24 Aralık 2014 Çarşamba


İnsan olmayan birey kategorisine kim giriyor?
Arjantin'deki bir hayvanat bahçesinde bulunan Orangutanın "insan olmayan birey"kabul edilerek serbest bırakılmaya kalkılması haberi 
bireyleşememiş insanlar topluluğunda bireyleşmiş hayvan örneği hayli düşündürücü. 
Önemli olan aklanmak değil paraymış meğer.

17-25 Aralık olayının yıl dönümünde suçlananların yargılanmalarını önleyen düzenlemelerle kapatılmaya çalışır ve el konulan paraların polis tarafından konulduğu savunulmuşken şimdi paraların zanlılara iade edilmesi şaşırtıcı. Paralar, zanlılarınsa o zaman savunma için söyledikleri geçersizleşmiyor mu? Anlaşılan asıl dert aklanmak değil paralara kavuşmakmış.

9 Aralık 2014 Salı

ŞUURSUZLUK ZAMANI
Eğitim Şurası, çocukların başlarının dışı gibi içini de kapatmaya yönelik önerileriyle pedagojik psikolojik ve sosyolojik bilimler açısından nerelere sürüklendiğimizi kavratır nitelikte önerilerle sonlandı.
Okul öncesi dönemden başlayarak çocuklara cehennem ve cennet kavramlarını değerler eğitimi diye aşılamaya kalkan ve de zorunlu din dersi eğitimiyle ahlaklı iyi ve gelişmiş akıllı insanlar yetiştirmeyi hedefleyen zihniyetin, eğitim alanına sunduğu tavsiye(!) kararlar yönetime egemen paradigmayı kavratan boyutları gösterdi.
Bugünün Türkçesini daha iyi okutmak ve öğretmek gerekirken
Osmanlıca gibi bugün yaşamda karşılığı olmayan bir dille PİSA gibi OECD ülkeleri arasındaki yerimizi ölçümleyen testlerde özellikle okuduğunu anlama konusunda epey gerilere düşen öğrencilerimizin iyice gerilere düşmesi önlenemez.
Küresel iletişim çağının ortak dili olarak evrenselleşirken farklılaşarak “GLOBALİZCE” adı verilen İngilizce öğrenimi gerekli olurken günümüz Türkçesini düşünce üretecek biçimde kullanılmasını sağlayan bir eğitim oluşturulması daha önem kazanmakta.
Bir dili bilmek ondan düşünce üretmekle mümkün olur.
Düşünme yeteneği mantık ve felsefe eğitimiyle pekiştirilir.
Batıyla kendi öz değerleri üzerinden kaynaşmanın yolu
okumaz yazar haline gelen gençlerin zihin dünyasını terk edilmiş bir dile zorlamaktan değil, mevcut dili daha düzgün ve iyi kullandıracak  bir literatüre yönlendirmekten geçer.
Daha yenilerde ülkemizce imzalanmasının 24.yıl yıldönümünün kutlandığı Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesinin erken yaşta benimsenmesi ve haklar kültürünün erken yaşta kavranmasını sağlayan İnsan Hakları dersi ve de devamlı hak ihlali, kaza ve cinayet üreten düzenimizin ortalama aklını eğitmede de yararlı olacak trafik dersi neden  kaldırılır?
Demokrasiyi geliştirmek şöyle dursun yok sayan ve Eğitim Şurası dense de yukarıda değinilen şuur ve aklı dışarıda bırakan önerilerin tavsiye edilebildiği bu kalkışma, değerli Çizerlerimizden  Latif Demirci’nin deyimleştirdiği gibi ülkemizin “aklı geçmiş zaman”da yaşamaya zorlandığını göstermektedir.
Sevgi Özkan

Sosyolog

20 Kasım 2014 Perşembe

ÇOCUKLAR NEDEN HAKLI ?:

İnsan ve Çocuk Hakları, çoğunlukla söz söyleme hakkına sahibi olmak ile söylediğinde haklı olmanın birbirine karıştırılırdığı kavramlardır.

Hak arama kültürü dolayısıyla demokrasisi gelişmemiş toplumlarda “haklılık” haklı olmaktan öte büyüklerin daima haklı, çocukların da haksız olduğu yönünde şekillenmiş hiyerarşik bir algıyla kabullenilir.
Sözü kesilmeden dinlenmediği ve birey olarak doğuştan sahip olduğu haklarının sağlanmadığı yerde genel olarak çocuğa senin hakların var demek bu algının haklarının büyüklerce çocuğa bağışlanması biçiminde anlaşılır.

Çocukların “hakları” olması, onların her yapıp ettiğiklerinin doğru ve haklı olduğu anlamına gelmediğinin kavranması hak arama kültürünün en önemli noktasıdır..
O nedenle çocuk kendine hak verilirse değil zaten haklara sahip olduğu için “BİLMESE DE HAKLI”dır.
 “çocuk işte, o ne bilecek, ne anlayacak” tarzı yaklaşımlarla
Sözleri dinlenmeden, büyüyen çocuklar, “haklarını” kavram olarak kolay öğrenemez bilemezler.
Sözlerinin dinlenmesi ve haklı olup olmadığını kavraması ancak kültürel davranış etkileşimiyle sağlanır.
Sözüne kulak verildiği bir çevre kültürüyle büyüyen çocuk, söz söyleme hakkını kullandığı için söylediklerine gösterilen tepkiler üzerinden dediklerinde haklı veya haksız olduğunu anlama fırsatını da yakalar.
Çocukların yaşama katılımında en önemli hakları, onların da bir fikir ve söz söyleme hakkı olduğunu onlara kavratacak iletişim modellerini yaşamasıdır.

ÖZETLE: Söz söyleme hakkı önlenmiş çocuklara senin hakların var demenin haklarını öğrenmesi için yeterli olduğunu düşünme yanılgısı, büyüklerin hak kavramını kendilerinin bahşettiği bir kavram olarak algılamasıyla ilişkili olduğundan çocuklara bağışlar gibi senin hakkın var demek o çocuğun haklarını öğrenmesi anlamına gelmemektedir.

Büyüklerin ÇOCUK KATILIMI ile ÇOCUK KULLANIMI arasındaki kıl payı farkı anlamamaları da, çocuk haklarını savunma adına büyüklerce yapılan pek çok hatalı tutumdan kaynaklanır.

Kendi hatalarını düzeltmeden çocuğunun hatalarını eğitmeye kalkarak “Be demesene Be” kültürünün yapı taşlarını örenler, aslında hak arama kültürünün kendi rol modellikleriyle oluşacağının ayrımına da varamayanlardır.

Sözlerinin dinlenmediğini söyleyen ebeveynler çocuklarının sözlerini dinlemesini beklemek hakkına sahip değillerdir. Hak arama kültürünü çocuğa kazandırmak sadece sen haklısın demekle değil, haklarını algılatacak davranış modelleriyle oluşuturulur.
Sevgi Özkan


21 Ekim 2014 Salı

Kimin “Makul”ü?
Görüş ayrılığı diye yaşanan pek çok konuda sorun, kavramların farklı kavranmasından doğuyor.
Kavramların farklı eğilim ve niyetleri kapamak için  kendi kavramından uzaklaşması da ayrı bir sorun. 
Özellikle örtülü savunucuların kendi mantığını doğru diye dayatması ise kavramları kavranamaz hale getiriyor.
Özellikle yasalarda kullanılan kavramların taşıdığı belirsizlik, adalet ve hukuk dışı işleyişlere yol açması yönünden son derece sakıncalı.
Son günlerin güvenlikçi yasal düzenlemelerinde kullanılan “makul” kelimesinin akla yatkınlıktan bile öteye sezgiye yatkın olarak anlamlandırılması konuya iyi bir örnek..
Bir durumun gerçekliği açısından akla yatkın olmanın bile yanıltıcı olabileceğini gösteren ve genellikle Aristo mantığı diye nitelendirilen mantıksal yakıştırmalarda “makul şüpheli” nitelendirmesinin suçlanmak için yeterli bir ölçüt gibi sunulması çok sakıncalı.
Kavramlar, kişinin bilgi, mantık ve düşüncesi kadar doğru kavranacağından “makul şüpheli” değerlendirilmesinde takdir konusunun daha baştan yanlış ve haksız uygulamalara yol açacağı belli.
Düzmece suçlarla somut delillerin bile yanıltıcı olabileceği daha yakın zamanda toplum olarak yaşanan pek çok olayda görülmüşken polise, suçlu olduğuna inandığını bu nedenle hürriyetinden alıkoyma yetkisinin verilmesi de büyük hatalara ve polis gücüne dayalı baskı düzenine yol açacağı tartışılmaz.
Bu durumu mantık oyunlarıyla çarpıtıp isabetli gibi görmek ve göstermek bireysel ve kurumsal sorumluluk açısından ağır bir toplumsal suç sayılması gerekmez mi?
Sevgi Özkan

  

26 Eylül 2014 Cuma

ÇOCUĞUN BAŞININ DİN ADINA KAPATTIRILMASINA YOL AÇAN DÜZENLEMELER, ÇOCUĞA BİREYSEL TERCİH ÖZGÜRLÜĞÜ SAĞLAR MI?.

