31 Aralık 2011 Cumartesi

GÜNÜMÜZÜN "VAROLUŞ" İKİLEMİ

“Düşünüyorum, o halde varım.” bilincinden,
“Görünmüyorsam yokum” bilincine ulaşan zihin,
“Susuyorsam yok muyum?”diye de sormalı.
Sanal olarak herkes, hem var, hem yok.
Yaşamda var olmak, sanal olan ile olmayanın toplamı.
İnsan, artık “olduğu”, “olmadığı ”, “olamadığı ”, “hiç olmayacağı” gibi var olmakla, kendi gerçekliğinde var olma arasında her gün kendini yeniden inşa ediyor da yeterince düşünüyor mu? Sorun burada.
Varsın da nasıl, varsın?
Düşün. O zaman susmanın etkili bir anlamı olur.

Sevgi Özkan

29 Aralık 2011 Perşembe

MÜFTÜ’NÜN GÖZ YAŞARTICI YENİ YIL HEDİYESİ!

Keşanlı müftünün “Noel Baba dürüst adam olsaydı kapıdan girerdi. Öyle paldır küldür girilir mi doğru dürüst kapıyı çalar girersin” sözleri, hepimizi eğlendiren bir yılbaşı hediyesine dönüştü.
Medya ve sosyal medyayı sallamakla kalmayıp yabancı medyaya da ulaşan ve son yılların istisnasız herkesi her duyuşta tekrar güldüren bu ifadeye, tüm zamanların en gülünç ifadesi unvanı bile verilebilir.
Bazı kanallar, Cem Yılmaz’ın Noel Baba üzerine esprili şovuyla birlikte vererek karşılaştırma olanağı sağladı ve Cem Yılmaz‘ın tahtını salladı sanki.
Allahtan müftü sözlerine niye gülündüğünü anlamıyordur. Yoksa daha doğal olduğu ve daha çok malzeme çıkabileceği belli olan bu anlayışa uzun süre zirvede kalacağını görürdü.
Ama biraz zor. Çünkü sözlerine karşı resmi inceleme başlatıldığı haberi doğruysa bundan sonra da anlaması artık mümkün olamaz.
Hatta Noel Baba'dan yana kendisine karşı tavır alındığını bile düşünebilir.
Hepimize bilmeden verdiği bu eğlenceli yılbaşı hediyesi için müftüye ne kadar teşekkür etsek azdır.
Bir cehalet birikiminin dışa vurması olan bu değerlendirme, 40 yılda bir olması ve çok geniş bir kitleyi gülmekten kırıp geçirmesiyle doğal afet etkisi yapsa da aslında barındırdıkları yönünden neleri ifade ettiği ortada.
Çünkü bu ifadede bilgisizlik var, bilmediğini bilmemek var ve en önemlisi bilmediği konuda konuşmak ve değerleri karalamak var.
Bu durum aslında ülkemizde birçok yerde, pekçok konuda rastlanan yaygın bir davranış olarak belki de hepimizi -biraz da kendimizi gösterdiği için- güldürdüğü kadar ağlatmalı da.

Sevgi Özkan

21 Aralık 2011 Çarşamba

DOĞRULARI ALGILAMA! TUTUMLARIMIZ

Pek çok şeyi ters anlıyor veya anlamıyoruz.
Olup bitenleri tek bakışlı algılamalarla doğru kabul edip ona göre mevzileniyoruz.
Gerçeğin kendisi bizi hiç ilgilendirmiyor.
Kimsenin derdi gerçeğin ne olduğu değil.
Bu nedenle herkesi dost/düşman kategorisinden öteye asla değerlendiremiyoruz.
Politik kültürümüz, içte ve dışta akılsal verilere dayalı olmayan böyle duygusal tepkilerle biçimleniyor.
Ya tüm dünyanın gücümüzü kabul edeceğini veya bizim düşmanımız sayılacağı değerlendirmesiyle, tepkisellikten öte tutarlı ve akılsal yanı ağır tepkiler sergilemiyoruz.
Sergileyeni düşman görecek bir ortam yaratılmasını önleyemiyoruz.
Tartışmanın anlamı da kalmadı. Söylenenin doğru olup olmaması veya neye göre doğru sayılacağı ölçü olmaktan çıkınca tartışma kültürü de gelişmiyor.
Yanlışlığının ayrımına varılmamış algılar üzerinden “doğru”da birleşmek ölçü olunca, “yanlış” da güç birliğine dönüşüyor.
Duygusal değerlendirmeler üzerinden oluşan psikolojik ortam, gerçek doğruların yerini doğru kabul edilenlerin almasını sağlıyor.
Haklı olanın bağırması duyulmadığı için sadece bağıranların haklı kabul edilmesi önlenemiyor.
Kimsenin kimseyi anlamadığı gerçeği, yaşamımızı eskiden olduğundan daha çok etkilemeye ve yönlendirmeye başladı.
Haklı olmanın bir anlamı kalmayınca haklılıktan korkmak, gerçeğin en önemli yanı oluyor.

Sevgi Özkan

19 Aralık 2011 Pazartesi

EN ETKİLİ İLETİŞİM.


Banksy’yi, Radikal Gazetesinde Eyüp Can’ın (17.11)İşte benim Protestocum adlı yazısı ve aşağıdaki çizimiyle tanıdım.
Sanatın ne kadar işlevsel olabileceğini gösteren bu çalışması, ve diğerlerine bakınca bu tanışmanın benim açımdan geç kalmış bir tanışma olduğunu düşünüyorum.

“Bir demet çiçek atan yüzü maskeli gösterici” adlı bu eser protesto olarak var olan ve gelişen sokak sanatının nasıl etkili olabileceğinin çarpıcı bir örneği.

Eyüp Can, Banksy’i “Hani şu ünlü olmayı reddettikçe ününe ün katan sokak sanatçısı” ve , “Londradan İsrail’e elinde bir demet çiçekle yolları,duvarları ,köprüleri boyayan bir şehir gerillası” gibi cümlelerle tanıtıyor. Ayrıca sanatçının “Wall and Piece” adlı kitabı ve http://www.banksy.co.uk/ adresine yöneltiyor.

Sokak sanatçıları, sokak tiyatroları, sokak konserleri, sokak gösterileri, sokak şenlikleri, sokak protestoları, sokak kutlamaları ve özellikle orta doğuda protesto ve karşı koyuş kültürünü biçimleyen taş atan çocuk ve gençlerin savaşımları gibi sokak savaşları vb., artık günümüzün gerçeğinin en iyi sokakta algılandığını gösteriyor.

Sanal alemin uçsuz bucaksız var olma alanlarına karşı, gerçek alemin boy gösterdiği bir alan olarak gelişen tüm sokak yaşamlarına her gün bir yenisi katılarak, sanal olanla gerçek olanın çelişkisinden doğan yabancılaşmayı ortadan kaldırıcı bir anlama dönüşüyor. Neyi ret ederse etsin, günümüzde sokakla var olan genellikle lidersiz ve anonim protestoların ortak yanı, sokak toplumsallığının somut gerçeğinde yeşeriyor.
Sevgi Özkan


Posted by Picasa
Posted by Picasa
Posted by Picasa

14 Aralık 2011 Çarşamba

SİVİL TOPLUM VE DEMOKRASİ


Demokrasisi gelişmiş ülkelerde Sivil toplum kuruluşlarının işlevi önemlidir.
Sivil Toplum Kurumları, “gönüllülük” ve demokrasi alanında gelişim sağlar.

Özel ve devlet sektöründen ayrı olarak üçüncü sektör diye nitelenen STK‘lar, sosyal kaynaklı toplumsal sorunların çözümünü misyon edinen ve kar amacı gütmeyen kurumlardır.

Ülkemizde sivil toplum, kısaca STK denilince akla gelenin cemaatler olması bu alanda gelişme sağlanmadığının nedenlerinden biri ve aynı zamanda demokrasi seviyesinin göstergesidir.

Çoğu mezhepsel varoluş türleri olan cemaatler, biat yani baş eğme kültürünü geliştirmekten öteye modern STK’larda kazanılan birlikte iş görme, demokrasi ve gönüllülük algısının gelişimi açısından toplumsal amaç ve işleve sahip değillerdir.

Yurttaş duyarlılığının sosyal sorumluluk üzerinden gelişimi ve demokrasiye katkısı, STK denilen sivil kurumlara gönüllü katılımıyla sağlanabilir.

Ortak sorunlara ortak çözüm için ortak akıl geliştirme ve bunu yaşama geçirebilme, demokrasi gelişiminde önemli etaplar olduğundan kazanılan gönüllülük kültürü, bireysel ve toplumsal demokrasi eğitiminde önemli bir araçtır.

Gerçek STK’larda hiyerarşi diğer ortak çalışma ortamlarından farklı olarak ast üst ilişkisi birbirinin emrine girmekten çok çalışma koordinasyonunun işlemesi amacıyla oluşturulur.

Gönüllülük, böyle çalışmaların bir yanından tutmak isteyenlerin kendi birikimlerini bu alana sunması ve gönüllü olduğu bu birliktelikte ondan en iyi biçimde verim alınmasını sağlayan düzenlerin kurulmasıyla gerçekleşir.

Gönüllülük, hayırseverlik ve keyfilikten farklı örgütlenilebilen bir sosyal sorumluluk bilinci aynı zamanda eğitimi bireysel disiplin gerektiren vesivil toplum çalışmalarıyla  sağlanan bir paye ve kariyer alanıdır.

Sivil toplum gönüllülüğünde üstlendiği işi yapabilmek veya yapabileceği işi üstlenerek yerine getirmek, içselleştirilmesi gereken önemli bir ilkedir.
Ortak ve gönüllü çalışmalarda yapılacakları üstlenmeye kalkmak bireyin kendisiyle birlikte işin gidişatını da ilgilendirdiği için sözünde durmak yine çok önemli bir ilkedir.

Gönüllülükte ne olsa yaparımla tatmin olmak yerine, yapılanları, toplumsal yarara artı katacak biçimde üstlenmek, önemli bir sorumluluk bilincini yansıtır.

