bir ilk adım olarak biraz daha temkinli olanlar ise cinlerin tanımının bilimsel olarak yapıldığını düşünebilirler.

Birkaç yıl önce insanların vücudunun mikroplardan oluştuğunun saptandığı haberi de, kimilerine, birine mikrop demenin pek de temelsiz olmadığını düşündürtmüştü.

Her şeyin en ilerisine talip olmaya alıştırılan toplumumuzda ileri teknolojide öbür dünyaya uzanacak kadar da ilerlendiğini ve ülkemizde pek çok disiplin açısından bu kadar ileri gidildiğini görmeyi gurur verici bulanlar olabilir.

Her yapılan bu kadar ileri olunca toplum geride mi kalıyor acaba?

Yoksa tüm geriliklerimiz bilinmeyen ileriliklerde derece mi yapıyor karar vermek gerek.

İleri demokrasi deneyiminden sonra bu soruları cevaplamakta da şimdilik pek ileri gitmemekte yarar var.

Sevgi Özkan

28 Mart 2012 Çarşamba

NEYİN EĞİTİMİ?



Kitlelerin ve geleceklerini ilgilendiren konuların tartışılmasında sokağa inmeye yol açan durum mecliste demokratik yollardan gerçekleştirilemeyen şeylerdir.

Dünya görüş ve algılarının zıtlığından oluşan bu paradigmalar savaşında 4+4+4 önerisi, önerenler için din eğitimi yolunda bir savaş  gibi algılanıp algılatılmaya çalışılırken cengaver gibi karşı dövüşmek de işin eğitim yanından çok sevabı olarak algılanıyor sanki.

Söz konusu olan zorunlu temel eğitim uygulamasının biçimi gibi görünse de tartışılanın altında dini eğitimi erken yaşta zorunlulaştıracak hale getirmek üzerinden biçimleniyor.

Bir AKP li ateist insandan kimseye hayır gelmez diyerek İmam Hatiplerin Orta kısımlarının açılmasını neden gerçekleştireceklerini ve ne yaparlarsa yapsınlar bu yasayı geçireceklerini marifet gibi söylemekten çekinmiyor. Yani asıl nedeni ifşa etmekte bir sakınca görmüyor.

Kavramsal değerlendirmelere açık olmayan bu zihniyet onları, tüm bilimsel verilere karşı kendi önerilerini zaten tartışılmayacak kadar geçerli tek doğru sanma yanlışına sürüklüyor.

O zaman neden bu yasayı bu sonucu almak amacıyla kamuoyuna açıkca sunmayıp, çeşitli yorumlar la üstünün kapatmaya çalıştıklarını sormak gerek.

Demokratik rejim iktidarların doğru sandığı şeylerin oylanması, iktidarın istediği yasanın geçmesi ise demokratik olmayan rejimlerden hangi farkla ayrılacak acaba?

Yanlış bulunana karşı durma hakkının baskılanması demokrasilerde mümkün olabilir mi?

Görünüşte fikir alınıyor gibi yapılan tartışmaları demokratlık gösterisine çevirerek demokrasi varmış gibi yapmak, oylamaya gelince türlü düzenlemelerle kendi çoğunluklarının oyunu geçerli kılmak nasıl demokratik bir tutum sayılabilir ki?

Baştan karar verilmiş bir şeyin oylamayla kabul ediliyormuş gibi yapılması ve bunun için tüm güçlerin kullanılması demokrasiyle açıklanırsa demokratik olmayan nasıl tanımlanabilir
Bir ülkede bu soruların kafalarda sorulmasını zor kullanarak önlemek mümkün olabiliyorsa o zaman ağızlarına demokrasi sözünü almadıkları sürece kendilerini galip hissedebilirler.
Sevgi Özkan

25 Mart 2012 Pazar


Nesilden nesile tekrarlanan ve öz deyişlerle biçimlenen davranışlar, geleneksel zihin kodlanmalarından daha güçlü bir örgüt olamayacağını göstermiyor mu?
ORTALAMA AKLIN TEMELSİZ “İLERİLİK”LERİ !