Devletimizin 1990 yılında imzalayarak uymayı vaadedtiği Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 14- maddesi
Her çocuğun, kendi düşüncesini geliştirme ve istediği dini seçme hakkı vardır.
Bu konularda çocukları büyüten yetişkinlerin de onlara yol gösterme hakkı ve sorumluluğu vardır.” diyor.
Burada "istediği dini seçme hakkı" kilit kelime.
0-18 yaş arasında bütün insanlar çocuktur gerçeği doğrultusunda çocuğun din’i algılaması çocuğun gelişimsel ve toplumsal evrelerine bağlı farklı aşamalardan geçer. 9 Yaşında bir çocuk için böyle bir tercihi yapacak bilinçte olmadığı saptanmış bir gerçektir.
O nedenle bu konuda çocuğu büyüten yetişkinlerin onlara yol göstermesi hakkı ve sorumluluğunun nasıl algılandığı iyice önem kazanmaktadır. Çünkü burada büyüklerin mi, çocuğun mu dini tercihinin söz konusu olduğunu tamamen birbirine karıştıran bir yetişkin anlayışı egemen olmaktadır.
Dolayısıyla büyüklerin mensup olduğu din ve dinleri bilgi ve kültürel etkileşim doğrultusunda çocuğa öğretmesi ile şunu seçeceksin, onun kurallarına uyacaksın zorlaması arasındaki farkın bilincinde olması önemli bir ayrımdır..Bu nedenle çocukların seçimi denen şey genellikle büyüklerin çocuk hakları bilinci ve özgürlük hakkı algısına bağlı olarak şekillenir. Bu da gerçek anlamda çocukta "hak hukuk özgürlüğü"kavramını önleyici bir sonuç doğurmaktadır.
Çocuğa inanç için yol göstericilik adına objektif bilgilendirme ve doğal kültürel etkileşimden öte baskıcı yönlendirmeler yapılıyorsa, onun çocuk ve insan olarak özgürlük hakkı sağlanıyor değil, tam tersine ihlal ve istismar ediliyor demektir..
Çocuğun haklarının yaşama geçirilmesinde en önemli sorumluluk da, devletin bu konuda yaptığı yönlendirmelere aittir.
Eğer devlet din adına belli bir din ve mezhebin kültürünü zorunlu din dersi olarak algılatır ve de İmam yetiştirme amacıyla kurulan din kültürü ağırlıklı İmam Hatip Okullarını zorunlu seçenek haline getirirse, imza attığı Çocuk Hakları Sözleşmesini ihlal ve istismar etmiş olmaz mı?
Bu uygulamayı politik çıkar adına kendi lehine kullanmak ise sorumluluktan öte suçluluk durumudur.
Pek çok yaz-boz ve gelişimsel yönden yanlış uygulamayla çocuğun eğitim hakkı fazlasıyla ihlal edilirken dokuz yaşından başlayarak kız çocuğa "başını örtme hakkı" (!) sağlamayı bireysel tercih gibi sunulması, en hafifinden kara mizah denilecek ama çok ağır bir sorumsuzluk ve hak ihlali örneğidir.
Sevgi Özkan (Sosyolog)


23 Eylül 2014 Salı

HİÇBİR EBEVEYNİN DİN ADINA ÇOCUĞUN BAŞINI ÖRTME ve ÖRTTÜRME HAKKI OLAMAZ.


Ülkemizin de 24 yıl önce imzaladığı Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin, anne babanın çocuğuna kendi dinini öğretme hakkını onaylayan maddesi anne babaların ve yetişkinlerin çoğunlukla yanlış yorumladığı bir madde. 
Burada birbirine karıştırılan nokta bir dini öğretme hakkının o dine zorla inandırma hakkı olmadığı.
Çocuklara din olgusunun öğretilmesi demek, henüz soyut ve somut algılama aşamalarını tamamlamadan o dini kabule zorlayıcı tutumlar olmadığının iyi kavranmadığı anlamına gelir. 
Her çocuk kaçınılmaz olarak içine doğduğu aile ve toplum kültürünün alanında büyür. Anne baba, kendi inancı doğrultusunda benimsediği dini, çocuğa ayrıca zorlama yaptırımlarla kabul ettirme hakkına sahip değildir. Tıpkı kendi fikirlerini ve türlü bağımlılık tutumları konusunda zorlama hakkına sahip olmaması gibi.
Çocuk hakları açısından yanlış olan zaten içine doğduğu çevrenin doğal etkileşimi değil bu etkileşimin çocuğun inanma özgürlüğünü yok sayacak yaptırımlarla anne baba tarafından kabule zorlanmasıdır.
Bu nokta çocuğun birey olarak doğuştan sahip olduğu haklarının büyüklerce ihlali anlamına geliyor.
Baş örtme konusunu aynı dine mensup olanlarca bile farklı yorumlayan birey ve toplumların varlığı, inancın bireysel bir seçme özgürlüğü olduğunun kabul edilmesi gerçeğinin tartışılmazlığını ortaya koyuyor. 
Yetişkinlerin birbirine inanç farklılıkları açısından baskı yapmasına yol açan tek doğru benim inandığım biçimdir yanılgısının da insan hakları ihlali olması gibi bu konuda henüz anlamadığı bir dönemde çocuğa dini aidiyet yaptırımları yüklenmesi hatalı  bir davranıştır.
Bu konuda bireysel özgürlüğü temel alan Laik sistemlerin doğru değerlendirilmemesi ve de herkesin birbirinin inancına karışma hakkını özgürlük sanması da çocukluktan başlayan bireysel inanma hakkının dikkate alınmamasının sonucudur.
Sevgi Özkan
(Sosyolog) 

21 Eylül 2014 Pazar

Puzzle Tamamlanmadan Görülenler(!)

Çeşitli bilgilerin bir araya gelmesiyle oluşan görüntüler, tamamlanmasa da bütünün gerçeğini işaretliyor.
Amerikan Dışişleri Bakanının IŞID’a karşı ortak girişimde “Türkiye’nin ne yapacağına karar vermesi gerekiyor” sözünün ardından IŞİD’in elindeki rehineleri bırakmasıyla, Türkiye’nin resti gördüğünü düşündürmesi mümkün.
Bakanın İŞID’e petrol satılmasında açıkça Türkiye’nin katkısı olduğu nu söylemesinin, bu işin sonuçlanması için gereken baskıyı oluşturduğunu düşünmek de yanlış değil.
Amerika’dan yazılı basın veya demeçlerle gelen bilgiler, işin bir ucunda yer alan Türkiye ve İŞID’ın, aslında bu konuda gerçekleştirilecek uluslararası toplantıdan önce rehine krizini böyle sonlandırmaya mecbur kaldıklarını düşündürtüyor.
Zaten mazeret olarak kullanılan gerekçenin ortadan kaldırılması yönündeki baskının, krizin içinde yer alan tarafların olayı kendi alacaklarını aldılar izlenimini verecek biçimde sonlandırdıklarını düşündürüyor.
Gizlilikle sürdürülen görüşmelerin detayları kamuoyunca öğrenilmese de sonlandırılma biçimi bazı noktaları açıklıyor. Sonunda ortak anlaşma ve hesaplarla ne kazandıkları belli olmasa da aynı tarafta yalnız kalanların, durumu birbirlerine gol atmış gibi sonlandırmasını bile kazanç saydıklarını gösteriyor.
Günümüzün iletişim gerçeği, uluslararası ilişkilerin her oradan buradan ortaya dökülen bilgi parçalarıyla, içeriye ve dışarıya başarı gibi sunulan politikaların aslında ihanetin belgeleri olarak okunduğu da ayrı bir gerçek.
Özetle, devamlı tekrarlanan davranış biçimlerinin birikmiş görüntüleri, yap boz parçaları gibi eklemlendikçe, detaylar tamamlanmadan da bütün görülebiliyor.
Gerçekler karşısında çuvallamamak isteyenlerin, tüm politik ataklarında göstermek istediklerinden çok neyin görüldüğünü hesaba katmaları gerekiyor.