Sivil katılımın bireye kazandırdıkları, sonunda topluma yarar olarak geri dönen önemli artılardır ki bunların gelişimi, toplumdaki demokrasi algısının alt yapısını da sağlamlaştırır.

Sevgi Özkan

30 Kasım 2011 Çarşamba

YAŞAM GERÇEĞİNİ DİZİ, DİZİYİ YAŞAM SANMAK


Adamın biri silah ve fişekle donanmış olarak insanların arasından geçip İstanbul’un en turistik yerlerinden olan Sultanahmet’e varıp hiçbir müdahale görmeden Topkapı Sarayına geçip nöbetçi jandarma ve bir turisti yaralıyor. Daha sonra saray içine girip ziyaretçilerin mahsur kalacakları bir çatışma ortamı yaratan davranışlarda bulunuyor.
TV haber kanalları anında silah sesleri arasından naklen yayına geçerlerken görgü tanıklarından alınan değerlendirmeler çok ilgi çekici.
“Buradan geçerken gördük böyle gezdiğine göre avcıdır diye düşündük” diyenlerin yanı sıra “TV Dizisi çekiliyor sandık” diyenler,aslında fazla da heyecanlı görünmüyorlar. Görünmüyorlardı çünkü o anda tehlike sınırlarının artık dışındaydılar. Tehlike yanlarından geçip giderken olayı gereğince algılamadıklarından heyecanlanmamışlardı şimdi ise heyecanlanacak bir şey kalmamıştı zaten.
Günümüzün insanına gittikçe hakim olan bu suskun ve refleksiz tavır çok önemli şeyleri açıklıyor.
Sanal ile gerçek dünya algısı o kadar iç içe geçmiş ki, canlı tehlike karşısında oluşan tepkiler pasif izleyicinin atıl tepkisine dönüşmüş sanki.
Benzer bir durum, kısa bir süre önce Norveç gibi gelişmiş bir ülkede uluslar arası bir gençlik kampındaki toplu cinayet sırasında da yaşanmıştı.
İslam düşmanı olduğu ileri sürülen Norveçli katil, kurbanlarını bir şey soracakmış gibi yanına çağırdığında olayı algılamadan kendisine yanaşan doksana yakın genci öldürmüş, ancak kaçanlar kurtulmuştu
Bu gerçekleri algılamama aymazlığının ileride nelere dönüşeceğini şimdiden pek çok fantezi ürettiriyor.
Mesela bir dizide rol aldıkları zannettirilerek gönüllü figüranlara döndürülen şehir halkının, ele geçirilmesiyle bir şehrin işgal edilmesi pekala mümkün olabilir ve zaten birer dizi kurgusuna dönüşen gerçek yaşam sahnelerinin de dizi gibi seyredilmesi yadırganmayabilir.
Mesela bir süredir Van depremi felaketinin gelişmelerini izleyenlerin gerçekleri de aynı çaresizlik ve ataletle algıladıklarını görüp duruyoruz.
Eğer İstanbul’un Fethinde böyle dizi dünyalarına dayalı gerçeklik algısı egemen olsaydı, her şey ne kadar kolay olurdu ve Ayasofya’da meleklerin cinsiyetini tartışanların gafleti de buraya bağlanabilirdi.
Aslında insanların tarihin çeşitli dönemlerinde figüran olarak rol aldıkları gerçeğin ayrı bir yanı olduğu için herkes kendi yaşamının yazılmamış bir roman, çekilmemiş bir film olduğundan bu nedenle hiç şüphe etmezler.
Günümüz ürünü kamera şakaları ile tepkileri seyirlik hale getirilen pek çok insanın aslında  yaşamının gerçeklerine bu sanal kültür algısı üzerinden oluşan desteklerle katlandığı ve sürdürdüğünü de söyleyebiliriz.
Aradaki fark biri zaping yaparak diğeri zamanla değişebilir.
Sevgi Özkan

24 Kasım 2011 Perşembe

ÖLÜMDEN KAÇARKEN MEZARLIĞA SIĞINANLAR


TV haberlerinde deprem bölgesindeki bir mezarlığa çadır kuran depremzedelerle konuşan muhabirin, yerleşmek için neden burayı seçtiniz sorusuna;
“Hasarlı evimize giremiyoruz ama hırsız girer diye korkuyoruz, en yakın burası olduğu için yerleştik” diye cevaplıyordu erkekler.
“Başka yer yok muydu, burası düzlük diye mi tercih ettiniz? diye muhabir kurcalayınca:
“Burası bize uygun, mezar sorumlusu da Allah razı olsun bize izin verince yerleştik” diyorlardı.
Bu arada basan karanlıkla daha ürkütücü olan bu alanda evde sohbet edercesine yan yana oturan kadınlardan birine muhabir:
“Burada yaşamaktan korkmuyor musunuz? diye sorduğunda,
“Hayır, çünkü mezarlarda yatanlar hep yakınlarımız” diye cevaplaması, durumu nasıl normalleştirdiklerini gösteriyordu.
Başka bir kadın uzun süre suskun baktıktan sonra:
“Aslında korkuyoruz ama yapacak bir şey yok” derken, muhabir mikrofonu küçük bir kız çocuğuna çevirip korkup korkmadığını sorduğunda: çocuk,
“Korkuyoruz annem korkma diyor, babam da korkma diyor sonra geceleri köpekler de havlıyor ama babam nöbet tutup bizi koruduğu için korkmuyoruz” diyordu.
Çocuğun güvenlik duygusu belli ki en çok bu söz ve tavırlarla sağlanıyordu.
Soru sırası kendine gelen mezarlık sorumlusu da, verdiği izni iyilik yapmanın memnunluğuyla sanki kendi evini açmış gibi anlatıyordu.
Gerekli olanların yapıldığı söylenmesine karşın organizasyon eksikliğiyle zorluklar içinde kalan bu yurttaşların çaresizlikten tetiklenen yaratıcılıklarıyla adeta film setine dönen gerçek yaşamlarını da haberlerden biri olarak izledik.
Önemli olan devlet yetkililerinin bizim acı ve çaresizlik empatisiyle kişisel yardımların yetmediğini görükten sonra diğer habere geçtiğimiz gibi davranmayıp bu felaketi acil dikkat gündeminden çıkarmaması.

Sevgi Özkan

21 Kasım 2011 Pazartesi

DENSİZLİK KÜLTÜRÜ


Densizliğin bazı kişilere ait davranış kusuru olmaktan çıkıp benimsenmiş ve yerleşmiş bir toplumsal değere dönüşerek toplumumuzun kültürel karakteristiği olmaya başlaması, üzerinde durulması gereken bir tehlike.
Bilmediğini bilmemekten doğan pervasızlığa, aynı kategoriye girebilen patavatsızlık veya densizlik ve cüretkarlık eklenince ortaya aymazlığı arttıran ürkütücü bir durum çıkıyor.
Normal etkileşim alanlarının yanı sıra sosyal medyayla kimi zaman daha da gelişen oto kontrol ve bilgisel denetim yokluğu ve orijinallikle açıklık kavramının özünde bilgisizliğe dayalı yorumları böyle sonuçlar üretebiliyor.
Çeşitli alanlardan yansıyan böyle yepyeni algı ve değerlendirme örnekleri artmaya başladı .
Reklam dünyasında da bazı örnekleri oluşan bu duruma son olarak bir mobilya reklamında rastladık.
Firmanın mobilya tanıtımı için kullandığı figür ve kompozisyon üzerinden çok talihsiz bir yönlendirme yapan ifadeleri ürkütücü bir tablo sunuyor.
Reklam, ev içi ortamını yansıtan bir mekanda asılmış bir kadının ayak kısmı ve yerde devrilmiş sandalye görüntüsünü “bir ömre sığmayan mobilya” sloganıyla sunarak densizlikten de öteye aymazlığı yansıtıyor.
Her gün kadınların aile içi şiddete uğradığı veya bunun bir türü olan töresel baskılarla yaşamları kendi veya yakınınca sonlandırıldığı toplumumuzda böyle bir reklamı marifet gibi sunmak, her şeyden önce önlenemeyen olaylardan doğan şiddet propagandasına katkı sağlamak olmaz mı?
Dikkat çekici görsellerle sorunlara el atan dünya markası Benetton’un bu yıl erkek, erkeğe veya karşıt grup liderlerini dudak dudağa öpüştürme cüretkarlığına bakarak böyle bir reklam yapmayı da mesleksel başarı sayabilenler varsa, reklam etkileşimleri açısından tüm bildiklerini gözden geçirmek zorundalar.
Örneğin daha kısa bir süre önce ülkemizde kendini tanıtmak isteyen yabancı bir çocuk giyim markasının çocuk istismarı kavramını istismar eden reklamı anında ve yerinde gösterilen sivil toplum, medya ve de sosyal medya tepkisiyle geri çekilip düzgün bir anlatımla yeniden duyuru yapmak zorunda kalmıştı.
Satmak istediği ürünü böyle reklamlaştırma ve bunun ürün sahibince onaylanması en basitinden densizlik kategorisinde itici olacağından şimdilik tek tük örneklerde ortaya çıkmasına şükretmek gerek zira bu olumsuz ve itici tavrın toplumun pekçok alanında giderek benimsenip yayılmakta olan densizlik kültürüne katkı sağlayarak normal kabul edileceği günler de gelebilir.
Sevgi Özkan

17 Kasım 2011 Perşembe

Çok yönlü cehalet kalkışması olarak terör, savunduğuna zarar verdiğini bilmezken onu kalkan gibi kullananlar fazlasıyla bilir.
Sevgi Özkan