Eğitimli, eğitimsiz tüm bireylerin yapıp ettiklerinden doğanlardan ortaya çıkan düzen o
toplumun ortalama aklını yansıtıyor.

Trafikte veya toplu varoluş alanlarından dışa vuran ortak davranış ve tutumların bu ortak aklın ürünü olduğu bir gerçek.

“Biz” paranteziyle nitelendirilen karakteristiklerimizin pek çok oluşumda ortaya çıkan en tartışılmaz özelliği, akıl ve düşünceyi yansıtmayan duygusal tepkilerin çokluğu.

Sorunları anlama ve çözüm üretme yerine çoğunlukla kızma, bağırma, kavga etme veya bireyi yok sayan samimiyetsizliklerle yanaşılması geçerli oluyor.

Her tür özel eğitilme olgusuna karşın yeni nesillerin büyük çoğunluğu, bu ortak davranış kodlanmalarıyla büyüyorlar.

Nicelik ve niteliksel değerlerle azınlıkta kaldıkları ve kendi karşılıklarını toplumda bulamadıkları için genele örnek olacak yeterli etkileşimi de yaratamıyan gerçek eğitilmişler insanlar yok sayılabiliyorlar.

Son yıllarda hızla yaygınlaşan internet kültürünün de etkileriyle ortalama aklın oluşturduğu tablo, farklı paradigmalıla büyüyen insanlar toplumuna dönüşüldüğünü gösteriyor.

Alt yapısı sağlanmamış ileri teknikleri uygulamayı bireyin ve toplumun gelişmesi için yeterli bulan bunu da çağdaşlık sanan yönetim sorumluları da, yeni olan iyidir toptancılığıyla kısa aralarla farklı eğitim uygulamalarınca kodlanan gençler yetiştirmekte hiç sakınca görmüyorlar.

Düşünce ve bilimsellikten uzak kısa süreli bu uygulamalarla, bir sonrakinin bir öncekini yok ettiği kodlamalarla tüm normların deforme olduğu bir toplumda, ortalama akıl da maalesef akılsızlık ve de gerilik olarak biçimleniyor.

Sevgi Özkan

17 Mart 2012 Cumartesi

DİNDARLIK KAVRAMI ÜZERİNDEN PEDAGOJİK ÇEŞİTLEMELER


“Birinciye Silah, İkinciye bomba”

Dindarlığı düşmanlıkla kaynaştıran bu pedagoji örneği çok şeyler anlatıyor.

Haber geçtiğimiz Eylül ayında medyada böyle sunulmuş.

Somali’de dini bir örgütün düzenlediği Kuranıkerim yarışmasında kazanan üç çocuğa verilen ödüller:

Birinci çocuğa, bir tüfek ve 700 dolar,

İkinciye, bir tüfek ve 500 dolar,

Üçüncüye de, iki bomba armağan edilmiş.

El Kaideye bağlı Endülüs radyosunca düzenlenen bu yarışmada ayrıca çocuklara dini kitaplar da armağan edilmiş. İşte size çekirdekten başlayan dört dörtlük bir kariyer eğitimi.

Yarışmanın gerekçesi Birleşmiş Milletlerce desteklenen hükümete karşı savaşan bu silahlı örgütün açlık nedeniyle azalan etkinliği olarak açıklanıyor.

Çocukları kendi davalarına militan yetiştirmek için doyurup silahlandıranların arttığı bir dünyada barış sözünün anlamı ne olabilir ki?


Okulda Namaz Zili

Yeni eğitimyılına başlarken İran Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri orta okul ve lise seviyesindeki öğrencilerin okulda namaz kılması için namaz zilinin çalınmasını zorunlu hale getirdikleri medyada haberleştirilmiş.

İlgililerin hedefi, zilin çalmasıyla tüm öğrencilerin birlikte namaz kılmalarını sağlamak ve bu  yolla  namaz kültürünün tüm toplumda yayılması amacına ulaşmakmış.