Sevgi Özkan 

11 Eylül 2014 Perşembe

YÖNETİMLERİN FELAKET ÖNLEME SORUMLULUĞU

“Baskın basanındır” ifadesi günümüz Türkiye’sinde artık iyice görüldüğü gibi “Basın da, basanındır.”olmaya başladı.
Zaten gazete okumaya meraklı olmayan bir toplumda artık basılı gazete okumanın da revaçta olmamasının ve de ortak aklın şekillenmesini sağlayan ana akım medyaya yapılan baskınların eklenmesi, okurun güven ve gerçeği öğrenme hakkının zedelenmesine yol açıyor.
Uzun yıllardır yönetiminden sorumlu oldukları ülkeyi çoğunlukla yurt dışı gezilerle sürdürürken olan bitenin gerçeğini de, uzaktan ve kendine aktarılan yorumlar üzerinden değerlendirme yanlışı pek çok alanda onulmaz yaralar açıyor. 
Görev bölümü kavramının “taşeronluk” olarak gerçekleştiği bir düzende, yönetimin selameti için gereken vicdani ve hukuki sorumluluğun da, amiyane bir ifade ile “İt, ite, it de kuyruğuna” işleyişiyle gerçekleştiği böyle bir tabirin varlığından anlaşıldığı gibi yerleşik bir davranış olarak kendini sürdürüyor.
Aslında tek elden komutlarla sorumsuzluğun yükünün ve vebalinin paylaşımını sağlayan bu ortam, ortak vebal ve cezayı de baştan paylaştırarak sorumluluğun vicdani ağırlığını hafifletiyor. Görevin ifasında payı olan herkesin kendisini masum görmesine de zemin hazırlıyor.
Her alanda oluşan birikimlerle dayanılamaz bir yılgınlığa dönüşen bu durumun, özellikle belli bir toplum kesiminin kendi karşılığını ve benzerini toplumda bulamayarak çareyi sanal iletişim alanında aramasına yol açıyor. Son olarak da bireysel özgürlüğü yok etme girişiminin, üstü kapalı olarak devreye sokulan “torba” yasalarla gerçekleşeceğinin görülmesi yılgınlığı arttırıyor.
Kainatta fazla kurcalanan ve zorlanan enerjilerin önlenemez biçimde patlayacağına dikkat çeken dahi fizikçi S. Hawkings’in dünyanın var oluşu araştırmalarında aranan temel parçacık deneylerinde fazla ileri gidilmesine karşı uyarı yapması haberi çok düşündürücü. Zira değerli bilim adamının son kitabında “aman ha, enerjinin önlenemez bir dinamizasyonla dünyanın yok olmasını yaratacak bir sonuç oluşabilir” demesi pek çok yönden boşuna değil. 
Baskılanan birikmiş toplumsal enerjilerin de bazen beklenmedik noktalarda patlayabileceği, geriye de, ne yöneten ne de yönetilenin kalacağı bir felakete dönüşebilmesi mümkün. Bu nedenle acilen dikkate alınması gereken bir SORUMLULUK yönetimi gerekiyor. Aman ha (!)

Sevgi Özkan

7 Eylül 2014 Pazar

resel Etkileşimin İşlevi.

Ülkemizde Brezilya dizileri ilk yayınlandığında arkası yarın programlarının sürükleyicisi olarak çok rağbet görmüştü.
Farklı ve uzak toplumlarda ortalama aklın kıskaca aldığı aile içi olay örgüleri ve yaşam kültüründe önemli etkileşimler yaratarak özellikle kadınlarda empati ve vizyon geliştirici bir işlevi olmuştu.
Bilgisayar ve internetin toplumsal yaşama girmesiyle her şey her yerden görülebilir hale gelince bu alan, yerli dizi piyasalarının da dış pazarlara açılmasına neden oldu.
Son yıllarda özellikle Müslüman ülkelerde izlenme rekorları kıran dizilerimizin artık okyanus ötesi güney Amerika ülkelerinden Şili'de 'Bin bir Gece' dizisinin günlük sohbetlere girecek bir izlenme rekoruna ulaşması, bu etkileşimlerin nasıl ortak duyarlılık ve değerlere dayalı bir dünya oluşturmaya başladığını gösteriyor.
Sosyal Antropolojide kültürel sızma olgusunun yeni biçimlerini bu etkileşimler üzerinden değerlendirmek gerekiyor.
Olumlu, olumsuz yanlarıyla küreselleşme ve dijital çağ, IŞİD gibi küresel teröre karşı ortak "insanlık" idealinde birleşme gerekliliği kadar "küresel demokrasi" ye de ne kadar ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor.
Dünya ve insan gerçeğini bu kadar deşifre olmadığı, sığlık ve gelişme potansiyelinin hiç bu kadar bir arada algılanmadığı günümüzde her gün biraz daha akıllı makinelere esir düşen insanın, koruması gereken en önemli şey, "İnsanlık" idealizmine dayalı ortak bir dünya kültürü yaratmak olacak.
Sevgi Özkan

3 Eylül 2014 Çarşamba

TOPLUMUN ORTALAMA AKLI, KAZA(!) ÜRETİYOR,

“Merak etme”, “Bir şey olmaz” ve “Allah korusun” türü teminat ve  temennilerin insanların bilgiye dayalı düşünme , dikkat ve sorumluluk gücünün yerini aldığı bir toplumda akla gelmeyen olaylara kurban gitmenin kader gibi algılanması da normal sayılıyor.
İnsana akıl ve sorumluluk yüklendiği inancına rağmen yaygın bilgisizlik ve sorumsuzluktan doğan bu tablo, her alanda karşımıza çıkmakta.
Radikal gazetesi, son iki üç yılda yaşanan ve kaza kategorisinde kader olarak yorumlanan faciaların en inanılmaz 19 tanesini hatırlatan bir liste yayınlamış. Buradaki örnekler, bizlere evhamlı, depresif ve aşırı kuşkucu olmaktan çok, her alanda dikkat ve bilginin daha çok devreye girmesini düşündürtmeli.
Yaygın bilgi eksikliği ve sorumsuzluklar zinciriyle oluşan bu olayların yaşandığı bir toplumda bireyin kendi dışında bir sorumsuz sorumlu arama alışkanlığı mazeret kültürüne dönüşerek vicdanen herkesin aklanmasına yol açıyor. Bu nedenle her “kendi”nin çeşitli zaman ve yerlerde sorumsuzluk ortamına yaptığı katkının dürüst bir analizi sorumlu yurttaş kültürünü geliştirmede önem kazanıyor.
Kurallara uymama içgüdüsüyle hata yapmayı marifet sayan kafaların oluşturduğu ortalama toplum aklı, sonuçta her yeri potansiyel bir facia zeminine dönüştürüyor.
Özellikle trafikte çoğunlukla kurallara uyulmamasının bireysel beceri sayıldığı bir düzende hak hukuk kültürüne dayalı demokrasi de o kadar var olabiliyor.
Hiçbir olay tek başına kaza veya kader değil, toplumların ortalama aklının gelişmişliğinin göstergesi olunca bilgi, insana saygı ve toplumsal yaşamın kurallarına uymayı dert edinmek gerekiyor.
Bireysel sorumluluk, “kimse kurala uymuyorsa ben de uymam” zihniyetini kırmakla başlıyor.
Rol modeli etkili örnekler olarak başta devleti idare edenlerin yasalar kadar kendileriyle uğraşması gerçekleşmeden, “doğru” davranışların kötülerden daha etkili olacağı bir topluma dönüşmek mümkün değil. Böyle bir toplumda da kimsenin maddi manevi güvenliği söz konusu olamaz.

Sevgi Özkan

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Küfür Atmak daha kibarmış meğer(!)
İktidarın yaşamlarını doğrudan etkileyen olumsuz pek çok uygulama ve sonuçlarından endişe duymayanlar muhalefete gönüllü danışmanlık yapıp akıl öğretmeyi vatan görevi sanıyorlar. İktidara akıl vermeye çekinenler, muhalefete akıl vermeyi çok seviyorlar. Gerçekleri anlamak için onlara önerdiklerini uygulattırmak etkili olur da, olan partiye olur.
Bunca engelleme ve baskı yüzünden ne yapıp edildiğini bilmeden "muhalefete ne yapıyor?" diye muhalefet edenlerin, bu önerilerine uyulsaydı, ortada eleştirilecek bir muhalefet bile kalmazdı. Tüzük atılmasını sorun edenlerin, neden tüzük atıldığını sorun etmeyenlerin üstünde durmayı önemsemek yanlısı olsalardı o tüzük atılmazdı. Elden verilseydi akılda kalmazdı. Ve "bu işler olurken muhalefet neredeydi, sesini bile çıkarmadı" koroları zeytinyağ gibi gerçek doğrunun üstüne çıkarılırdı.