13 Kasım 2011 Pazar

ÖTELEMEK, GERÇEKLERİ DEĞİŞTİRMEZ

Öteki kavramı dışlama olarak algılanmaktan öte, dışındakine bakarak kendini yeniden inşa etme veya tanımlama olarak da algılanabilir ki öyledir.
Geçenlerde oryantalizmi sadece batılı gözüyle doğunun küçümsenerek algılanması gibi okumanın yanlışlığı üzerinde duran biri, oryantalizmin aslında “batı”nın, “doğu”da olmayan veya olan üzerinden kendini yeniden oluşturmasını sağlayan bir olumlu ötekileştirme olduğuna dikkat çekiyordu.
Aslında tüm ötekileştirmeler gerçekliğin, ötekileştirenin kendinde olan veya olmayanı karşı örnek üzerinden benimseme çabası olarak da yorumlanabilir.
Aynı toplumda yaşanmış gerçekleri ve temel bilgileri farklı ve zit kodlanmalarla algılayanlar, birbirlerinin ötekisi oluyorlar.
Tarihi farklı kodlamalarla zıt okuyanlar, gerçek olan veya olmayan üzerinden çatışırken, çoğunlukla esas dayanılan noktada sadece kendi benimsediklerinin doğru olduğunu iddia ederler.
Aynı ülkede geçmişe dair farklı bilgi ve değerlendirmelere odaklanarak kodlanan beyinlerin birbiriyle savaşımında da gerçeğin kendisinden daha çok böyle farklı algılanması olgusu yatar.
Karşı görüşlerle eksiltmeye çalışılan değerleri benimseyenler, çabalarını tek doğru ve gerçek budur iddiasına döndürüp ve de iktidarı ele geçirince, kendi ötekisini karalayarak kendini yeniden inşa edip, gücünü etkinleştirmeye kalksa da gerçeği değiştiremiyorlar.
Değişik kodlanmalara karşı değişmeyen gerçeğin doğrularıdır. Bu da tüm karşı girişimlere rağmen hükmünü sürdürür ki buna gerçeğin ta kendisi olarak hakikat de diyoruz.
Atatürk sevgi ve sahiplenilmesi de bu açıdan hakikatin ta kendisidir.
Farklı kodlanmalarla onu eksilemeye kalkanlar da, tersini düşünerek doğruya varıp gerçeği gerçekten anladıkları zaman çoğunlukla eleştirme ve düşünme özgürlüğü argümanına sarılarak konuyu kapamaya yönelirler.
Onlara eleştiri kültürünü ve düşünce özgürlüğünün kaynağını da sağlayan bu düzenin kurulmasına ve ondan yararlanılmasına olanak sağlayan oluşumların nimete dönük bir nankörlükle ele alınması akılsal bir çaba olmamaktadır.
Bu nankörlüğün adına ifade özgürlüğü diyenler, aslında kendi göremedikleri bu paradoksun başkalarınca iyice görülmesini sağlıyorlar.
Ötekisi üzerinden daha da güçlenmeye Atatürk sevgisi en iyi örnek oluyor.
Karalamaya kalkanların zamanın gerçekleriyle örtüşmeyen değerlendirmeleri, sonunda Atatürk gerçeğini gerçekten benimseyenleri arttırıyor.
O artılarıyla gerçeğin ta kendisi olarak daha geniş kitlelerce  içselleştiriliyor.
Onun eleştirilecek yanlarını bulmaya çalışarak buralarda oyalanmaktan medet umanlar, Atatürk’ün artılarının gerçekliğine karşısında böyle oyalanarak önemli bir kayıp yaşadıklarını çoğunlukla sonunda anlamış oluyorlar.
Atatürk’ün en önemli yanlarından birini oluşturan entelektüel birikimi ve kendini eleştiriye açan bir fikir adamı olması bu tür tartışmalarla daha iyi algılanabilecek önemli bir gerçekliktir.

 Sevgi Özkan

12 Kasım 2011 Cumartesi

KUM YIĞINLARI ALTINDAN KALKABİLMEK İÇİN


Van’daki depremler yapı kalite ve denetimi açısından KUM medeniyetinde yaşadığımızı bir kez daha gösterdi.

Un ufak olan yapılar, yaşamlar ve umutların egemen olduğu toplumumuz kum yığını altında kaldığı için kum medeniyeti demek ağır da olsa gerçekçi oluyor.

Son günlerde ekonomik ölçekli görece başarılı yerimize karşın bilgi ve bilimsellikle aramızın nasıl olduğunu trafikten başlayarak pek çok alanda toplu davranış eğilimleriyle sergiliyoruz.

Dışı süslü yaşantılar, yen içinde kalması erdem sanılan kırıklar, mış gibi yapmakla gerçekten yapmak arasında farkı görmeyen algılar, toplumlar arası karşılaştırmalı insani gelişmişlik açısından yerimizin neden gerilerde olduğunu da zaten açıklıyor.

Aksaklık ve arızalarda kabahat ve suçu başkasında arama kolaycılığı, kendinden başka herkesi suçlu bulma rahatlığı ve eleştirdiği şeyi yapma aymazlığı gibi çoğu değişmez tutumlar, tablonun marazi yanını ortaya koyuyor.
Bireysel sorumluluğun toplumsal sorumlulukla yer değiştirdiği bir sistemde, her suçlu masum, her masum da suçlu sayılabiliyor.

Bireyin gücünü yok eden bir taraftarlık kültürü, aidiyeti selamet olarak algılattığı için kimse topluluk gücünün dışında kalmayı göze alamıyor.
Bireysel doğrular toplu yanlışlar içinde kaybolup gidiyor.

Buna toptancı bakışlarla toptan karalama veya toptan bağışlama kolaycılığına bağlı değerlendirme kapasitesi de eklenince, linç kültürünü de tetikleyen önyargıların gelişmesi sağlanıyor.

Yeni kanunlar çıkarıp bir kısım hatalı oluşumlar önleneceğine, teşvik edilebilirken insan hatasına bağlı olan bitenden tek bir sorumlu aramayı hedeflemek nasıl sonuç üretir ki?

Tek bir kişiyi sallandırıp tüm toplumu adam etmek zihniyetinin çeşitlemesine dönülmeden gelişebilmek için, tek tek cezakı avına çıkmak yerine önce tedbir ve düzgün davranış, ardından sıkı kontrol - denetimü koordinesyon ve cezalandırma olarak işleyen ve de bireysel sorumlulukla toplumsal sorumluluğun iyi algılanacağı bir sistem kurulması gerekiyor.

Sevgi Özkan

5 Kasım 2011 Cumartesi

BASINA DÖNÜK DİKKATLERİN EĞİTİMİ

Son günlerde oluşan toplu tartışma ve tepkiler nedeniyle dikkatleri Çocuk İstismarına çeken N.Ç. davası, bu tür olaylarda yükselen toplumsal tepkinin eskiye göre ne kadar arttığını ortaya çıkardı.

Bir takım gazeteler konuyla ilgili Yargıtay kararını manşete taşıyan eleştirileriyle bu tür sorunların işlenişinde medyada da bir bilinç yükselmesinin geliştiğini gösterdi.

Ensest ve kadına yönelik şiddeti önleyici adımların atılmasında kitle bilincinin yükselmesiyle sağlanacak zihniyet değişiminde medyanın rolünün önemi de daha iyi anlaşılmaya başlandı. 

Kimilerine göre şu anda siyasi konulara dokunmaya çekinen medyanın bu tür konuları ele almak zorunda kaldığı için bu konuya sarıldığı yorumları yapılsa da aslında her şeye rağmen bu konuların devamlı ele alınıp irdelenmesinin toplumsal yararı da anlaşılmaya başlanıyor denebilir.

Sosyal medyanın yarattığı toplu tepkisellikle motive olan toplum gündeminin klasik medya üzerindeki etkisini de gösteren bir durum bu.
Tehlikeli yanıysa, bir süre enine boyuna konuşulmasıyla sağlanan toplumsal doyumun ardından diğer sorunlar gibi üzerinde düşünülme sırasını savarak dikkat alanının dışına itilmesi. Gidişatın takip edilme ihtiyacının duyulmaması.

Devamlı dikkat alanımıza sokulan 'Şok Haber'lerin önümüze çıkardığı ve belli bir süreden sonra ilgi alanının dışına düşen bu sorunlar ele alındığı sürece toplumsal bilinç yükselmesi açısından olumlu kodlanma yaratsa da ardından sanki her şey hallolmuş gibi kendiliğinden gündemden düşebiliyor veya konuşulmadığı sürece yok kabul edilen konular arasına katılıyor.

Burada medyanın olayları oluşum ve gelişimleri üzerinden ısrarlı konulaştırma çabaları, toplum bilincini devamlı uyararak gelişmesini sağlayacak fikri takibinin önemi ortaya çıkıyor.

Bundan iki veya üç yıl önce yaşanan Bilge Köy katliamı medyada günlerce ele alınarak toplum dikkatinde kalmıştı.
Olayın etkilediği çocuklara maddi manevi destek sağlama çabaları olay mağdurları kadar toplumu da rehabilite etmişti. Sonra unutulup gitti.

Geçen gün bu konuda yapılan yardımların nerelere gittiği haberiyle tekrar anımsanınca bu olay ve benzerlerinde medyanın neleri dikkat alanına sokması gerektiği tekrar ortaya çıktı.

Medya takipçilerinin bu tür olayları sorgulaması basını motive edeceğinden toplum bireylerine düşen ortak sorumluluk bilincinin yükseltilmesi çok önemli.

Sadece şikayet eden insanlar topluluğu olmak yerine sorunların bireyleri de kapsayan sorumluluk alanlarının iyi algılanması ve gerekli takiplerin yapılması için dikkatlerin bu konuda eğitimi gerekiyor.

Ortak duyarlılıkla biçimlenen toplumsal sorunların ilgi duyulan kısa süreli modasal konular olmaktan çıkması, her şeyden önce toplumsal aidiyet üzerinden gelişen sorumluluk bilinci ile mümkün olabilecek.