Yine geçen Eylül ayında medyada yer alan bu haber, namaz kültürünün yaygınlaşması hedeflendiğini işaretlediğine göre, topluca namaz kılmanın yaygın olmadığını göstermekle kalmayıp, "dindarlık" pedagojisi(!)nin çocuk ve gençlere hangi zorlamalarla yaşama geçirildiğini gösteren sosyolojik veriler olarak önem kazanıyor.

Sevgi Özkan 

10 Mart 2012 Cumartesi

"ZAMANIN RUHU", "ZAMANIN YÜZÜ"


“Zamanın ruhu” sözünü en basit olarak, olan biten, yaşanmışve yaşanacaklar üzerine gelişen
dikkat vetoplu algıların topluca yansıttığı duygu ve düşünceler diyetanımlarsak, o ruhun yüzlere yansımasından doğan ortak fizyonomiye de “zamanınyüzü” diyebiliriz.
Günümüzün İnternet, medya ve ortak dikkat alan iletişimleriyle her an uyarılanbeyinlerin kendini koruma refleksinden doğan ortak bir yüz yaratması dakaçınılmaz gibi.
İnsanlar her şeyi hem görüyor, hem duyuyor, hem biliyor amaaslında hiçbir şeyi anlamıyor gibi şaşkınlar.
Tüm yüzlerden orada olsa da, orada değilmiş hali yansıyor.
Tüm iletişim kanalları her türlü saldırıya açıkken, dikkatlergereken konular üzerine gerektiğince yoğunlaşamıyor.
Hem meşgul, hem şaşkın, hem bilmiş, hem unutkan, hem dolu,hem boş bakıyorlar.
Zaten kimsenin kimseyi doğru dürüst anlamadığı bir dünyada beyinlerinkontrolsuzca kendine ulaşan uyaranları durdurmak için geliştirdiği bu refleksle artık bırakın kimseninkimseye anlamasını kolay  kolay kimsekimseye ulaşamıyor. Herkes şaşkın, herkes meşgul.

Sevgi Özkan





9 Mart 2012 Cuma

DAYAKLI, CİNAYETLİ KADIN ERKEK İLİŞKİLERİNİN ÖNEMLİ SORULARI?



Bugün 9 Mart.

Dün kadına şiddeti önleme bilinci ne kadar yükseltildi bilemesek de, algı ortalaması hesaba katılınca ne yapılsa kardır.

Erkek egemenliğiyle oluşan genel yargıların da ürünü olan kadına şiddet yasası çıkarmak yetmese de, önemli bir aşama sayılabilir.

Esas önemli olan bu sorunlara yol açan etkenlere çok yönlü bakabilmeli.

Bu sorun tüm dünyanın problemi olsa da bu sorunların toplumumuzdaki algılanma biçimleri üstünde durulacak noktalar içeriyor.

Kadın dövmeyi erkekliğin ispatı sananlar, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için ne düşünüyorlardır acaba?

Anasının elini öpen aynı adamın, karısı ve kızına bir vuruşta duvarı öptürmesi nasıl mümkün oluyor?
Erkek gözünde “dövülesi kadın” hangi kategoriye girer?
Dizini dövmemek için kızını dövmeyi şart sayan anlayışın genetik kodlanmasıyla büyüyen erkeklerin çoğunlukta olduğu bir toplumdaki kadınları, dayak ve öldürme gibi şiddetten sadece yasal düzenlemelerle kurtarmak mümkün mü?

Oğullarının ellerini öpmesini bekleyen analar, gelinlerinin dövülmesine oh olsun deyince, dövmenin mi, dövülmenin mi kıymetini bilmiş oluyor?

Sevgi ve kıskançlık duygusunun ispatı öldürmeyse, nefretin ispatı ne olabilir?

Hergün hırpaladıkları kadına yılın bir günü çiçek uzatanlar, bir daha el kaldırmazlar mı yoksa bedelini ödediğini düşünerek dövmeye devam mı ederler?