Her ağzını açışta sağa sola ağır ve hakaretimsi laf atılmasını başarılı iktidar politikası sayanların, atılan kitapçığı küfür saymaları ülkede ki değer ve fikir erozyonunu gösteriyor. Özetlersek, itiraz eden tarafa başka davranış şıkkı bırakmayan bu davranışa şık olmamış demek de şık olmuyor maalesef.

26 Ağustos 2014 Salı

“Öldürme”nin sorun çözücü olarak ALGILANMA tehlikesi.

Olan bitenlerin haberleştirilirken bilgilendirme ve özendirmeye dayalı yanı, reklamsal nitelikte paradoksal bir durumu yansıtıyor.
“Reklamın iyisi kötüsü olmaz” deyişiyle dikkatlere sunulan olgu veya ürünün olumlanması, haber kategorisinde dikkat alanına ardı ardına kaydedilen cinayet, intahar, bağımlılık mağduriyeti haberleri için de geçerlidir. Uzak durulması gereken kötü örneklerin teşvik edici olabilmesi gerçeği, duyuruluşundan başlayarak pek çok noktada özel bir dikkat sergilenmesini gerektiriyor. Çünkü zaten, haber olmasını sağlayan olaylardaki artış, bir süre sonra etkilenenlerin kaçınılmaz tercihlerine dönüşen belirleyiciye dönüyor.
Son yıllarda ardı ardına işlenen kadın cinayetlerindeki artışın en önemli yanı, “öldürme” eyleminin aynı sorunları yaşayanlarca sorun gördüğünü çözme yolu gibi algılanıyor. Bu algılanma biçimi son günlerde ölümcül etkili ve kolay elde edilen zehirli bir maddenin artan kullanımı da önemli bir sosyal sorun olarak duyurulurken kendi kendini reklam ederek cazibe alanı yaratma paradoksunun açmazını yansıtıyor 
Bireysel seçimden ziyade sürü etkileşimiyle çok küçük yaşları etkisine alan bu davranış, tekrarlandıkça kendi kendini reklam eden bir geleneğe dönerek, söndürülmek istenirken alevlendirilen bir yangına dönüşüyor.
Sorunun duyurulması ile çözümü arasındaki yol, oluşumunu açıklayıcı ve önleyici çarelerin öne çıkarılması sağlanmayan ve de lanetlendikçe cazipleşip benimsenen bir tehlikeye dönüşüyor gibi.

Sevgi Özkan

17 Ağustos 2014 Pazar

Betonu delen çiçeklerin gücü!

Geçen yıl kaldığımız tatil yerinde beni en şaşırtan oturmak için tahtalarla kaplanmış beton zeminden biten minik çiçekler oldu.
Oturmalık düzeneğin beton çatlağından minik otlar ve mavi kırmızı minik çiçeklerin fışkırması, baskının yarattığı kendini var etme gücünün göstergesi gibiydi.
Toplumsal yaşamda baskılanan ortak yaşam ruhu da her şeye rağmen bir şekilde oradan buradan baş gösteren örneklerle yaşama geçiyor ve giderek baskıyı kıran dirence dönüşüyor. İnsanlara var oluş biçimlerini yok edici düzenlemeler, zorladığı sınırların aşılmasına yol açan bir  güce dönüşerek daha gür olarak yeşeriyor.
Düzenin birey hakkını korumak adına geliştirilen düzenleme kurallarına uymakla onların varlıklarını yadsıyan baskılara uymak çok farklı sonuçlar doğuran farklı direnişlerdir.
Bunların karıştırılması kargaşaya yol açıyor. Toplumda bir arada yaşamayı kolaylaştırıcı başta trafik kuralları gibi uymayı gerektiren alanlarda gösterilen meydan okumanın yersizliği ve düzenlemenin anlamını algılamak için kuralla keyfiliğin arasındaki önemli farkın ayrımına varmak gerek.
Bir toplumun demokrasi karnesini en iyi gösteren önemli alan trafik demek yanlış değildir. Demokrasi olmayan ülkelerde trafik kaosu ile Demokrasinin yaşatıldığı ülkelerdeki trafik kaosu arasındaki fark çok önemlidir.
Trafik kurallarına uymayanlar, genellikle yaşamın hiçbir alanında özgürce var olmayı önemsemiyor olanlardır. Bu nedenle  
Demokrasinin yerleşmesi, çoğunluğun kurallara uyma gerekliliği ile kendi keyfinin paşası olma ayrımını idrak etmiş olmalarıyla yakından ilgili. Yine insanların var oluş biçimlerini baskıyla yok etmenin marifet sayılması ardından bireylerin istediği gibi düşünememe ve konuşamama durumunu da haklı gören bir anlayışı egemenleştireceğinden demokrasi olarak adlandırılamaz.
Yine baskıcı iktidarların medyada yönetimin baskılanmasıyla zaptı rapt altına alınacağını sanmasıyla, serbest fikir beyanlarının önlenmesi o ülkede demokrasi olmadığının en önemli göstergesidir.
Kimin ne düşüneceğine, ne yapacağına karışan baskıcı düzenler, o kadar tedbir ve güce karşı sonunda hiç tahmin etmedikleri bir beton çatlağından fırlayan minicik çiçeklerle yıkılır gider. Baskıcılar bunu geç anlar ve de çoğu bedelini yaşamıyla ödemek zorunda kaldığı için iş işten geçmiş olur.

Sevgi Özkan

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Çarpık Demokrasi Algısı
Bu kadar kural dışı girişim, ben yaptım oldu davranışlarıyla sürdürülenler ortadayken, seçim sonuçlarının yüzde biri açılmadan yapılan seçim analizlerine şaşırmamak mümkün değil.
Bu verilerden sonucu bile beklemeden istediği sonucu çıkarmakta mahir olan zihinsel performans bolluğu, ortalama aklımızın en önemli niteliği.
Dereyi görmeden paça sıvama deyişi neden çıkmış acaba. Zira dereyi görmeden paça sıvama o kadar yaygın olunca, aslında dereye de gerek kalmıyor zaten.
Herkes kendi suçlusunu buldu infaz etti bile. Zaten olmayan dereler çoktan geçip gidildi.
Sanki kesin sonuçlara gerek kalmamış gibi davrananlar, çoktan yeni sorunlar yaratıp yeni suçluları işaret etmeye başladılar.
Yaratılan çarpık değerlendirmeler, doğru olmayan şeyleri doğru gibi kabul ettirmekle kalmayıp gerçeklerden kopuk bir ahlak ve erdem algısını da egemen hale getiriyor.
Bu kadar kural dışı ve baskıcı davranışlarla rakiplerine haksızlık edilmesi gizlenmeyen bir seçimde uluslararası gözlemcilerin hak ihlali oluyor değerlendirmeleri de, çoğu zaman olduğu gibi pek kale alınmıyor veya ne karışıyorlar tavrıyla karşılanıyor.
Daha sonuç tam alınmadan zafer ilan edip başarılar tebrik edilirken neyin kutlandığı önemsiz hale gelmişti. Kusursuz cinayet işleyenin başarısının tebrik edilmesi gibi bunca yanlışa rağmen kazanılanı eşsiz başarı sanma aymazlığı, üzerinde durulması gereken bir konu.
Gerçekle alakası olmayan çıkarsamalar, başarı kavramını da ne yaparsan yap sonuca varırsan başarıdır anlayışına çevirince iş kutlamaya kalıyor.
Yapılan pek çok antidemokratik sayılan kural ihlalleriyle kazanılan yarışın sonucunda kazananın kutlanması demokratik bulunması işin en dayanılmaz yanı. Mevcut anayasanın Cumhurbaşkanı seçilenin partisiyle ilişkisini hemen kesmesi gerekir hükmünün yok sayılması ve şu anda cumhurbaşkanı seçildi diye tebrik edilen bir parti başkanı ve başbakanla yürütülen yönetime hala demokrasi denmesi de hiç yadırganmıyor gibi.
Eski partili Cumhurbaşkanı da partisine döneceğini söyleyince yeni kapışmalar başladı bile. Hakim olan Demokrasi anlayışının seviyesini ve çelişkisini iyice gözler önüne seren bu anlayış, kusursuz demokrasi cinayetlerini başarı olarak tebrik etmek de demokratlık oluyor.
Sevgi Özkan

6 Ağustos 2014 Çarşamba


Ses Alerjisi(!)

Güneşe, denize, kokulara, besinlere karşı özel hassasiyeti olan alerjen bünyelerin son hassasiyeti ses alerjisi.

İstem dışı olarak her yerden her an duymak zorunda kalınan o bağırtılı hitabın yarattığı bir yeni alerji tipi günden güne yaygınlaşıyor

Hedeflenen değişse de hep aynı ton ve yaklaşımla günün her saati, her yerden kulakları alarma geçiren bu sese muhatap kalmamanın şimdilik en etkili çaresi zaping. Böyle olunca kumanda aleti de alerjenlerin en etkili ilacı ve gereksinimine dönüşüyor.

