25 Eylül 2011 Pazar

MİLLETVEKİLLERİNE İLETİLEN EĞİTİM VERİLERİ


ERG yani Eğitim Reformu Girişimi, bir sivil girişim olarak ülkemizin Eğitim Politikası alanında yaptığı izleme araştırma ve çalışmalarla saptanan önemli verileri, milletvekillerine bir mektupla iletmiş.

Çalışma sonuçları özellikle gelecekle ilgili tehlikeleri ortaya koyuyor.

OECD’nin uluslararası ((2009) PİSA testinden çıkan 15 yaş öğrencilerimiz ile ilgili en önemli veri,  “okuduğunu anlamama” yani “öğrenememe” olarak saptanmış bulunuyor.
Durumu çeşitli yüzdelerle saptayan bu test, çocuklarımızın “öğretilememe” ve “öğrenememe” gibi nitelendirilecek bir eğitim alt yapısıyla yaşama başladığını gösteriyor.

OECD ülkeleri arasında ailenin eğitimi, geliri ve mesleki alt yapısı gibi, sosyoekonomik altyapı yetersizliğinin öğrenci başarısını etkilediği en kötü üç ülkeden biri durumundayız.

PİSA testi ile OECD ülkeleri arasında ölçümde böyle en kötü sonuçlardan birine sahip olmamızda eğitim sistemindeki fırsat eşitsizliğinin etkisi olduğu ve bu eşitsizliğin bu sonuca ve tekrar üretilmesine yol açtığı gerçeği, eğitim alanında neler yapılması gerektiğini de tayin eder nitelikte.

Ortaöğretim de okulun diplomasız terk edilmesinin okul türlerine ve de kız - erkek öğrenci üzerinden farklı yüzdelerle yüksek olması ve en az terk edilen okul türünün Anadolu Liseleri olması bu saptamalar üzerinden ortaöğretimde yeniden bir yapılanma gerekliliğini ortaya koyuyor.

Sonuç olarak 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde otuz beşinin okula gitmediği ve gidenlerin de okuduğunu anlayan, problem ve sorun çözebilen nitelikte bir eğitim almadığının saptanıp, ilgili vekillere bir mektupla bildirilmesi bir sivil toplum girişimi olarak önemli ve umut verici.

Gelişmekte olan ülkelerdekinin yarısına denk kamu eğitim harcaması ve bunun gayri safi milli gelire oranının gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarılması önerilerini de kapsayan önerileri içeren bu mektubun, milletvekillerince okunması ve anlaşılması ve de uygulamaya geçilmesi hemen umut vermese de, hepsinden önemli.

Sevgi Özkan

19 Eylül 2011 Pazartesi

OKUDUĞUNU ANLAMAYANLAR, KONUŞULANLARI NE KADAR ANLIYOR?


OECD’ce gençlerle gerçekleştirilen ülkelerarası araştırmalarında (PİSA),Türk öğrencilerin okuduğunu anlamama da sıralamada sondan üçüncü gelmesi, eğitim ölçütlerimizde dikkat edilecek noktalar açısından önemli.

Bu durum, ezbercilik, testli sınav sistemi gibi nedenlere dayandırılmayacak kadar geniş ve çevreli bir konu.

Az okuma ve düşünme kültürünün gelişmemesinin yanı sıra bilim ve bilgiyle sosyal ilişkilerin tüm alanlarında duygusal algılardan rasyonelliğe geçilemeyen bir davranış kültürü kodlanmasını da içeren ve eğitim dışına genişleyen bir etkileşimsizlik söz konusu.

Bugüne kadar okuma eyleminin azlığından şikayet edildiği ülkemizde esas sorunun okuduğunu anlamamak olması, üzerinde durulmayan bir konu.

Aslında insanların okuduklarını anlamaması bir yana, kendine söylenenleri de doğru anlamadığı bir sosyal iletişim ortamında yaşadığımız bir gerçek.

Kimsenin, kimselerin ne dediğini yeterince anlama çabası göstermediği ve anlamadığı  yaşadığımız tüm aile ve toplum içi diyaloglarda ortaya çıkıyor.

Tartışmaların ve çatışmaların büyük kısmı da fikir ayrılığından daha çok buradan kaynaklanıyor.
Konuşmaların kavgaya dönmemesi herkesin söylediklerinin yanlış veya tek yanlı anlaşılacağını baştan hesaba katması ve tolerans geliştirmesiyle mümkün olabilir.
Ne demek istediğinin iyi anlaşılmasını sağlama çabası ve öfkelenmeme becerisi ancak bu bilinç üzerinden gelişen bir irade ile mümkün olur.
Eğitimde buna öncelik verilmesi anlama alt yapısının kapasitesini arttıracaktır.
Aynı ifadenin farklı beyinlerce nasıl farklı anlaşılabileceğini algılatan özel bir eğitim dikkati kazanılmadıkça birbirlerini anlamayan ve anlamadığını da anlamayan algı çatışmalarından çok kavga üretilir.

Okuduğunu anlamayan öğrenci, çoğunlukla kendine yönelen pek çok iletimleri de doğru anlamıyordur.
Taraftarlık ve yandaşlığın bir cephe sığınağına dönüşmesi de bu algısızlıktan doğan çatışmaların, düşünce çatışmasından çok kavram karmaşasından doğan bir çatışma olduğunun ayrımına varmamaktan oluşmaktadır.

Sevgi Özkan

14 Eylül 2011 Çarşamba

DÜĞMEYE BAS, GELECEĞİ OKU!


Amerika da bir üniversitenin Beşeri Bilimler Enstitüsünde dünyadaki önemli olay ve gelişmeleri içeren 100 milyon haber, süper bir bilgisayara yüklenmiş

Araştırmayı yürütenler ABD hükümetinin Açık Kaynak Merkezi, NewYork Times Gazetesi
Arşivi ve BBC Medya takip merkezinden yararlandıklarını belirtmişler.