Dövülen kadınlar, öldürülmeye göre daha tercih edilebilir göründüğü için mi, “erkek bu döver de, sever de” değerlendirilmelerine sığınarak uzatılan çiçeği alıp, ilişkilerine yeni bir kredi açmak zorunda kalırlar?
“erkek dediğin böyle yapar ” örneklemesiyle güç kodlayan ana ve babaların, kadınlarla ilişkisinde canavarlaşma sürecine giren oğullarına nasıl bir altyapı sunduklarının farkında mıdırlar?
Kadın/erkek ilişkisinde kadını insan olarak özgürlüğünü kavrayamayan ve gelişen iletişim olanaklarıyla ilişkilerini anlamlandırma açmazına düşen erkekler eşlerine gelen her mesajla aldatıldıklarını düşünmekten kurtulabilirler mi?
Buralardan beslenen kadın ve sevgililik algısına bağlı cehaletlerin bir çığlığı olarak gelişen kadın cinayetlerini sadece cezalandırmakla önlemek mümkün mü?

8 Mart mesajlarıyla yetinilemeyecek kadar büyük olan bu sorunu önleyebilmek için önce doğru anlayabilmek bunun için de bu olaylara pek çok etkenin yanında bu açılardan da bakmak gerek.
Sevgi Özkan



4 Mart 2012 Pazar

AVATARLARIMIZ NASIL OLMALI?

Yüz nakli, kol nakli derken robotlara insan beyni nakline az kalmış.


Bugün Vatanda AVATAR gerçek oluyor kehanetli haberi

okuyunca eyvah korkulan gerçekleşmeye başladı dedim.

Sibernetik biliminin korkulu öngörülerinden olan bu girişim  birbirinden farklı sonuçlara varabilecek olan insanın robotlaşmasından, robotun insanlaşması düşüncesine geçildiğini gösteriyor.

Hedefte vücüdun tamamı söz konusu olacak diye

düşündürten bu haberde İternet gazeteciliğinden

milyoner olan bir zenginin 100 Bilim adamıyla  insan

aklını robotlara nakletmek için çalışmalar başlattığına

değiniliyor.

31 yaşındaki Rus Dmitry ltskov’un, hedefine on yılda ulaşacağını söylemesi ilk önce acaba insa eliyle üretilen çağdaş canavarlara az mı kaldı sorusunun ürpertisini yaşatıyor.

Projenin adının Avatar olması da rastlantı olmadığı bu adlı filmden etkilenen girişimcinin Avatar yani insan aklına sahip robotlardan sonra yapay insan vücudu geliştirmeye de talip olduğu duyuruluyor.
Itskov, insan beyninin robota nakledilmesiyle insanın aklıyla robotun içinde yaşamaya devam edeceğini ve bir cerrahi müdahale olmadan bilgisayar ortamında bu aklın güncellenebileceğini düşünüyor ayrıca yapay insan vucudu ve ölümsüzlüğe buradan ulaşılacağını belirtiyor.

Bu Proje kapsamında Moskovada gerçekleşen “Russia 2045” oluşumu için  2 bin 500 bilim adamı ve fizikçinin bir araya getirilmesine Pentagonun kendine bağlı silah ve robot asker gelişim projelerini yürüten DARPA’nın da 7 milyon dolar katkı yaptığı ve Russia 2045 konferansının ABD’de “Küresel Gelecek 2045” adıyla yapılmasına önayak olduğu da bildiriliyor.