 Sevgi Özkan

2 Kasım 2011 Çarşamba

"DÜNYEVİ"LEŞMEKTEN "DÜNYALI"LIĞA

Toptan değil toplayıcı olmak adına geçmişten günümüze bakarak, sekülarizm veya laiklik’e insanlık tarihinin batı medeniyeti üzerinden ulaştığı söylenebilir.
Dünyevileşme diyerek anlaşılır hale getirilen sekülarizmi yaşama dinsel gözle bakmanın yerine din de dahil kendi gerçeğiyle bakabilme rasyonelliğine ulaşmak olarak tanımlayabiliriz.
Bu bilinç seviyesine artık millet aidiyeti yerine dünyalılık aidiyetinden bakabilmenin benimsenerek ilave olmaya başladığını da söyleyebiliriz.
Kapitalizmin biçimlediği yaygın dünya düzeni ekonomik ve siyasi yönden zorlandıkça ayaklanan insanların bilinci şu veya bu ulusa ait olmaktan çok dünya gezegenine ait olmak biçiminde algıladıkları ve sayılarının gittikçe arttığı görülüyor.
Küresel bilinç bu yönde geliştikçe insanlar dünyalılaşmayı bu yönden benimseyecek ve tüm sosyal sorumluluklarına bu açıdan bakacaklar.
Dünyalı olmakla gezegen ahalisi olmak arasında ki fark, henüz kendi sosyo kültürünü muhafaza ederek ortak parantez de yer almak diye hedeflenebilir.
Ayrımcılık karşıtlığı da bu hedefi pekiştiriyor.
Sevgi Özkan

30 Ekim 2011 Pazar

HANGİ YÜZLE KUTLANACAKTI Kİ?

Afetlerin acısını tüm paylaşımlara karşın kendi kendine çeken halkımız, Cumhuriyetin kuruluşunu da kendi çoşkusuyla kutladı.
Organizasyon ve kontrol gibi hataların utancı sorumlularda kutlama yüzü bırakmamış olmalı ki acıyı bahane ederek resmi kutlamalardan çekindiler.
Bu konuda pekçok tartışma yaşansa da deva bulmaz iyimserlerin durumu böyle yorumlayabilmeleri insanların utanma duygularını kaybetmediklerine olan güvenle ilgili.
Erdem dediğimiz şey gibi her türde insanın içinde değişik miktarlarda da olsa mutlaka var olduğu kabul edilen utanma duygusuna dayanıyor.
Allah utandırmasın lafını sık sık kullanarak yapacaklarını öne sürenler aslında üstlerine düşenleri yapamadıkları için içlerindeki erdem duygusuyla yüzleşerek cumhuriyete karşı mahcup olmaktan korkuyor olmasınlar?
İnşallah.

Sevgi Özkan

YAZ SAATİNİN ZİLLERİi BOZULAN BİORİTMİMİZ İÇİN ÇALIYOR.

Yılda iki kez bioritmimizi bozan yaz saati uygulamasına yıllardır karşı çıksam  da elimden bir şey gelmiyor.
Bir gecede aniden vucudun işleyiş temposunu bir saat farkla yeni bir çalışma düzenine zorlamak bağışıklık sistemini de etkileyen durumlara yol açıyor.
Mevsimlerin günden güne saniye ve dakika üzerinden değişimine uymaya yatkın bioritmin birden bir saat ileri veya geri çekılmesi pek çok şeyi etkiler nitelikte olmalı.
Mesela uyku saatleri ve melatonin salgısına bağlı yararlı uyku süresi altüst oluyor.
Üst üste iki gece alışılmadık saatte uyumakvucudu nasıl sarsarsa, bu uygulamalar da altı ay ara ile yılda iki kez organizmaya yapılan böyle bir saldırı da aynı etkiyi yapar.
Benim gibi düşünenler mutlaka vardır derken haber Rusya’dan geldi.
Başbakan Medvedev de yaz saati uygulamasının hem insanların hem ineklerin ruh durumlarını bozduğu gerekçesiyle yapılmayacağını söylemiş ve çok takdir görmüş.
İneklerin süt salgılamalasının azalması bile bu uygulamaların organizmaya  etkisinin ne olabileceğini gösteriyor.
Kaynak kıtlığı nedeniyle enerji tasarrufu gerekçesinin dokunulmazlığı, insan sağlığıyla oynama özgürlüğünün önüne geçmesi tabii ki sistem sorunu.
Kapitalizme karşı ayaklanışlara yakında bu konu da eklenirse şaşırmamalı çünkü her gün daha çok sayıda dünyalı, insan eliyle yapılan ve insana verdiği yararı misliyle geri alan işleyişlere itiraz etmeye başladı.
Toplu ayaklanmalar, şimdilik ekonomik kriz veya yönetimsel işleyişlere olsa da, özünde tüm yanlışlarıyla beslenen bir sisteme karşi bilinçlenmenin sonucu oluşuyor ve yaygınlaşıyor.
Şimdilik tam anlamlandırılmasa da pek çok şeyin ayrımına insanlar yeni yeni varıyor ve çözüm önermeseler de başka bir dünyanın mümkün olacağı inancıyla red etme haklarını kullanıyorlar.
Çoktan tıkanan sistem, bu gerekçelerle çözümlenme önceliğini biz dünyalılara hergün biraz daha dayatıyor. 
Sevgi Özkan

25 Ekim 2011 Salı

AL YAZMALIM ÜZERİNE.

Cengiz Aytmatov'un AL YAZMALIM adlı daha önce de sinemaya uyarlanmış ünlü eseri şimdilerde bir dizi filmi olarak yayınlanıyor.
Her tv dizisinde olduğu gibi günümüze uyarlanarak oluşturulan senaryo şu an tv dizilerinde geçerli olan biraz şundan biraz bundan katılarak reytinglemdirme çalışılmış gibi olsa da seyredilebilir nitelikte.
Bu girişi yapmamın nedeni bir rehber öğretmenin de dizinin düğüm noktalarında yer alan bir role oturtulmuş olmasi
Fakat mesleğinden çok aşk ve çevre ilişkilerinde ona biçilen rolden ötürü de pek de onaylanmayan davranışlar sergiliyor.
Zaten tam kavranmayan ve kısacası öğretmen konumundan öteye algılanmayan Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik gibi bir eğitim alanı üzerinde yanlış izlenimler oluşturan bu işleyiş dikkat çekici. Ama hemen tipik muhalif tavır olan mesleğe ve uygulayıcılarına laf ettirmeyen duruşlar oluşsun diye dikkat çekmek için sözkonusu etmiyorum.
Önemli olanın bu uyarlamalarda reyting adına eklektik bir senaryoya her şeyin feda edilmesi ve bunun böyle algılanmaması konusu.
Yani bu senarist ve yapımcıların sosyal bilimler veya işledikleri konuların hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaları ve tip deformasyonlarına yer vermeye de yol açan bir bilgisizlik taşımaları.
Her meslekteki insan yanlış bir tip olabilirse de kitlelerin bu dizilerdeki gerçeklerle film fantazi ve gerçeklerini bir birine karıştırmayacak seviyede olmaması.
Mesela doktorlar kötü rolde çıksa Türk doktorları böyle yapmaz veya işte doktor da böyle yaparsa türünden anlamsız değerlendirmelere çok rastlanan toplumumuzdaki ortalama algı seviyesi kendini böyle dışa vuran bir toplum gerçeğimizi yansıtırken toplum da önemli bir işlevi olan bu alanın rastgele ele alınması söz konusu.
Bu nedenle dikkatle inceliyorum. Bakalım daha neler oluşturulacak ve nasıl değerlerin altı çizlecek
çok yönlü sosyolojik bir veri olarak incelenmeye değer oluyor. Merakla bekliyorum.
Sevgi Özkan 

21 Ekim 2011 Cuma

KÜRESEL BİLİNÇ AYAKTA


Kişisel ve toplumsal sorunlara gömülen bireysel bilincin küresel
vizyon kazanması çoğunlukla mümkün olmuyor.

Oysa problemlerin kaynağının küresel sorunlarla biçimlenmiş bir sistemin ürünü olduğu bilinci gelişmiş ülke insanlarınca daha iyi algılanmaya başlandığı bir zaman dilimindeyiz.

Genç nesillerin dünyaya karşı çıkma gücü, tıkanan ve krize giren üretim ve paylaşım sistemlerini sarsar nitelikte.

Küresel tabloya her gün yeni bir ülkeden ayaklananların eklenmesiyle pandemik hal alan bu oluşumların nasıl bir dünyaya dönüşüleceğini düşünmek keyfi bir ilgiye değil ihtiyaca dönüşmüş durumda.

Kimileri için henüz başka bir dünya mümkün değilmiş gibi görünse de kimileri için pekala mümkün ve insanlık bilinci eş zamanlı kalkışmalarla artık böyle gitmeyecek bir dünya algısına sahip oluyorlar.

Başta pek çok şeyi belirleyen ekonomik paylaşımların adaletsizliğine baş kaldıran öfkelileri, ayaklandıran motivasyonu, yüzde doksan dokuzun payının yüzde bir tarafından gasp edilme adaletsizliğine dair büyüyen bir bilinç oluşturuyor.

Yarın umudu yokluğu yarın bugün olmamalı kalkışmasında küresel bir ortak algı doğdu.
Bunu provake etme çabasıyla araya giren kimi tahribatı amaçlayan kara örgütlenmelerin de küresel mobilite taşıması olanların nasıl okunması gerekliliğini de tayin ediyor.

Geniş parantez de adalet yanlıları ve kırıp dökücü adalet karşıtları olarak bölünen ve şimdilik seyirci kalanlardan oluşan algı atmosferi nelere dönüşecek merak konusu.

Biz bu değerler savaşımının hangisinde yer alıyoruz veya içine gömüldüğümüz Ortadoğu aidiyetli mücadeleleri de yansıtan kargaşalarımızla nereye sürükleniyoruz duygusu da endişe konusu.

İsviçrenin bile bu küresel ayaklanma katılımına dahil olduğunu öğrenince gidişat üzerine düşünmenin önemi artıyor
Dikkatlerimizi hergün biraz daha içine çeken ülkemizin ve  coğrafyamızın siyasi sorunlarından gerçek dünya sorununa başımızı çevirebilecek miyiz?

Yoksa insanlarımızı yok eden veya kahreden çatışmalarla  
gittikçe reel dünyanın sınırlarına sürüklenen çok yönlü bir küresel yalnızlığa mı gömülüyoruz?