Haberler, haberin iyi mi yoksa kötü mü olduğuna göre “ruh hali”, olayların geçtiği veya insanların bulunduğu mekanları da “yer” başlığında olmak üzere iki ana bilgi türü üzerinden analiz etmişler.
“Ruh hali” kıstası, “korkunç”, “dehşet verici” ve “hoş” gibi kelimeleri arıyor “yer” kıstası
ise mesela “Kahire” gibi belirli mekanlardan bahsedildiği kelimeleri seçiyor ve onların coğrafi koordinatlarını buluyormuş.
Bunların arasında 100 trilyon ilişki yaratılıyor ve saniyede bir trilyon kayar nokta işlemi yapan süper bilgisayardan önemli veriler elde ediliyormuş

Mesela bu çalışma sayesinde Arap Baharı yaşanan ülkelerin ruh halindeki bozulmayı coğrafi koordinatlarıyla grafik olarak algılamayı mümkün kılan veriler sağlanmış. Mısır ve Libya devrimlerindeki ulusal hassasiyetin önceden görülebilmesini sağlayan çizelgeler edinilmiş.

Bu yolla gelecekteki çatışmaların önceden belirlenebileceği umuluyormuş.
Yakın bir gelecekte doğasal hava durumu tahminleri gibi ülkelerin siyasi ve sosyal hava  tahminleri de isabetli olara bilinecek anlaşılan.

Düğmeye basanlar nerede neler oluşuyor görebilecekler.

Sosyal bilimcilerin ve politikacıların çoğunca yapılan siyasi öngörülerin çoğunlukla tam isabetli olmamasına şahit olduğumuz küremizde bu yolla pek çok şeyin görülüp yönlendirileceğini şimdiden kabul etsek iyi olacak.

Geleceği bilgisayarlardan öğrenip ona göre önlem almak mümkün olacaksa da komplo teorisyenleri için değişen pek bir şey olmayacak, onlar “havamızı kim bozuyor” sorusu üzerinden bahis yürüterek daha bir tatmin olacaklardır.

Geleceğimiz yapay zekalarca belirlendikçe daha iyi bir dünyada mı yaşayacağız acaba?
Bu soruya doğru cevap vermek henüz mümkün değil

Sevgi Özkan

3 Eylül 2011 Cumartesi

NEYİ BİLMELİ?

Cahil olmamak için bilgiye sahip olmak, bilmek yetmez.
Bilinenler üzerinden düşünmek gerek.
Bilginin, bilgilenmenin anlamı burada.
Kitabi bilgileri ezberlemek değil, bilgiler üzerinden düşünme egzersizleri yapmak, onları zihinde doğru yerlere yerleştirmek ve çıkarımlarda bulunmak aklın bilgisel gelişim için gerekli.
Neyi bilmeli sorusu bu nedenle önemli.
Soru, aklın suyu, ekmeği.
Zihin neyle besleniyor, neyi sorguluyorsa o yönde gelişiyor.
Düşünmek, çoğu insan için çıkarını düşünmekten öteye bir zihinsel aktivite değil.
Çıkarcılık yani kendini düşünmek, içgüdüleri de kapsayan duygusal bir davranış.
Başkalarını düşünmenin kendini düşünmek kadar gerekli olduğunu anlamak için bilgiyle düşünebilmek gerek. Yoksa aklın bu tür çıkarcı çalışması, kısa vadeli düşünme ve vizyon körlüğü, anlamıa gelir. 

Bildikleri, insana bilmediklerini de gösterir.
O nedenle insan öğrendikleri üzerinden düşündükçe bilmediklerini daha çok görmeye başlar.
"Bir bildiğim, hiçbir şey bilmediğim" sözü de bunu anlatır.
"Çok bilen, çok yanılır" sözü de yine, ne kadar biliyorsan o kadar bilmediğin şey de vardır anlamını içerir.
Bilgi ve düşünce bağlantısını önemsemeyenler, bu sözleri zaten bilmekle bilmemek arasında fark yok olarak algılarlar.
Başta herşeyi bilen tanrı olmak üzere nasıl olsa düşünenler vardır çıkarımıyla ayrıca düşünme zahmetine katlanmayan kafalar, aynı zamanda olaylarda suçlu arayıp akıl vermeye kalkmaktan geri durmayanlardır.
Olan bitene düşünmeden içgüdüsel tepki vermek, ilahi takdir ve kendi dışındakileri suçlama kolaycılığını tercih etmek, birbirini besleyen ve birbirinden üreyen davranışlardır.
Bu algı ikliminde "düşünmek", icat çıkarmak, huzur bozmak gibi işlevlendirilince de, kuru bilgileri ezberleyerek tekrarlamak akıllı ve bilgili adam olmak için de yeterli görülebiliyor.
Bir tıkla bilgiye ulaşarak herşeyi öğreneceğini sananlar, "Kültürlü olmak" için, bilgilere nasıl ulaşılacağını bilmekten öte bir çabaya gerek duymamaktadırlar.
Oysa cahillik salt bilgilerle değil, “bilgi”ler üzerinden düşünce ve fikir üretilmiyle giderileceğinden
bilgiden düşünce üretmek, bilgi aktarıcılığıyla yetinmekten daha emek isteyen, daha işlevsel ve zihin geliştirici bir iştir.
Bu nedenle cehalet, bilgilere sahip olmamak değil, bilgiden düşünce üretmeyi tercih etmeme alışkanlığı ve dünyayı doğru kavramama durumu olarak tanımlanmalıdır.
Neyi bileceğini bilmek önemli bir sorumluluktur.
Sevgi Özkan