Itskov’un, kendi robot prototipini bile yaptırdığını, "İnsanlar ölmek istemiyor. Mükemmel tasarlanmış bir Avatar toplumumuzun parçası olabilir "demekle kalmayıp 
akıl transferinde önceliğin yaşlılar, bedensel özürlülerde olacağı ve Pentagon’’un destek verdiği bu projeye bir takım din ve bilim adamlarının karşı çıkmalarını da anlayışla karşıladığı belirtilip "belki üçüncü aşamada yapay insan beyni geliştirebiliriz” dediği de değiniliyor.Bu gelişmeler her şeyden önce savaşların robotlarla yürütülmesinin yakın olduğunu gösteriyor.
Henüz insanlar birbirlerine laf anlatamazken robotların insanlara veya insanların onlara nasıl laf anlatabileceği düşündürücü.
Hiçbir politik gücün Robotun fiziki kapasitesiyle baş edemeyeceği tartışılmaz olduğuna göre:
"Koydum mu oturturum" tavrına veya çeşitli politik atraksiyonlu siyasi iletişimlerde, vucudu robota takılmış insan beyni nasıl bir cevap vereceği,
"Gücü, gücüne yetene" anlayışlı politikacıların robotlarla nasıl karşılaşacağı, robotlar politikacı olursa seçmenlerin onlardan neler bekleyeceği ise işin diğer düşündürücü yanları.

Bunlara daha çok zaman var, insan aklının bu sorularına cevaplayacak robotları olacak diyenlere ne vakti demek bile yersiz ,habere bakılırsa bunları düşünmek için vakit zaten çok geç. Kendi avatarlarımızın özellikleri ne olacak diye vakitlice düşünmeye başlamalıyız.

Sevgi Özkan









.


3 Mart 2012 Cumartesi

 0-18 Medya Grubu olarak bugün Radikalde çıkan kavramsal irdeleme yazımız.

Okula gitmek hakkı, hiçbir çocuğun elinden alınamaz
03/03/2012 2:00


Uluslararası ölçümlerde gençlerimizin özellikle 'okuduğunu anlama' yönünde eksilerde kalması, okula gitmek kadar eğitim ve öğrenim niteliği açısından da onlara 'iyi' şeyler sunamadığımızı gösteriyor.