Sonu baştan belli ifadelerin, artık şaşırtmayan bir devamlılıkla var edilmesinin, yeni bir şey duymayacaklarını bilseler de kulaklardaki geri tepici etkisi, kolay geçmiyor.
Hedef öznesi değişse de, lanetlenme biçimi hiç değişmeyen bu sürekli yayına devamlı maruz kalma zorunluluğu, insan vücudunda sıkıntı hissi ve mide bulantısı tepkimeleriyle bir alerjiye dönüşüyor. Ne mutlu ki henüz bu alerjiden zaping veya kulak tıkamakla uzaklaşmak mümkün olabiliyor. Herkese geçmiş olsun.
Sevgi Özkan

Devlet Terbiyesi.

 
İyi ki dünyada geçerli ve yaygın bilinen bir dile sahip değiliz. Bu nedenle özellikle son yıllarda toplumda özellikle başı çeken rol modeli aracılığıyla nasıl bir dil ve jargonun egemen olduğu dışarıdan bakanlarca pek anlaşılmıyor.

Zira bir yerde olan bitenin ne anlama geldiği işin içine bir aktarıcı yani çevirmen girince gerçek varlığından epey farklılaşarak dışlaşıyor.

Özellikle devletler arası görüşmelerde söylenenlerin karşı tarafa çevirisi simultane çevirmenin bilgi, tecrübe ve basiretiyle yumuşatılabilirse de esas sorun, karşıdan gelecek ağır eleştirilerin bu tarafa çevrilmesiyle oluşabilir.

Çevirmenlerin uluslararası ilişki aktarımlarında ifadelerin gerçeğine sadık kalmak zorunluluğu olsa da, gerçek sorumluluk sahibi çevirmenlerin ayrıca ülkelerin selametini kollayacak bir bilinçle davranmaları önemlidir.

Kızdığına protokol ve diplomasi sınırlarını kollamayan ifadeler kullanmakta sakınca görmeyen politikacının karşıdan gelen ağır ifadelere kontrol dışı cevaplar vermesinin sürpriz olmayacağı belliyse, yeminli çevirmenin ülke ve kendi selametini düşünerek söyleneni anında usturuplu ifadelere dönüştürmesi başlı başına onur madalyası gerektirecek bir başarıdır.

Devlet adamlarının ülkeyi temsil görevi, her istediğini ağzına geldiği gibi söylemesini önleyici bir görev bilincini de gerektirir.

Bu noktaların inceltilmiş sonuçları, protokol olarak karşılıklı uyulması gereken kurallarını ifadelendirir. Devletin belli makamlarına gelen kişiler bu kurallara uymama özgürlüğüne sahip değillerdir.

Bu nedenle devlet terbiyesi denilen şey, günlük davranışların dışında ve sonradan kazanılan farklı bir edinimdir. Bu nedenle “ben istediğimi, istediğim kişiye, istediğim gibi söylerim” türü kafa tutma anlayışının başarı gibi sunulmasına yol açan politikacıya devlet adamı demek mümkün olmaz.

Üstlendiği temsil görevini, insanlar ve uluslararası ilişkilerde asgari nezaket kurallarının sınırları içinde yerine getiremeyen politikacının içte ve dışta yaygın benimsenmesi mümkün olamaz. O olsa olsa, davranışları kendi seviyesine uygun kitlelerce benimsenir ki bir toplum da onlardan ibaret değildir.

Sevgi Özkan

5 Ağustos 2014 Salı


Kusursuz Cinayet İşleyen Katili Tebrik Eder Gibi (!)

 

İktidar gücünü farklı ve muhalif varlıklara baskıya döndüren ve her yasal engeli hiçe sayarak yasa yerine geçen  kararnamelerle istediğini yapanların icraatını başarılı bulanlar aslında neyi onayladıklarını hiç düşünüyorlar mı?

Zira sonunda durum analizi olarak yapılan bu değerlendirmelerin ortalama akıl tarafından başarının şartı olarak algılandığı bir gerçek. O zaman bu durum analizlerinin  de başarı için her yol geçerlidir anlayışını mı onayladığı, yoksa haksız ve hukuksuzluğun altını mı çizdiği çoğunlukla anlaşılmıyor.

Kavram oluşturma güçlüğü olan bir yerde, toplumdaki “doğruluk” anlayışı, hedefe ulaşmak için yanlış olsun olmasın her yolu denenebilir algısına dönüşüyor.

Hukuk, bireysel hak, demokrasi, karşı görüşle birlikte yaşama hakkı gibi kavramların ne kadar kolayca ters yüz edileceğinin örnekleri çoğalınca, toplumda “ortak doğru”da birleşmek yerine doğruyu işine geldiği gibi yorumlayan bir değerlendirme kaosu yaşanıyor.

Bu açıdan bakınca her şeyi yıkıp yok etme pahasına güç ve hükmetmenin başarı sayılmasıyla, kusursuz cinayeti işleyen katilin tebrik edilmesi arasında fark var mı?

Sevgi Özkan

17 Temmuz 2014 Perşembe


Geçmeyen moda olma modası (!)

Her zaman moda olan moda, kaçınılmaz bir benzeşim baskısı olarak, inanç ve düşünce dahil her alanı biçimliyor.

Bireysel varoluşun kitlesel olarak önemli bir aktör olmadığı tam gelişmemiş toplumlarda her şey, ortak süre ve alanlarda benimsendiği için bu baskının dışına çıkmak mümkün olmuyor.

Eğer tek bir adamın sözünden çıkmama modası geçerli olmuşsa, orada bu baskı süresi yönetimsel olarak tayin edilir hale geliyor ki buna despotluk, az ötesine de diktatörlük deniyor.

Şu son yıllarda toplumsal bölünme diye tanımlanan tehlike de bu despotluğu benimseyenler veya benimsemeyenler olarak ikiye bölünüyor.

Biri diğerini red ederek varolan bu bölümler gerçeğin  “doğrusu”yerine kendilerinden olmayanı yanlış görerek varlığını sürdürmeyi hedefleyen taraf için“doğru”nun da bir anlamının kalmadığı meydana çıkıyor.
Moda bunlardan birine taraf olmak olunca karşıt grupların varlığı da modaya kurban gidiyor

11 Temmuz 2014 Cuma


 

Organik insanı da, pazarda arayacağımız günler yakın.

Son on on beş yıldır gittikçe akıllanan makinelere eklemlenen insanın sanal dünya ile iletişimi, akıllı akılsız, zengin fakir, eğitimli cahil, her türlü farka karşın katılım açısından eşitlendiği bir alanda gerçekleşiyor.

Bu gidişle küresel demokrasiye gidişi sağlayacak en önemli gelişme internet ve sosyal medya iletişimiyle olacak gibi.

Artık insanlar bir şey söyleme veya yazma konusunda herkesin herkesle iletişebildiği bir hak eşitliğine sahip olmanın güvenini paylaşıyorlar.

Bu yeni iletişim, bir yandan insanı yeniden inşa ederken bir yandan da her türlü iletişimin eşit şartlarda gerçekleştiği yeni bir dünya oluşuyor.

Yeni dünyanın insanı, eskiye göre düşünme kabiliyeti daha gelişmiş ve daha mı bilgili diye tartışılsa da eskiye göre daha fazla uyarana ve bilgi bombardımanına maruz kaldığı için daha unutkan, daha dikkatsiz ve biraz daha şaşkın.

Öte yandan, idealize yoluyla insanlığı yücelten değerleri de çok dert etmeyen ortak bir basitlik ve vasatlık yaygınlaştığı için alabildiğine yüceltilen insanlık kavramı da gittikçe değer kaybediyor.

Düne göre daha çok yaşadığı ana ve güne dönük dertlerle iletişen insan, bu açıdan ileriye doğru umut vermeyen bir gelişim tablosu sergiliyor.

Artık “düşünen insan”ın yerine daha çok kendini düşünen ve aklına geleni iletişim alanına boca eden değersizlikler ortamı, her alana hakim olmaya başlıyor.
Yeni nesillerin genel algı ve değerleri, eskilere göre bir bakıma çok daha ileride bir bakıma ise robot duygusallığında bir insan modeline dönüşüyor.
Her gün orijinaline sağlık ve gençlik kaygısıyla eklemlenen yeni akıllı parçalar, gerçekten yarısı yapay eklemli insan modelini ideal hale getirirken, aşık olabilen robot yapımına çok az zaman kaldığı haberleri, birbirinden umudu kesen insanların yeni insan arayışını gösteriyor. Ayrıca kıskanç eşlerin robotları vuracağı ve organik insanları pazarda arayacağımız günler de yakındır.
Sevgi Özkan

6 Temmuz 2014 Pazar


"SORUN" ÇÖZMEYİ, “YOKETME” DİYE YORUMLAYAN "ÖLDÜRME" KÜLTÜRÜ.