Sevgi Özkan

20 Ekim 2011 Perşembe

TERÖR NESİLLERİ

Toplumsal sorunlarımızı ortak dikkat ve çözüm tartışmalarının dışına sürükleyen etkenlerin başında terör geliyor.
Tüm davranış ve girişimlerin terör eylemlerine ayarlı olmasının anlamını biliyoruz çünkü yaşıyoruz.
Her gün saldırı ve kayıp haberleri almak dikkat ve eforun başka yere yönlenmesini önlüyor.
Bunun çözümü haberi görmezlikten gelmek değil gördüğümüz halde işimize devam edebilme iradesini göstermek olmalı ve tabii ki kolay değil.
Neden?
Birincisi insan ve yurttaş olarak üzülmek, ikincisi bu sorunu çözme yükümlülüğünü üstlenen ve yönetenlerin tavırlarını onaylayıp onaylamamakla ilgili.
Yaşandığı anda kimse için bu saldırının etki alanı dışına çıkmak ve olan bitene tepkisiz kalmak mümkün değil.
Üstelik bu durumun dünün ve bugünün gerçeği olmakla kalmayıp yarınlarımızın da gerçeğini şimdiden tayin ediyor olması işin en ürkütücü yanı.
Sorunun çözümünün tek bir tutumla belirlenmeyeceği anlaşıldığı için birkaç boyuttan ele alınması sonucu değiştirmiyor.
İçine çeşitli politik hesapların karıştığı bu tip sorunlar, bölgeyi değil tüm dünyayı etkileyen sonuçlara yol açtığı için herkesi her kesimi ve bölge veya bölge dışı ülkeleri de yakından ilgilendiriyor.
İşin zorluğu, yapılan ve yapılacak olanların çok yönlü hesap edilmesi zorunluluğundan ileri geliyor.
Diplomasi denilen ölçülü biçili tutumların yerini keyfi ve duygusal tepki almamalı.
Böyle tepki vermemek millet için doğru olsa da devlet yönetimi için sitem şikayet ve lanetten öteye etkili girişimlerin gösterilmesi açık olarak muhatap almanızın onu güçlendireceğini bile bile ona cevap vermiş olunacağı için  dikkat isteyen bir tutum.
Bir kızarsam görürsün efelenmesi sözel tepkiyle iletilince sizi kızgınlık yumağıyla bağlamaya çalışanlar da kız da görelim bakalım ne kadar kızacaksın türünden eylemlerle cevap vermeye kalkıyorlar.
Yani onlar saldırdıkları muhataplarına bildirimlerini sözel tepkiler yerine hasar oluşturma üstünlüğü olarak kabul ettirmeye kalkıyorlar.
Bu durumda saldıran ve cevap veren eşit konumda olmadıkları gibi sorun çözümünde de açık oynamayı seçmedikleri için denk olmadıklarından eller silahtan çekilsin sözü anlamlı değil.
Saldırana karşılık verilmesi, saldırılarını dayattığı gerekçelerin  kabul edilebilen yanlarının dikkate alınması anlamına gelmediği ve çözümü önleme olarak algılandığı için çatışmalar  güç ispatına dönüşüyor.
Bütün bu ilişkilerin ince ve köklü bir diplomasi kültürüyle yönetilebilecek olması yönetenlerin kişisel inisiyatiflerinde ben yaptım mı olur iddiasından vazgeçip bu birikimden yararlanmasını zorunlu kılıyor.
Pek çokları için türlü umutlarla gelinen yer beklentileri sıfırlayan sonuçlar oluşturdukça, bu yaşananların zihinsel kodlanmasıyla büyümekte olan çocukların, yeni nesillerin nasıl bir toplumsal aidiyet algısı geliştirecekleri ve insan ilişkilerinin bu yönden nasıl biçimleneceği önemli bir endişe kaynağı oluyor.
Sonucu şimdiden düşündüren bugünün sorunlarını bu vizyonla da değerlendirmek gerekiyor.
Yaşananların toplum kesiminde kimlerce nasıl algılandığı ve bugünün çocuklarının hangi nitelendirmelerin etkisinde kalarak hangi kavramlarla birbirlerinden çok farklı algılara sahip olacakları üzerinde durulacak aciller listesinde önem kazanıyor.

Sevgi Özkan

15 Ekim 2011 Cumartesi

İMAMLAR PSİKOLOJİK DANIŞMAN OLABİLİR Mİ?


11 Ekim’de MEB’den de aile imamı 
başlığıyla verilen Cumhuriyet Gazetesinin haberi şöyle spotlanmıştı.
“MEB’in uygulamaya karar verdiği proje kapsamında İmam Hatip Liseleri bünyesinde ailelerle toplantı yapılarak anne-baba, öğrenci ilişkileri ve ergenlik konularında eğitim verilecek, İmam Hatip bünyesinde oluşturulacak heyetler ev ziyaretleri de yapacak. Benzer bir proje geçen yıl diyanet işleri başkanlığı tarafından başlatılmıştı. Diyanet’in sosyal içerikli din hizmeti projesi, imamların görev yaptıkları mahallenin her sorunuyla ilgilenmesini öngörüyordu.”Haberin devamı okununca Diyanetin ve Milli eğitim Din müdürlüğünün sosyal sorunlar ve aile kavramı üzerinden yeni düzenlemelere girişirken imam fazlasının da  pek çok eğitim alanında istihdam edilmeye başlandığı söylenebilir.
Haberde uygulamaların tüm okullar ve mahalleler için hedeflenip hedeflenilmediği tam açıklanmasa da, öngörülen projelerde imamların, sadece psikolojik danışman yerine konmakla kalmayıp, daha pek çok alanda biçimleme görevi verilmesinin düşünüldüğü anlaşılıyor.

Bir şeyin başka bir şeyle telafi edilmesi, özünde “yoksulluk” gerçeğinden doğan bir mantığın sonucudur.

Ülkemizin insan kaynakları açısından en büyük yoksunluğu da insanları branşları dışında istihdama zorlayan bir lüksü işaretler.
İngilizlere atfedilen Yoksulluk pahalıdır değerlendirmesi bizde bu karmaşayı tam bir yoksulluk lüksüne çevirmek olarak gerçekleşiyor. Branş dışı alanlarda istihdam sorununun geldiği yer olarak da okunacak bu duruma, her şeyden önce eğitilmiş insan kaynağı  savurganlığı denilebilir.

Toplumumuzda insanların büyük oranda branşlarının dışında çalıştıkları bir kaynak israfı söz konusuyken başta toplumsal pedagoji yönünden
temel işleve sahip olan ve kısaca PDR denilen Psikolojik
Danışman ve Rehberlik alanı olmak üzere felsefe, psikoloji, sosyoloji ve öğretmenlik gibi alanlarda da imamlara görev yüklenmesi aslı dururken astarını kullanmaktan öte anlamlar içerir.

Aslında imam yetiştirme amacıyla kurulan İmam Hatip Liseleri mezunlarının oluşturduğu imam fazlalığını istihdam etme arzusu olarak da değerlendirilebilecek bu girişimin nasıl bir sosyal doku yaratacağını tahmin etmek zor değil.


Bilimsel değil dini telkinlerle eğitilenlerin ağırlıkta olduğu toplumlarda sosyal bilimlere rağbet edilmemesi kaçınılmaz zaten bu nedenle din toplumlarında sosyal bilimler gelişmemiş ve gelişmemektedir.
Bütün bu girişimlere sadece gerçekleştirmek istenen niyet!doğrultusunda atılmış adımlardan öteye bu açıdan da bakmak gerekir. 

Sevgi Özkan

9 Ekim 2011 Pazar

İLETİŞİM ORMANINDA KAYBOLAN DÜNYALILAR

Sosyal sınıfı ne olursa olsun aile ve bireylerin bir tv ve bir cep telefonuna sahip olmalarını günümüz dünyasında  kimseler yadırgamıyor gibi..
Yeni nesil çocuklarının çoğu bir bilgisayar, TV ve cep telefonu kullanma ustası olarak yetişiyorlar.
Haberleşme için, cep telefonunda bir operatör maharetiyle dolaşan genç parmaklar habire birileriyle iletişip duruyorlar.
TV den haber almak internet kanalıyla alınan haberlerin gerisine düşüyor neredeyse.
Geçenlerde saat başı yurt ve dünya haberleri yayımlayan kanalların birinde yapılan bir açıklama zaping hızı ile diğerine son dakika haberi olarak yazılıp duyurulduğuna tanık olundu.
Bu haberleşme olanaklarının çeşitliliği ve hızı neyi sağlıyor diye düşünenler çıkıyor. Şimdilik iletişim teknolojileri her şeyin haber veya bilgi halinde en kısa ve en etkin biçimde aktarımını sağlıyor.
Duyurulanın, söylenenin, aktarılanın doğruluğu, isabeti ve yararını düşünenler azınlıkta. Günümüzün özellikle genç insanları, bu iletişim sistemlerine monte olmuş birer parçaya dönüştüler sanki.
O onu arıyor, o ona birşey naklediyor. O, öbürsüne aktarıyor. Sonunda aktarılan şeyler kendi gerçekliklerini yitirip değişerek ulaşıyor diğerlerine. Tıpkı eskilerde oynanan telefon oyunu gibi kendi anladıklarını bir diğerine ileterek sonunda taşınmasına yardımcı oldukları ama ortaya çıkınca asla tanımadıkları bilgi artıklarıyla donanıp duruyorlar.
Toplu eylemlerde cep telefonu tartışılmaz bir işlevselliğe sahip.
Her türlü yoksunluğa sahip bölgelerde yaşıyan insanlar, hastalarını en yakını bile uzak mesafede bulunan bir sağlık kurumuna, karda kışta taşırken kaybederlerse, bulundukları noktadan binlerce kilometre ötedeki gurbetci akrabalarına anında durumu bildirebiliyorlar.
Verilen haberin, bilginin ne olduğu pek de önemli değilmişcesine önemli olan hızlı haberleşme oluyor sankı.
Böylece: olan biteni neyi haberleştirdiğinin pek de ayrımına varmadan haberleştiren dünyalılar çağına gelmiş bulunuluyor.
Haberleşme lüksüne erişen insanlık, bilgi ve haberler ormanında yolunu kaybetmişcesine habire iletişiyor. Bu gidişin sonu eğer dünya dışı zekalara rastlamak olacaksa, bunun algılanması bile geç olacak sanki.
Dünya dışı akıllarla iletinin, bu mevcut haberleşme sistemleri ile olacağına kesin gözlerle bakanların sayısı gittikçe artıyor.
İnternet yolu ile bilgisayar programları ile öteki dünyalarla ilişki kurulmasına da şaşırmamak gerekir. Öteki dünya derken ölüm sonrasına da uzanılır mı, şimdilik film senaryolarıyla bile sorgulanan tek ürkütücü soru bu galiba?
Kim bilir? Böyle giderse her şey mümkün olabilecek gibi görünüyor.
Bu iletişime karşın insanlar, eskisine göre daha mı anlaşıyorlar sorusu ironik bir biçimde bence hayır.
Ama bu iletişim ormanında doğru bir çıkış yolu bulunacak mı sorusunun cevabı bence: evet.  Çünkü öyle olması gerekiyor.
Sevgi Özkan


Bu yazımı yazalı altı yıl olmuş. İleti arşivimi ayıklarken buldum. S.Ö.