Okulöncesi eğitim, bir çocuk hakkıdır.
SEVGİ ÖZKAN (Sosyolog)
Çocuk gelişiminde en önemli dönemin 0-6 yaş arası olduğu, tartışmasız bir kabuldür. Eğitim bir bütün olduğundan, okulöncesi eğitim ve okula gitmek de önemli bir çocuk hakkıdır. Bu hak, ana-baba ve devletin sorumluluğunda olsa da uygulamada onların keyfine bırakılamayacak kadar ciddi bir haktır.
Okulöncesi okullaşma oranının yüzde 50’nin bile altında olması, çocuklarımızın tümüyle bu haktan yararlanmadığını gösterir. Gelişmişlik ölçülerinin gerisinde olan bu oranın yüzde 100’e çıkması gerekirken zorunlu olmasından uzak değerlendirmelerle ele alınması, çocuk eğitimindeki ortalama algı ve bilgimizin de geriye düştüğünü gösteriyor.
Bunu kavramayanların, bazı değişimler yapılsa da ilköğretim zorunluluğunu kesintiyle 12 yıl uygulama isteği de aynı durumu işaretliyor. Ülkelere göre farklı uygulansa da bizde okulöncesi ve ilköğretimin kesintisiz zorunlu olması, sosyal sermaye olarak insanımızın evrensel ölçülere uyması için gerekli. Yeni eğitim düzenlemesinde görüldüğü üzere geri kalmışlığa çare, yenilik diye var olan şartlara mazeret oluşturan yasalarla yetinmek değil, sorunun bilimsel kıstaslara uygun çözümünün hedeflenmesidir.
PISA gibi uluslararası karşılaştırmalı ölçümlerde gençlerimizin özellikle ‘okuduğunu anlama’ yönünde eksilerde kalması, okula gitmek kadar eğitim ve öğrenim niteliği açısından da onlara ‘iyi’ şeyler sunamadığımızı gösteriyor. Ezbercilik ve test eğitimiyle, düşünce yeteneği çoktan seçmeli şıkkı işaretlemekten öte gelişemeyen gençlerin, okuduğunu anlama kabiliyeti de bu işaretleme becerisinden öteye geçememekte. Beyin gelişimlerinin en önemli dönemi harcanan ve düşünme yeteneğini geliştirmeyen uygulamalarla eleştirel ve rasyonel düşünmeyi öğrenmemiş olarak yetiştirmek de çocuklarımızın haklarının ihlal ve istismarına girer.
Eğitim hakkı
NİLÜFER BALTA (Hukukçu)
Anayasamızda eğitim hakkıyla ilgili kapsamlı bir düzenleme mevcut olmayıp yasama organına bu konuları yasalarla düzenleyebilme imkânı sunulmuştur. Oysa zorunlu eğitimin kaç yıl olacağı da dahil olmak üzere –ki artık bilginin en değerli ürün olduğu yeni dünya düzeninde 12 yıldan az olmaması gerekir- eğitimin amacı, ilke ve esaslarının, uluslararası belgeler ışığında ve uluslararası standartlarda anayasada ayrıntılı biçimde düzenlenmesi gerekir. Aksi takdirde, her gelen yönetimin kendi politik ve ideolojik görüşüne göre eğitim alanında oynamalar yapması kaçınılmazdır.
Son olarak gündemde olan İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nda yapılması düşünülen değişiklikler de bunun bir göstergesi. Eğitim sistemindeki sorunları çözmekten uzak olan söz konusu değişikliklerin, engelli, çalışan, cinsiyet ayrımcılığına uğrayan, yoksunluk ve yoksulluk içinde bulunan bütün risk altındaki çocukların maruz kaldığı fırsat eşitsizliğini ortadan kaldırması düşünülemez.
Olmadı, sil baştan
TANZER GEZER (Yönetim Uzmanı)
Kanun tasarısında, 8 yıllık kesintisiz eğitim nedeniyle çocuğun, fiziksel ve psiko-sosyal gelişimi açısından yaş grubuna göre ayrı mekânlarda eğitim alması gerektiği, okulların fiziki yapılarının aynı anda her yaş grubu için uygun olmadığı, pek çok köy okulunun işlevsiz kaldığı, taşımalı eğitim ve yatılı eğitim nedeniyle de ailelerin kız çocuklarını okutmak istemedikleri gibi durumların oluştuğundan bahsedilmekle, uzmanlarca önceden bildirilen olumsuz öngörülerin doğrulandığı anlaşılmakta. Yeni kanunla bir önceki fiziki ve idari koşulların yeniden aktif hale getirilmesi anlamlı ve kolay.
Bu yönüyle 8 yıllık temel eğitimin 4 yıla indirildiği, +4 dendiğinde ise çocukların 10 yaşından itibaren meslek eğitimlerine başlayacağı ve bunun da Çocuk Hakları Sözleşmesi ile “Çocukların çalışma alt sınırı 14 yaştır” iç hukuk düzenlemesine aykırı olduğu anlaşılmakta. Bu açıdan çıraklık yaşının düşürülmesinin tekliften son anda çıkarılması anlamlıdır.
Bunun yerine getirilen eğitimin 2. kademesinde ‘seçmeli dersler oluşturulması’ düzenlemesi, çocukların bu yaştaki gelişimleri göz önünde bulundurulduğunda, kendi eğitimleri konusunda karar verme sürecine katılımlarının ancak ‘mesleki yönlendirme’ şeklinde gerçekleşebileceği gerekçesiyle çocuk yararına olmayıp aksine çocuğa yetişkin dayatmasını getirmektedir.
Okul, çocuğun kazandığı en büyük evrensel çocuk olma hakkıdır.
NECDET NEYDİM (Öğretim Görevlisi)
‘Çocukluk’, modernitenin yeniden ve daha geniş biçimde tanımladığı bir kavram ve belki de insanlığa yaptığı en büyük armağandır. Feodalite çocukluğu 7 yaşında bitirirken modernite 18. yüzyılda bunu 14 yaşa yükseltmiş ve BM Çocuk Hakları Beyannamesi son noktayı 18 yaşla koymuştur. 0-18 yaş arasını çocukluk dönemi olarak kabul eden devletler, uygarlığa adım atanlar olarak tanımlanmayı hak etmiştir. Ancak kabul etmek, aynı zamanda bir taahhüdün altına da girmektir. Bu, çocuğa farklı bir dünya (okul) sunulacağının vaadidir, sorumluluk üstlenmektir.
5 yıllık eğitim, devletin çocuğun sorumluluğunu bu süreyle üstlenmesi anlamına gelirken bu süre 8 yılla daha da arttırılmıştır. 12 yıllık zorunlu eğitim ise özü itibariyle asıl vaadin yerine getirilmesi anlamını taşımakta. Ancak burada temel nokta, devletin bu düzenlemeyi yaparak çocuğun (kız ve erkek) tüm sorumluluklarını üstlenmesi. Bu durumda devlet, bütün nötr haliyle, çocuğun çocuk olma haklarını güvence altına alacak; onu cinsiyet eşitliğine, çocuk gerçekliğine dayalı bir eğitimle, sosyal hayatın eşit bir bireyi ve ülkenin yurttaşı olarak hayata göndermeyi üstlenmiş olacaktır. Bu sürecin kesintili olması, çocuğa dönük dış müdahalelere zemin hazırlayacağı gibi, çocuğun doğal hakkı olan okulun kesintiye uğramasına da yol açabilecektir.
Ailenin, insan haklarından kaynaklanan kendi kültürel ve inançsal birikimini çocuğuna aktarması elbette engellenemez. Ancak bu, aileye, çocuğunu okul sisteminin dışına çıkarması hakkını vermez. Okul (okuma, öğretim değil), çocuğun kazandığı en büyük evrensel çocuk olma hakkıdır ve bu hakkı, insan olma sürecini yaşayarak kullanır. Bunu kimsenin elinden alması söz konusu olmamalı. (0-18 Medya Grubu)