 

En çok kadınlara dönük cinayetlerden yansıyan en önemli gerçek,
oluşan "sorun" dan, özneyi ortadan kaldırarak kurtulmak eğiliminin yaygınlaşması.
Bu nedenle toplumumuzda, özellikle, kadın/erkek sorunlarında "öldürmek", neredeyse legal hale gelmiş gibi.
Her gün ortalama üç olayla gerçekleşen bu realitede, her yeni cinayet, bu metodun reklamına dönüşerek "öldürme" eylemini adeta normalleştirirken, inzibati tedbirlerden daha çok, bu eğilimi yaratan şartların sağlıklı analizlerle ele alınması önem kazanıyor.

Günümüzün akıllı aletlerle donanan iletişim ve bilgileşim ortamında, önlenemez uyaranlarla bireye ulaşan ortak kültürel etkileşimler, en çok alt yapısı bu değişime hazır olmayan zihinleri bunaltıp açmaza sürüklüyor. Pek çok örnekte görülen bu durum, 
Artık yetersiz ve etkisizleşen norm ve değerlerden farklı kurgulanmış bir döngünün dışında kalan akılların, olan biteni doğru okuyamadığını gösteriyor.
Kendini yetersiz ve çaresiz hissedenlerin bir çeşit intihara dönen çığlıkları kimi zaman “öldürme” olgusunu sanki en geçerli çözüm olarak benimsetiyor demek de yanlış olmaz. En azından bunun tek neden olmasa da önemli bir etken olduğu görülmekte.

En çok kadın erkek ilişkilerinde gerçekleşen bu cinayetlerde, çağın gidişatına görece daha iyi ayak uyduran kadınlara, karşı gücünü tüm geleneksel değerler üzerinden kavrayan erkeğin duyduğu acizlik önemli bir etken oluyor. Bu nedenle erkeğin son güç gösterisini de partnerini öldürerek sergilediği görülüyor. Faillerin çoğunlukla kendini de öldürerek perdeyi kapaması ise, işin açmazını işaretliyor.

İnternet ve cep telefonunun yaygın benimsenmesiyle oluşan yeni değerler dünyasında kuşkusuz tek etken olmasa da, bu değerlerin artması, bireyin gelişmesinin önemi ortaya çıkarıyor.
Bireysel hak ve özgürlükler savaşımında fikirsel ve düşünsel diyaloglardan çok duygusal tepkimelere dayalı toplumlarda, genel olarak kadını erkek gözüyle anlamlandırmada da, şiddete dayalı güç gösterisi üzerinden şekillendiği söylenebilir.
Bu arada tüm dünyada ve toplumumuzda boşanmaların artması evlilik ilişkilerinde ki anlamlandırma ve beklentilerin değişiminde yeni arayışların göstergesi olmakta.
Yine "olduğu gibi görünme" olarak ifade edilen değerlendirmenin aslında "kusurlarını düzeltmeye gerek yok" algılamasına dönmesinde bu tavrı bizzat örnekleyen etkin toplumsal rol modellerinin artması, bu saldırganlık gösterisine zemin hazırlıyor demek de yanlış sayılmaz. Bu konuda sadece kadın erkek ilişkisi değil, tüm insan ilişkilerinde aklın ve medeni hak arama alternatiflerini yok sayan bir davranış biçiminin her alanda kabul görmeye başlaması işin yönetimsel etkileşimini açıklıyor.
"Balık baştan kokar" diye formüle edilen geleneksel etkileşimin günümüz şartlarındaki etkisinin daha önemli olduğu pek çok örnek ortada. 

Bu şartlara, en ufak bir düşün ve davranış farklılığını taraftarlaşma eğilimine dönüştüren mevzilenme psikolojisi de eklenince, "sana aykırı geleni yok edebilirsin" mantığı tüm topluma yayılabiliyor.

Bu modellerle büyüyen nesillerin, nasıl bir iletişim modeline sahip bir toplumsal yapıya dönüşeceği şimdiden düşündürücü.
Yine de her şeyin zıddıyla var olduğu dünyada insani gelişmişlik yönünde gelinen seviyenin üstüne ulaşılacağını öngörmek yanlış olmamalı.
Bu analizin çözümsel yararı, insanın akıllı bir varlık olarak  duygusal tepkime yerine düşünsel tepkimelere yönelmesini sağlamanın gerekliliği oluyor. Örneklenen olumsuzluk bulaşıcı olunca kaçınılmaz örnek alınacak insan konumunda olanların  niteliği en önemli toplumsal etkene dönüşüyor. 

Sevgi Özkan

29 Haziran 2014 Pazar

Yeni dünyanın yeni anlamlarına doğru.

Digital gelişmişliğin yaşamlara kattığı akıllı aletlerin yarattığı, görsel ve hızlı değişkenlere dayalı dünya algısına, anlamsal metinlerle katkı sağlamak zorlaşıyor.
Stuff dergisinin, tv 360 da sunduğu "On/Off" programını izlerken doğal dünyadan sanal dünyaya ulaşırken, yeni nesillerin bu açıdan farklı bir anlamlar dünyasına doğdukları daha iyi anlaşılıyor. Görünen o ki, her gün yeni bir buluşla kendi kendini otomatize eden renkli ve hareketli bu sanal dünyaya, eski "anlamlar", eklemek gittikçe zorlaşacak. Görüntü, renk ve hıza dayalı bu sanal dünya, kendi anlamlarını üretirken bu kadar hızlı değişime, doğal dünyanın değerleriyle "anlam" eklemek de başlı başına sorun olacak gibi.
Sevgi Özkan

25 Haziran 2014 Çarşamba


Aydınım, aymazım, düşüneceksen iyi düşün, yarın geç olacak.
Hala armudun sapı üzümün çöpü mızmızlığı ile oyalanma lüksü evdeki bulgurdan da edecek. 

Her taktiksel şaşırtmacanın politika sanıldığı bir yönetimde mevcudun yarattığı etki “bundan daha beteri olmaz” olunca
ortak uyumla karşısına konana oy kullanmanın gerekliliğini ve acilliğini zamanında anlamalısın.

“Benim tercihim bu değildi” romantikliği(!), duygusal saflıktan öteye bir anlam taşımadığı gibi, gerçekleri okuyamayan bir bakışın ifadesi olarak da tehlikeli.

Malum seçime iyi ki az zaman var. Zira,“muhalefet neye adaylarını açıklamıyor?” diyenlerin, aslında açıklananı karalamaya vakit kalmadığı için telaş ettikleri şimdi gösterdikleri tutumdan anlaşılıyor. Ne yapacaklarına bir türlü karar veremiyorlar. Bu da mı ölçü değil?
Sevgi Özkan

 

 

8 Haziran 2014 Pazar


“HAYIRLISI BÖYLEYMİŞ”!

 

Üniversitede, Doçenti öldüren Profesör de yakalandığında “hayırlısı böyleymiş” demiş.

Bilimsel yatkınlığın yerini inanca bıraktığını pekçok yerde görsek de, üniversite gibi bilim yapıldığı kabul edilen bir yerde Profesör olmuş birinin duygularına yenik düşüp meslektaşını öldürmesi ve yakalanınca da hayırlısı böyleymiş diye durum analizi yaptığını ilk defa görüyoruz.

Olay iki yönden önemli,

Hanidir temenniden çok işi Allaha havale ederek sonuç alma kolaycılığının her alanda geçerli olduğunu yansıtması ve de bu davranışın bilimle uğraştıkları kabul edilenlerce de izahi bir yorum olarak içselleştirilebilmesi.

“hayırlısı neyse o olsun” bilgi yarışmalarında, evlilik programlarında, tüm ilişkilerde bir dolgu ve tedbir olarak kullanılan bu söz, genel olarak toplumsal aklın da irrasyonel yapılandığını gösteriyor.

Tabii ki bilinmezin ve güvencesizliğin bol olduğu toplumlarda, olan bitenin hep istenen nitelikte olması sağlanamayabilir. Bu pasif ve sorumluluğu kadere bağlayan bir dünya algısının yaygınlığını gösterirken, aynı zamanda yap et kısmet, kader, kader kurbanı ve “hayırlısı neyse o olsun” temennisine gerçek dayanak oluyor. “Hayırlısı olsun” diye yanlış iktidarlar, yanlış ilişkiler, yanlış yönetimlerin hükmüne razı olunurken, kurtuluşu mucize ve lotaryada arayan insanlar da, her halükarda haklı olduklarını sanabiliyorlar. Bu da ortaya  “hayırlı” bir durum çıkarmıyor.