7 Ekim 2011 Cuma

ÖFKELİ DÜNYALILAR!

Önce Arap baharı denen baskıcı rejimlere dikkat çeici karşı halk ayaklanmaları yaşandı. Göndermek istenilen diktatörler devrilindi,
Daha sonra Avrupa’da İspanya ve İngiltere’de Daha sonra Şili ve Güney Amerika’da ve son olarak Amerika Bileşik devletlerinde başlayan öfkeli kalabalıkların ayaklaması Suriye, İsrail ve daha pek çok yerde yönetim sistemlerine başkaldırılarla dışlaşan bir tepkisellik, pandemik bir hal alıyor gibi.
Olaya bilimsel açıdan kafa yormaya kalkanlar bu ayaklanmaların birbirinden farklı isteklere, nedenlere ve sonuçlara dayandığı üzerine analizler yapsalar da sonuç insanların toplu halde ayağa kalkmaya başlaması.
Pek çok açıdan daha önce görülmemiş tarzda bir itiraz kültürü dünyalıları ayağa kaldırıp her coğrafyada eş zamanlı olarak gelişiyor.
Kimilerince Sosyal medya ve Blackburry gibi toplu kalkışları kolaylaştıran ve takibi mümkün olmayan teknik gelişmeler sorumlu sayılırken, kimilerince de 93 yaşındaki Hessel adlı Batılı düşünürün son aylarda çok satan “Öfkelenin” adlı kitabının etkisini sorumlu sayıyor.
Şu anda batı dünyasında egemen olan ekonomik krizin etkisiyle yeni bir paylaşım açmazına gelindiği ve manipülatif olduğunu düşünenler de var.
Hepsi de neden olabilir.
Neden olmasın?
Bir gezegen olarak dünyamız o kadar küçüldü ki bir kitap bile kafaları dürtmeye, her şeyi görmeye, bir minik iletişim aracı bile ortak duyguları ortak sergilemeye yol açabildiği bir ortam oluştu.
Tek tartışılmaz ortaklık, dünyalıların yürümekte olan düzen ve sistemlere başkaldırıyor olmalarında.
Bakalım bu gidiş nereye ulaşıp nerelere evrilecek.
Evrimleşme umudu baş kaldırmaların haklı nedenlere dayanması ve pekçok gerçeğin eş zamanlı algılanmasıvla başladığı için ortak paylaşımlı demokratik düzenlere evrimle umudunu da içeriyor.
Tabii ki hemen yarın değil.
Yeter ki öfkeden geriye sağlıklı canlılar ve kazanılmış ileri bir demokrasi kültürü doğsun.
Zor ama neden olmasın.
Ben küreselleşme olgusunun sonunda dünya demokrasisine doğru yol aldıracağını düşünenlerdenim.
Uğurlar olsun.
Sevgi Özkan

KONU DEĞİL İŞLENİŞİ ŞİKAYET NOKTASI.

ŞOK Haber kültürüyle daldan dala atlayan dikkatlerimiz düşünecek konu açlığı çekiyormuş gibi eski pilavlar niye ısıtılıyor?

Yazımın başlığı bu aslında.

Yazıcıoğlu’na suikast konusu olay vuku bulduğunda da, bir suikast olasılığı ve gazetecilerden Mirgün Cabas’ın olaya ulaşmak için ısrarla ettiği telefonlar nedeniyle suçlanması gibi saçma iddaalar ile ele alınmış ve sonra yapılan incelemelerden böyle bir sonuca varılamayıp kapanmıştı.

Bütün bunlar hafızalarda henüz dururken ve şu anda dikkatlerimizi çeken, çekmesi gereken pek çok konu oluşmaktayken dönüp bu konuyu, devlet yönetimince de desteklenen ifadelerle gündemleştirmek doğal mı acaba ?
İnsanlar yaşanan gelişmeler karşısında böyle düşünmekten kurtulamıyorlar.
Bombardımana tutulmuş kamuoyunun akıl yorgunluğundan medet umulduğu duygusu böyle doğuyor.

Her ülkede böyle midir bilemesek de, ülkemizde en ufak bir kıvılcımla bir olgu üzerinden tüm kamuoyu dikkati günlerce meşgul edilebiliyor.

Bu saptamadan kalkıp her konuyu top yekun beraber düşünmek zorunda mıyız  acaba diye soramıyoruz zira pek çok alanda, pek çok örnekte rastlanan akıl fikirle alakası olmayan davranışlar için beraber düşünme değil düşünmemeyi beceren insanlar toplumuyuz demek daha uygun kaçıyor.
Bugün de Başbakan Erdoğan’ın annesinin ölümü tüm gündemlerin önüne geçti.
Bir süre bu yerini koruyacağı da kesin gibi görünüyor.

Bu kayıp tabii ki konu edilip paylaşılması yerinde bir insan duyarlılığını yansıtıyor ve öyle olmalı..  
Anne kaybı tüm insanlar için en temel ölümlerden sayılır ve saygı duyulacak bir üzüntüdür. Yakınlarının da Başbakan için karşısında eridiği tek insan annesiydi dediği haberleri Üzüntünün derecesini anlatıyor.
Başı sağ olsun demek, tartışmasız bir insanlık görevi.

Burada değinilen ve anlatılmak istenen şey, anne kaybı değil, Acıya dayalı bir olguyu tek konu haline getirme ve dikkatleri ona hapsetme alışkanlığıdır.
Bu tavrın sürekli takip edilmesi gereken konuları nasıl önemsiz hale getirdiği gerçeğidir.
Yani şikayet edilenin, konunun kendisi değil, ele alınıp konulaştırma tavrıyla ilgili olduğunun iyi algılanması gerekir.

Sevgi Özkan

6 Ekim 2011 Perşembe

BİR DAHİ KAYDI.


Steve Jobs öldü..
APPLE şirketinin kurucusu ve bilgisayar teknolojisini geliştiricisi.
Çağın dahilerinden.
Bilgisayar teknolojisini cebe sokan adam diyorlar ona.
Kansere yakalanmasıyla hayranlarında başlayan tedirginlik, erken kaybıyla büyük bir üzüntüye dönüştü.
Bir süre önce bir üniversite konuşmasında “ölüm olgusunu yenilere yer açmak içim yaşamın bir buluşudur” diyerek ölümün kaçınılmazlığını anlatan bu güçlü beynin kaybı hazin.
Gıpta edilen ve bir insanın neler yapabileceğini gösteren gıpta duyulacak bir örnek.
Ona veda ederken onunla aynı zaman dilimini paylaşma onuru hepimize yetecek.

Sevgi Özkan

25 Eylül 2011 Pazar

MİLLETVEKİLLERİNE İLETİLEN EĞİTİM VERİLERİ


ERG yani Eğitim Reformu Girişimi, bir sivil girişim olarak ülkemizin Eğitim Politikası alanında yaptığı izleme araştırma ve çalışmalarla saptanan önemli verileri, milletvekillerine bir mektupla iletmiş.

Çalışma sonuçları özellikle gelecekle ilgili tehlikeleri ortaya koyuyor.

OECD’nin uluslararası ((2009) PİSA testinden çıkan 15 yaş öğrencilerimiz ile ilgili en önemli veri,  “okuduğunu anlamama” yani “öğrenememe” olarak saptanmış bulunuyor.
Durumu çeşitli yüzdelerle saptayan bu test, çocuklarımızın “öğretilememe” ve “öğrenememe” gibi nitelendirilecek bir eğitim alt yapısıyla yaşama başladığını gösteriyor.

OECD ülkeleri arasında ailenin eğitimi, geliri ve mesleki alt yapısı gibi, sosyoekonomik altyapı yetersizliğinin öğrenci başarısını etkilediği en kötü üç ülkeden biri durumundayız.

PİSA testi ile OECD ülkeleri arasında ölçümde böyle en kötü sonuçlardan birine sahip olmamızda eğitim sistemindeki fırsat eşitsizliğinin etkisi olduğu ve bu eşitsizliğin bu sonuca ve tekrar üretilmesine yol açtığı gerçeği, eğitim alanında neler yapılması gerektiğini de tayin eder nitelikte.

Ortaöğretim de okulun diplomasız terk edilmesinin okul türlerine ve de kız - erkek öğrenci üzerinden farklı yüzdelerle yüksek olması ve en az terk edilen okul türünün Anadolu Liseleri olması bu saptamalar üzerinden ortaöğretimde yeniden bir yapılanma gerekliliğini ortaya koyuyor.