1 Mart 2012 Perşembe

ÇOCUKLAR ZATEN "KİN"LE BÜYÜYOR


Yıllardır çoklu medya takibiyle dikkatini medya sosyolojisiüzerinden toplumumuzda egemen olan “ÇOCUK” algısını izlemek, çok şeyleri gösteriyor.

Medyaya yansıyanlardan, çocuklarımızın nelere maruz kaldığınıve bu alandaki değişimlere rağmen çocuk hakları bilincinin içselleştirilmediği,gelişmemiş çocuk sevgisi ve dikkatinden doğan pek çok yanlışın benimsendiği birtoplum olduğumuz görülüyor.
Son yıllarda konuya dönük dikkat artışı ve gelişimi olsa dakitle bilinci hala çok yetersiz.

Çocuklarımızın büyük bir kısmı açlık, yoksulluk ve eğitimsizlik içinde.

Karnını doyurmadığımız, giydirip okutamadığımız, evdenkaçıp çeşitli tehlikelerle sokaklarda yaşamaya mahkum ettiğimiz, ev yangınlarında,lağım çukurlarında, göletlerde boğulmalarını önleyemediğimiz, trafik, okul ve alışverişlerdekazalara uğrattığımız, kaybolma, cinsel taciz ve saldırılarda, içeriksizeğitimlerde, aile cinayetlerinde ruhen ve bedenen yaralayıp kaybettiğimiz “çocuk”gerçeğiyle yaşıyoruz.

Son olarak Pozantı Cezaevinde olup bitenler ve bunlar karşısında attıkları çığlıkları duyulamayan, yine gözleri önünde aile cinayetleri işlenen ve böyle örneklerin çokolduğu haksızlıklar ortamında büyüyen çocukların, bu toplumda hangi kinlerlebüyümekte oldukları belli.

Bu nedenle yeni nesilleri ayrıca kindar yetiştirmeye kalkmaya gerek yok.
Yapılması gereken, bu çocuklarımızın içinde bulunduğu kötü ortamları yok edecek düzenlemelerle bu şartların yarattığı kinleri unutturacak ve yaralarını sararak olumlu duygularaçevirecek hedefler belirlenmesi olmalı.
O zaman pekçok örnekle model olduğumuz çocuklarımızın yüzüne sıkılıp utanmadan bakabiliriz.

Sevgi Özkan