Bu arada birini öldürmenin neresi kime neden hayırlı olur acaba? Bunu ayrıca da öğrenmek istiyor insan.

Sevgi Özkan

4 Haziran 2014 Çarşamba


KRALİÇE’NİN KUĞULARINI YEMEK(!)

Memleketin insan manzaralarına çoktan alıştık da memleket dışında yaşayanların bazısından dışlaşan abukluk ve geriliğe alışamadık. Bir gazete sayfasında yan yana yer verilen iki haber, toplumsal kimliğimizin nerelerde zedelendiğini örnekliyor.

Birincisi:Esmeralda’yı hastanelik etti” başlığıyla sunulmuş.

Alt başlık: “Almanya’da yaşayan Metin Kolkılıç, sevgilisine metinden ayrıl diyen falcıyı bıçakladı. Ülkenin en ünlü falcısı olan Zagorda J. Hastaneye kaldırıldı. Kolkılıç’ın Türkiye’ye kaçtığı düşünülüyor.”

Hem failin, hem de falcının fotoğraflarıyla süslenmiş haberden Kolkılıç, hakkında Polis tarafından arama emri çıktığını ve görenlerin belirtilen telefondan bildirmeleri istendiğini öğreniyoruz.

İkincisi: “Kraliçe’nin Kuğusunu yedi” başlığı ve “İngiltere bu Türk’ü konuşuyor” yan başlığıyla verilen haberden İngiltere”de yaşayan Hasan Fidan’ın gölde yakaladığı bir kuğuyu kesip yediğini, 12.inci yüzyılda yürürlüğe giren yasa gereği ülkedeki tüm kuğuların kraliçeye ait olduğunu bilmeyen 46 yaşındaki faile 100 sterlin para cezası kesildiğini öğreniyoruz. Daha ötesi, Fidan “Kraliçe’yi çok seviyorum. Kuğuların ona ait olduğunu polisten öğrendim. Özür dilerim” dedikten sonra “tadı çok güzelmiş” dediğini okuyoruz.

Zavallı kuğudan özür dileyemeyeceği için Kraliçe’den özür dilemesi de çok düşünceli olduğunu yansıtıyor diye avunmak mümkün mü bilemiyorum ama kendimizi yeterince tanıtamadığımız eseflenmesine insanın içinden “daha ne olsun?” demek geliyor sadece.

Sevgi Özkan

18 Mayıs 2014 Pazar


CUMHURBAŞKANI Adayı Ölçütlerim.

 

-Türkiye Cumhuriyetinin kuvvetler ayrılığına dayanan laik ve demokratik bir Cumhuriyet olduğunu kabul edecek ve ona göre davranacak bir bilgi ve ahlak düzeyine sahip olacak.

-İktidarın dışındaki denetleyici devlet kurumlarını ve muhalefet partilerini yok saymayacak. Onlardan fikir almayı ve de partisel aidiyeti ne olursa olsun partiler üstü tarafsız davranmayı ilke edinecek.

-Devlet yönetiminde oyunu kuralına göre oynamak gerektiğini idrak edecek, devlet sırrı parantezinde gerekçesiyle pek çok yasadışı iş yapmayı doğru bir davranış olarak benimsemeyecek.

-Çevresini ören yandaş kalabalığının doğru ve gerçek olanı görmesini önleyeceğinin bilincinde olacak. Esas güvensizliğin buradan geleceğini düşünebilecek.

-İşine gelsin gelmesin, ülkenin anayasasına, yasalara ve uluslararası taahhütlere uymayı pazarlık konusu yapmadan kabul edecek.

-Yalan söylemeyecek, göz göre, göre yalan söylemeyi marifet saymayacak.

-Kendi doğru kabul ettiklerini değil gerçeğin doğrusunu dikkate alacak. Bir gün söylediğini başka bir gün tam tersini söyleme pervasızlığını beceri sanmayacak.

-İnsanların dinleri, mezhepleri ve yaşam tarzlarıyla uğraşmayacak. Tüm halka karşı sorumluluğunu unutmayacak.

-Milleti bölecek girişimlerde bulunmayacak, böyle ifadeler kullanmayacak.

-Tarihi geçmişi istediği yönde çarpıtmayacak. Eline verilen asılsız bilgileri doğru gibi kullanarak kitleleri yönlendirmeyecek

-Bağırmadan, hakaret etmeden, yumruk atmadan konuşacak kişisel gelişmişliğe sahip olacak.

-Özellikle geniş ve eğitimsiz kitlelere rol modeli etkisi yapacak kabadayılık türü meydan okuma davranışlarını marifet saymayacak saydırmayacak bir karaktere sahip olacak.

-Samimiyet ile terbiyesizliğin ayrımına varan bir kişisel ve sosyal terbiyeye sahip olacak.

-Kendi görüş ve bilgisinin tek doğru olduğunu sanarak farklı bilgi ve görüşleri vatan hainliği diye damgalamayacak.

-Özellikle bilgi kapasitesi yönünden taşıyacağı unvan ve makama yetecek düzeyde olup, akıl ve ruh sağlığı da muhakkak yerinde olacak.

-Ticari becerilerini elinde tuttuğu devlet olanaklarıyla devlet, millet çıkarı yerine kendi çıkarı için kullanmayacak. Bunu düşündürtmemek için kimse beni yargılayamaz yanılgısına saplanmadan şeffaf ve yasalara uygun davranmayı önemseyecek.

 

Bir yurttaş olarak Cumhurbaşkanı seçerken dikkate alacağım bu ölçütlere uygun bir cumhurbaşkanı adayı arıyorum.

Sevgi Özkan

 

17 Mayıs 2014 Cumartesi


Karayı Aklamak İçin Kazayı Kader Sandırma Pervasızlığı.

 

Olan bitenin bilgi değil kader kısmet olarak değerlendirildiği toplumlarda tüm felaket ve kazalar göz göre, göre gelir. “Kaza” özünde hesapta olmayanı içerse de olabilecekleri kavramamakla da yakından ilgili. Bu nedenle esas hesaplanması mümkün olmayan beklenmedik kazalara görünmez kaza deniyor. Ülkemizde ne yazık ki tüm kazalar, göz göre, göre gerçekleştiği halde, büyük oranda beklenmedik ve önlenemez yani görünmez kaza kategorisinde, kader, kısmet olarak değerlendirilme eğilimi geçerli.

Medeni toplum niteliğini eksilten önemli bir etken de, bu yaklaşımla ilgili. Ayrıca eğitim ve öğretimde bilim yerine inancı hedefleyen zihinlerin, özellikle yönetimsel açıdan sorumluluk algısındaki yetersizlik de bunda  önemli rol oynuyor.

İnanç olgusu kadar, bilgi, bilimsel düşünme ve gerçeğin doğrusuna ağırlık veren bir eğitim sistemi geçerli olsaydı, nice eğitilmişlerin olan bitende bilgi eksikliği yerine kader kısmetin rolünü aramasına şahit olmazdık. Yine gelişmiş insan sermayemiz de, nitel ve nicel yönden farklı bir seviyede olurdu.

Pervasızlık kültürünün egemen olduğu toplumumuzda bilgisizlik, bilmediğini bilmemeyi, kimseyi takmamayı marifet sayma aymazlığı gibi etkenlerle, bunların çok sayıda rol modeli üzerinde yarattığı toplumsal etkileşim, gelişmiş insan varlığımızın da en önemli belirleyicisi oluyor.

Yarışma programları üzerinden ansiklopedik bilgiye dönük bir yönelim artışı görülse de, genel olarak bilgi alışverişinde dedikodu formatının üstüne çıkmayan bir gerçeklik algısı oluşabilir, kendisi ortadayken çeşitli siyasi gerekçelerle inkar ederek gerçeği ortadan kaldırabileceğini sanma küçük akıllılığı gösterilmezdi.

Bütün bunlar ekonomik ölçüleri baz almakla yetinerek bilgi toplumu yönünden gelişmişlik seviyesini önemsemeyen beyinlerin gerçeği algılama ve biçimleme seviyesini de işaretliyor.

Sevgi Özkan

 

6 Mayıs 2014 Salı


Çocuk gelin ve imam nikahlı ilişkileri muhafaza edebilenler, uygar ilişkilere allah muhafaza mı diyorlar.

 

 
Her gün kocaları tarafından çocuklarının gözü önünde öldürülen kadınları,
Başına bela gelmeden yaşlı adamlara paketlenen çocuk gelinleri,
Bir arada olmak için imam nikahını yeterli sayanları yaratıp 
muhafaza eden toplumumuz, kadın erkek birlikteliğinin en uygar şeklini reddedebiliyor insanca bir arada olma uygarlığını gösteren gençlerin ahlak bekçiliğine soyunmaya kalkabiliyor.