Sonuç olarak 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde otuz beşinin okula gitmediği ve gidenlerin de okuduğunu anlayan, problem ve sorun çözebilen nitelikte bir eğitim almadığının saptanıp, ilgili vekillere bir mektupla bildirilmesi bir sivil toplum girişimi olarak önemli ve umut verici.

Gelişmekte olan ülkelerdekinin yarısına denk kamu eğitim harcaması ve bunun gayri safi milli gelire oranının gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarılması önerilerini de kapsayan önerileri içeren bu mektubun, milletvekillerince okunması ve anlaşılması ve de uygulamaya geçilmesi hemen umut vermese de, hepsinden önemli.

Sevgi Özkan

19 Eylül 2011 Pazartesi

OKUDUĞUNU ANLAMAYANLAR, KONUŞULANLARI NE KADAR ANLIYOR?


OECD’ce gençlerle gerçekleştirilen ülkelerarası araştırmalarında (PİSA),Türk öğrencilerin okuduğunu anlamama da sıralamada sondan üçüncü gelmesi, eğitim ölçütlerimizde dikkat edilecek noktalar açısından önemli.

Bu durum, ezbercilik, testli sınav sistemi gibi nedenlere dayandırılmayacak kadar geniş ve çevreli bir konu.

Az okuma ve düşünme kültürünün gelişmemesinin yanı sıra bilim ve bilgiyle sosyal ilişkilerin tüm alanlarında duygusal algılardan rasyonelliğe geçilemeyen bir davranış kültürü kodlanmasını da içeren ve eğitim dışına genişleyen bir etkileşimsizlik söz konusu.

Bugüne kadar okuma eyleminin azlığından şikayet edildiği ülkemizde esas sorunun okuduğunu anlamamak olması, üzerinde durulmayan bir konu.

Aslında insanların okuduklarını anlamaması bir yana, kendine söylenenleri de doğru anlamadığı bir sosyal iletişim ortamında yaşadığımız bir gerçek.

Kimsenin, kimselerin ne dediğini yeterince anlama çabası göstermediği ve anlamadığı  yaşadığımız tüm aile ve toplum içi diyaloglarda ortaya çıkıyor.

Tartışmaların ve çatışmaların büyük kısmı da fikir ayrılığından daha çok buradan kaynaklanıyor.
Konuşmaların kavgaya dönmemesi herkesin söylediklerinin yanlış veya tek yanlı anlaşılacağını baştan hesaba katması ve tolerans geliştirmesiyle mümkün olabilir.
Ne demek istediğinin iyi anlaşılmasını sağlama çabası ve öfkelenmeme becerisi ancak bu bilinç üzerinden gelişen bir irade ile mümkün olur.
Eğitimde buna öncelik verilmesi anlama alt yapısının kapasitesini arttıracaktır.
Aynı ifadenin farklı beyinlerce nasıl farklı anlaşılabileceğini algılatan özel bir eğitim dikkati kazanılmadıkça birbirlerini anlamayan ve anlamadığını da anlamayan algı çatışmalarından çok kavga üretilir.

Okuduğunu anlamayan öğrenci, çoğunlukla kendine yönelen pek çok iletimleri de doğru anlamıyordur.
Taraftarlık ve yandaşlığın bir cephe sığınağına dönüşmesi de bu algısızlıktan doğan çatışmaların, düşünce çatışmasından çok kavram karmaşasından doğan bir çatışma olduğunun ayrımına varmamaktan oluşmaktadır.

Sevgi Özkan

14 Eylül 2011 Çarşamba

DÜĞMEYE BAS, GELECEĞİ OKU!


Amerika da bir üniversitenin Beşeri Bilimler Enstitüsünde dünyadaki önemli olay ve gelişmeleri içeren 100 milyon haber, süper bir bilgisayara yüklenmiş

Araştırmayı yürütenler ABD hükümetinin Açık Kaynak Merkezi, NewYork Times Gazetesi
Arşivi ve BBC Medya takip merkezinden yararlandıklarını belirtmişler.

Haberler, haberin iyi mi yoksa kötü mü olduğuna göre “ruh hali”, olayların geçtiği veya insanların bulunduğu mekanları da “yer” başlığında olmak üzere iki ana bilgi türü üzerinden analiz etmişler.
“Ruh hali” kıstası, “korkunç”, “dehşet verici” ve “hoş” gibi kelimeleri arıyor “yer” kıstası
ise mesela “Kahire” gibi belirli mekanlardan bahsedildiği kelimeleri seçiyor ve onların coğrafi koordinatlarını buluyormuş.
Bunların arasında 100 trilyon ilişki yaratılıyor ve saniyede bir trilyon kayar nokta işlemi yapan süper bilgisayardan önemli veriler elde ediliyormuş

Mesela bu çalışma sayesinde Arap Baharı yaşanan ülkelerin ruh halindeki bozulmayı coğrafi koordinatlarıyla grafik olarak algılamayı mümkün kılan veriler sağlanmış. Mısır ve Libya devrimlerindeki ulusal hassasiyetin önceden görülebilmesini sağlayan çizelgeler edinilmiş.

Bu yolla gelecekteki çatışmaların önceden belirlenebileceği umuluyormuş.
Yakın bir gelecekte doğasal hava durumu tahminleri gibi ülkelerin siyasi ve sosyal hava  tahminleri de isabetli olara bilinecek anlaşılan.

Düğmeye basanlar nerede neler oluşuyor görebilecekler.

Sosyal bilimcilerin ve politikacıların çoğunca yapılan siyasi öngörülerin çoğunlukla tam isabetli olmamasına şahit olduğumuz küremizde bu yolla pek çok şeyin görülüp yönlendirileceğini şimdiden kabul etsek iyi olacak.

Geleceği bilgisayarlardan öğrenip ona göre önlem almak mümkün olacaksa da komplo teorisyenleri için değişen pek bir şey olmayacak, onlar “havamızı kim bozuyor” sorusu üzerinden bahis yürüterek daha bir tatmin olacaklardır.

Geleceğimiz yapay zekalarca belirlendikçe daha iyi bir dünyada mı yaşayacağız acaba?
Bu soruya doğru cevap vermek henüz mümkün değil

Sevgi Özkan

3 Eylül 2011 Cumartesi

NEYİ BİLMELİ?

Cahil olmamak için bilgiye sahip olmak, bilmek yetmez.
Bilinenler üzerinden düşünmek gerek.
Bilginin, bilgilenmenin anlamı burada.
Kitabi bilgileri ezberlemek değil, bilgiler üzerinden düşünme egzersizleri yapmak, onları zihinde doğru yerlere yerleştirmek ve çıkarımlarda bulunmak aklın bilgisel gelişim için gerekli.
Neyi bilmeli sorusu bu nedenle önemli.
Soru, aklın suyu, ekmeği.
Zihin neyle besleniyor, neyi sorguluyorsa o yönde gelişiyor.
Düşünmek, çoğu insan için çıkarını düşünmekten öteye bir zihinsel aktivite değil.
Çıkarcılık yani kendini düşünmek, içgüdüleri de kapsayan duygusal bir davranış.
Başkalarını düşünmenin kendini düşünmek kadar gerekli olduğunu anlamak için bilgiyle düşünebilmek gerek. Yoksa aklın bu tür çıkarcı çalışması, kısa vadeli düşünme ve vizyon körlüğü, anlamıa gelir. 

Bildikleri, insana bilmediklerini de gösterir.
O nedenle insan öğrendikleri üzerinden düşündükçe bilmediklerini daha çok görmeye başlar.
"Bir bildiğim, hiçbir şey bilmediğim" sözü de bunu anlatır.
"Çok bilen, çok yanılır" sözü de yine, ne kadar biliyorsan o kadar bilmediğin şey de vardır anlamını içerir.
Bilgi ve düşünce bağlantısını önemsemeyenler, bu sözleri zaten bilmekle bilmemek arasında fark yok olarak algılarlar.
Başta herşeyi bilen tanrı olmak üzere nasıl olsa düşünenler vardır çıkarımıyla ayrıca düşünme zahmetine katlanmayan kafalar, aynı zamanda olaylarda suçlu arayıp akıl vermeye kalkmaktan geri durmayanlardır.
Olan bitene düşünmeden içgüdüsel tepki vermek, ilahi takdir ve kendi dışındakileri suçlama kolaycılığını tercih etmek, birbirini besleyen ve birbirinden üreyen davranışlardır.
Bu algı ikliminde "düşünmek", icat çıkarmak, huzur bozmak gibi işlevlendirilince de, kuru bilgileri ezberleyerek tekrarlamak akıllı ve bilgili adam olmak için de yeterli görülebiliyor.
Bir tıkla bilgiye ulaşarak herşeyi öğreneceğini sananlar, "Kültürlü olmak" için, bilgilere nasıl ulaşılacağını bilmekten öte bir çabaya gerek duymamaktadırlar.
Oysa cahillik salt bilgilerle değil, “bilgi”ler üzerinden düşünce ve fikir üretilmiyle giderileceğinden
bilgiden düşünce üretmek, bilgi aktarıcılığıyla yetinmekten daha emek isteyen, daha işlevsel ve zihin geliştirici bir iştir.
Bu nedenle cehalet, bilgilere sahip olmamak değil, bilgiden düşünce üretmeyi tercih etmeme alışkanlığı ve dünyayı doğru kavramama durumu olarak tanımlanmalıdır.
Neyi bileceğini bilmek önemli bir sorumluluktur.
Sevgi Özkan

29 Ağustos 2011 Pazartesi

ÖĞRENCİLER DEĞİL EĞİTİM ZİHNİYETİ EĞİTİLMELİ

“Zorla gebelik testi yaptıran müdüre dava açıldı”

 
“CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek'in 27 Nisan 2011'de okulda zorla gebelik testi yaptıran müdürü Meclis'e taşımasının ardından müdür hakkında 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.”
28 Ağustos 2011 tarihli Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde yer alan bu haber kadına yönelik şiddet uygulamalarını besleyen zihniyetin kodlarını gözler önüne serdiği ve siyasi toz duman içinde bu girişimlerin de mercek altına alındığını göstermesi nedeniyle önemli
İstanbul Büyükçekmece’deki bir ilköğretim okulunda okuyan yedinci sınıf öğrencisi 13 yaşındaki kız çocuğu ,erkeklerle çok geziyor diye okul müdürünün emriyle hademe tarafından tuvalette zorla gebelik testine tabii tutulması haberi epey dikkat çekmişti. Okula çağrılarak şikayette bulunulan aile ve özellikle annenin de önce kızdığı kızının sonra yanında yer alarak bu harekete karşı duruş sergilemişti.
O zaman dikkat çekilen bu haberi CHP milletvekilinin meclise taşıması ardından müdür hakkında dava açılması ciddi ve umut verici bir gelişme olarak çok önemli.
olayı aile ile okul arasında bir problem gibi algılanmasını önleyen ve şikayetle yetinilmemesi gerektiğini anlayan bir sorumlu milletvekilinin olayı meclise taşıması ve ardından dava açılmasının sağlanması önemli bir başarıdır.
Zira her gün artış gösteren ve önlenemeyen kadına dönük şiddet uygulamaları ve çoğunluğun ölümle son bulmasına yol açan zihniyetin yaşamın her karesine nasıl işlediğini gösteren bir olay bu.
Kadın cinsinin namusunu öğrenci çocuğa gebelik testiyle kontrol etmeye eğitim olarak algılayan bu zihniyet o kadar çeşitli biçimlerde yaşamları yönlendirmeye başladı ki bu duruma karşı çıkılmaması kadına dönük şiddet uygulamasını meşrulaştırıyor.
Çocuk hakları ve insan hakları parantezinde gelişme sağlandıkça kadın cinsinin vucudunu kontrol etme hakkını kendinde bulan bu mantık, eğitim adıyla her alanda çocuk olsun genç olsun her yaşta kadın cinsiyeti üzerinden bu şiddet uygulamasının son bulması için bu tür besleyici argümanlara son vermek gerek.
Bu haber gerçekten çok önemli kadın cinsinin namusunu gebelik testiyle ölçmeye kalkan zihniyet bunu eğitim sanıyor. Çocuk dövmeyi eğitim sanan kafalar kızların namusunu da test etmeyi görev sayıyor. Eğitilecek olanlar çocuklar değil, bu zihniyeti barındıran kafalar olmalı.
Sevgi Özkan

28 Ağustos 2011 Pazar

KADIN KATLİ ÜZERİNDEN ÖRNEKLENEN ERKEK CİNNETLERİ

 
Medyada her gün kadınlara dönük en az iki tane cinayet vakası yer alıyor.

Bu konuda yapılan bazı araştırmalar 2003 den beri bu cinayetlerdeki artışı ispatladığı halde "evvelden de vardı, şimdi daha çok görünüyor” kolaycılığı ile geçiştirmeye kalkılamaz

Neredeyse öldürülen günlük kadınlar listesi tutulacak biçimde artan bu sosyal gerçeğin, sadece iyi-kötü, doğru -yanlış insan gibi ahlaki ikilemlere sığmayacak kadar çok boyutlu olması, çözümü için doğru okunması gerektiğini de gösteriyor.

Yoksulluk ve cehaletin yanı sıra iletişim çağının hızla değişime uğrattığı normların yok olması, yerine yenilerin aynı hızla gelmemesi de bu konudaki önemli etkenlerden biri.

Şu veya bu kişisel gerekçeyle işlenen bu cinayetlerin, sürekli uyardığı zihinlerde, aynı açmazı yaşayanların kimisinde empatik etkileşimle çözüm yolu gibi algılanabilirken kimilerince de
kanıksanarak kendinden beslenen bir durum yaratıyor.
 
Kamu dikkatini devamlı meşgul eden ve aynı bireysel ve sosyal açmazları içeren bu davranış örnekleri kısa bir sürede kendi göreneğini de yaratarak adeta yol gösterici olabiliyor.

Geçmişe oranla olan bitenden daha çok haberdar olunduğu günümüzde, algılama ve anlamlandırma yetersizliğine, cehalet ve türlü yoksunluklar eklenince, kimi ilişkilerdeki en masum ayrılma isteği bile cinayetle sonuçlanabiliyor.

Eşi, eski eşi, nişanlısı, sevgilisi üzerinden modellenen “kadın” algısı, çeşitli uyaranlarla anlaşılamayan, baş edilemeyen ve söz geçirilemeyen bir varlığa dönüşen erkek zihni, ucu kendi namusuna dokunan ciddi bir korku üretiyor.

Pek çok alanda olageldiği gibi, kadın erkek ilişkilerinde de, gelişmemiş rasyonelliğin yerini duygusal ve içgüdüsel tepkilerin almasıyla ortaya çıkan şiddet eğilimi, cehalet ve yoksullukla birleşince devreleri karışarak kontrolü kaybeden aklın, kendini ve etrafındakileri ortadan kaldırma refleksine dönüşen cinnet olgusu kaçınılmaz hale geliyor.

Çözüm için kuvvetli bir kamuoyu protestosu yaratmak, rasyonel ve ciddi uygulamalara dayanan önlemleri yaşama geçirmekle sağlanabilir.

Vakaların günlük duyurusuyla kendi gerçeğinin reklamını yaparak büyüyen bu sorunun halli için, birey eğitiminin ve korunmasının sağlanması kadar kitlelere sorunu kanıksatmadan çift taraflı empati yaratarak eş zamanlı etkileyecek sosyal reklamların oluşturulması önem kazanıyor.

Bu sosyal sorumluluk alanına sermaye ve akıl desteği sağlamak da devlet kadar sivil toplum insiyatifiyle de gerçekleştirilebilir.

Sevgi Özkan

25 Ağustos 2011 Perşembe

ERKEN CİNSELLİK ÇOCUKLUĞU ZORLUYOR MU?

İki yüz yıl öncesine kıyasla ergenlik yaşının gittikçe erkene indiğini saptayan araştırmai, günümüzün  pek çok gerçeğiyle birleşiyor.
Çeşitli etkenlerle gittikçe daha çabuk ergenleşen gençler, sosyal yaşam sorumlulukları yönünden ise tam aksine daha geç gelişme gösteriyor daha geç evleniyorlarmış.
Erken bedensel cinsellik gelişimi çocuk kavramının sınırlarını ne kadar etkiler diye düşününce ortaya çıkan tablo bazı cinayetleri de aydınlatır cinsten.
Çok yakında yaşanan 17 yaşında ki Antalyalı garsonun 15 yaşındaki İrlandalı kıza aşkı ve bir arada olmak için evlenme isteğine karşı çıkan kızın annesi ve arkadaşını öldürerek kızla evleneceğini düşünmesi gelişmesi geciken sosyal algıya örnek gösterilebilir.
Tam bir gelişmemişlik algısı ve gelişmiş cinsel içgüdü çatışması.
Amerikan moda dergilerinde cinsellik yansıtan süslü minik kız görüntüleri üzerinden yürütülen tartışma lar da bu konu üzerinden değerlendirilebilir.
Görsel ve bedensel uyaranların erken benimsetilen cinsellikleri ile eş zamanlı gelişmeyen sosyallikleri çocukların çocukluk sınırı nasıl çizilecek?
Eskiye göre insanın çocuk olma hakkının kabul edilmesiyle çocukluğa bırakılan pay gittikçe önem kazanırken erkene inen cinsel toramanlık ile mental cılızlık karmaşasından nasıl bir genç tipi oluşacak.
Sevgi Özkan

22 Ağustos 2011 Pazartesi

BİLİM İNSANLARININ ŞİKAYETİ

 
Medyanın bilimsel buluşları öğrenip konu etmek için bilim çalışanlarına musallat olması bilimcilerin tepkisine neden olmuş.

Biz bologger değiliz, sizlerin sorularına cevap vermeye çalışırken yeterince bilimsel çalışma yapmaya vakit bulamıyoruz demişler.

Bu da yine medya haberi olarak iletiliyor.

Medya, olan bitenin insanlara duyurulmasına aracı olma görevini abartınca, suçlu takibinde polis, adalet dağıtımında savcı ve hakim, sağlık alanında tıp uzmanı, yemek kültüründe aşçıbaşı. ülke yönetiminde politikacının yerini almaya başladı sanki.

Bunda iletişim olanaklarının gelişimi ve medyanın kendi görev yorumundan çok, bilgilenmek isteyen kitlelerin kimden ne talep edeceğini bilmemek veya birini diğerinin yerine koymak kolaycılığından da geliyor.

Her alanda “haberleşme” üzerinden anlam kazanan ve biçimlenen dünya döngüsünde özellikle sosyal medya kendi talebini kendi sunumuyla karşılar hale gelince işler iyice karışıyor.

Özden çok çeşitlilik ve hızın belirlediği haberleşme kültüründe bilgi özümsemesinden ziyade başıboş bilgi tüketimi geçerli olunca, popüler kültürün oluşturduğu magazinleşme, sonunda hepsini barındıran bir ortalama algı kültürü  de yaratıyor.

Herkesin her şeyi bilmek istediği ve bilinen şeyler modasının hızla değiştiği, kültürel yapılanmaların nasıl zihinler yarattığını araştırmak önemli olmaya başladı.

Zira, aynı zaaman diliminde uyaranların çokluğu ve çeşitliliği nedeniyle gelenleri kafasına yerleştirmeye vakit bulamayan zihinler çaresiz kalıyorlar. 

Bilim insanlarının yavaş bilim diye bir tavır başlatmalarını da böyle bir feryat olarak okumak mümkün.
 
Bilim insanlarının bu feryadına, pekçok alanda benzer yavaşlama istekleriyle  çözüm sağlanıp sağlanamayacağını bilemiyoruz.
 
Önlenemeyen çok yönlü dinamiklerce güdümlenen bu hızlı yaşam karmaşasında durdurun dünyayı inecek var isteğinin yerini yavaşlatın düşünecekler var isteğinin alması ve bunların haberleştirilmesiyle ağır çekimde bir yaşantıya ulaşabilir miyiz?
Durup düşünmek gerek. 
 
Sevgi Özkan