 Genç cinselliğinin doğasını da neredeyse suç haline getirici bu tutumlar, gençlere kadın erkek ilişkisinden ne anlamaları gerektiğini anlatmak için milleti ihbar görevini yüklemeyi de ahlak sandırmaya çalışıyorlar.

Karşı cinsi normal tanıma yollarını sağlayan dostluk ve arkadaşlığı engelleyen ve birbirine en ufak yanaşma ve tanıma olanağını tehlike sayıp önleyen bu tutumlar, çocuk ve insan olma hakkı hiçe sayılıp eğitimini tamamlamadan anne yapılan çocukların, imam nikahları veya yaş büyütmeli resmi nikahlarını normal sayabiliyor. Her gün en az iki kadının kocalarınca pervasızca öldürüldüğü mutsuz, tatminsiz, eşleri düşman haline getiren evli beraberliklerin evlilik kutsallığına nasıl darbe indirdiğin ortadayken, gençlerin davranışlarını göz ve ev hapsine almakla ne muhafaza ediliyor.
Sevgi Özkan

2 Mayıs 2014 Cuma

TOPLUMSAL ALGILAR NASIL YÖNLENDİRİLİYOR.

Siber suçlar diye bir kavramın ayrımında olmak gerçekleri algılamak için çok önemli. Zira tüm sosyal bilimlerin ölçümlerini etkileyen düzmece kamuoyu inşası girişimleri toplumların geleceğini etkiliyor.

Burada toplumun ortalama akıl yaşı ve algılama alt yapısının niteliği ,yine toplumsal biçimlemelerin doğal yönlendiricileri olan aydınların düşünsel niteliği çok önemli.  

Mesela ülkemizde bir düzenleme olduğu artık resmi ifadelerle itiraf edilir hale gelen Balyoz ve Ergenekon davalarında başından beri görülen ve küçük bir gerçeği atladıkları için büyük bir yanılgıyı paylaşanların algılamadıkları şey, yapıldığı söylenilenle yapılmakta olanın aynı olmaması ihtimaline dayanıyordu. Tıpkı hilekar satıcının vitrine koyduğu beğenilen malın içeridekiyle alakası olmaması gibi. Bunu fark etmeden satın alanların yanında fark edenlere de çeşitli gerekçelerle aynı mal olduğuna inandırma sahtekarlığı gibi. Genellikle başarılı satıcı hanesine yazılan bu ticari aldatmacada yararlanılan algı çarpıklığının işin özünü unutturduğu gibi toplumun ortalama aklına da aynı metod uygulandığı belliydi.

Bu yanılgının genel kabulünde gösterileni gerçek kabul edip yapılanlara kafalarındaki kitabi şablonlar üzerinden değer biçip vize veren bazı aydınlar ki artık birer birer nedamet getirseler de aslında büyük sorumluluk taşımaktaydılar. Çoğu kez ortalama algının seviyesine göre düzenlenen senaryoları gerçeklerden kopuk bilimsel değerlendirmelerle ve de demokrasi adına savunup durdular. Oysa olay geçmişte yapılan ve büyük acılar yaşanan toplu değişim baskılarının faili olarak görülenlere o suçların yarattığı yıkımlara dayalı intikam duygusu üzerinden gerçekleştirilen baskıları mazur gösterme gibi gayet basit bir kurguyla gerçekleşiyordu. Bu konuda mantığa aykırı işlemlerde ortaya çıkanları usul hatası parantezinde hafifseyenler, işin usul hatası değil cüretkar bir kalkışma olduğunu yavaş yavaş algılamaya başlasalar da, genel kanının yerleştirilmesine nasıl yardımcı olduklarını bir türlü aymadılar.

Bu aymazlık, sonunda ortak aklın ve vicdanın dışa vurduğu Cumhuriyet mitingleri, kutlanması engellenen milli bayram ve cenaze katılımları, Gezi kalkışması gibi geniş katılımlı toplumsal karşı duruşlarla anlaşılmaya başlanınca işin rengi değişti. Aldatıcı yorumların dünyası yerini gerçeklerin dünyasına bırakırken demokratik hakları engellemek için habire görüneni tersine yorumlayarak beyin yıkama işlevi gören iletişim alanlarına rağmen neyin ne olduğu ortaya çıkmaya başladı. Yüzdürdüklerini sanırken batmaya başladığını gördükleri gemiyi ilk terk edenler de, bu yapılanların doğruluğunu inatla savunanların nasıl yanlış olduğunu kavrayanlar oldu. Yönetim alanında da gerçeğin doğrusu algılandıkça birikmeye başlayan suçluluk hükmü üstlerine kalmasın diye birbirini karalama çabası hayati bir hesaplaşmaya döndü. Herkes kendi suçluluk payını yanındakinin üstüne yıkarak meydan değiştirmeye başladı. Bu arada medya üzerinden yürütülen ses kısma girişimleri ve bunu yine medya üzerinden demokrasi diye savunan düzenlenmiş medya mensupları geriye kalan üzerinden yer kapma yarışını ne olur ne olmaza yatırımlarıyla sürdürmeye devam ediyorlar. Gelinen yer de yine çok basit bir noktada algı yanılması olarak yönetenlerin kendi çıkarlarından öteye demokrasiyi sürdürecek bir niyet ve birikime sahip oldukları sanılgısı.

Not: “Sanılgı” sözü de benim anmak ile yanılmanın birleşimini ifadesi için oluşturduğum bir söz olarak bu durumu çok iyi anlatıyor.

Sevgi Özkan

28 Nisan 2014 Pazartesi


KÖTÜ KOPYA ASLINI TEMSİL EDEMEZ Kİ!

“Aslı”nın “taklit”inden doğan yorum farkı karşı görüş olabilir mi?

İki ayrı yaşam tarzı ortaklığı yaşansa da birbirinin karşıtı olmak için bu gruplara ihtiyaç yok. Zira aynı gruptan olanlar da ki özünde ortak benimsemelere sahip olsalar da birbirleriyle kavga ediyorlar. Bu çoğu kez fikirsel ayrılık değil, aynı fikri farklı bilgilenmeye dayalı anlama ve anlamlandırma farkıyla gerçek doğru budur diye  savunmaktan ileri geliyor. Bunda karşısındakinin ne dediğini dinlememek anlamamak tavrının altında kavramsal mutabakat olmaması önemli rol oynuyor.

Çatışmaların çoğu, kavramların farklı ifade edilmesinden doğuyor. Çatışmayı yaratan fikir ayrılığı değil aynı fikrin farklı ifade edilmesinden doğması. Bunun en önemli belirtisi genellikle aynı şeyi söyleyenlerin birbirleriyle kavga etmesi. Bu durum, farklı şeyler söyleyenlerin aynı şeyleri söylemesi kadar doğruları tek taraflı argümanlar üzerinden benimseme çabasıyla ilgili.

En önemli nokta ister aynı fikirde, ister karşı fikirde olsun kimse kimsenin ne dediğini anlamıyor. Karşılıklı konuşurken birbirlerini dinleyip anlayamayanlar gizli kayıtlar üzerinden birbirlerini dinleyip anlamaya çalışmaları işin en trajikomik yanı.

Zıt fikirlerden doğduğu sanılan çatışmaların çoğunda bir fikrin karşısına onun tersini söyleyerek çıkmayı diyalog sanan bir tartışma kültürüne sahibiz.

Temel değerlerin taklidini temel alarak benimseyenlerin aslını yok etme girişimini fikir karşıtlığı sandıran da aslına karşı, taklidinin esas alınmasından oluşan zihinsel çarpıklık. Her iki taraf yatay büyüme içinde birbirine karşıtlık üreterek var olunca, her ikisi yerine birini izlemek yoluyla diğerinin ne olduğunu anlamak yetiyor.

Bu taraftarlık öbeklerinde baskın olan, aslına karşı taklitçilik olunca aslın hükmü yerine taklidin yorumu da egemen oldurulabiliyor.
Kavramsal onay eksikliği, aynı kavramı farklı yorumlarla okumanın yanlışlığı kadar ortak değerlerin yeniden üretimini önleyip taklidin aslın yerine inşa edilmesini ilerleme sanma yanlışından birlikte mağdur olunuyor.
Sevgi Özkan 

 

23 Nisan 2014 Çarşamba


ÇOCUK TOPLUMUN CUMHURİYET ALGISI GELİŞİYOR MU?

Bu yıl 23 Nisan resmi ve toplumsal yönden büyüklerin daha bir dikkat alanına girmiş gibi.

Atatürk’ü anlama ile sahiplenme yarışı birbirine karışmış durumda.

Sandık sonuçlarının sayısal hesaplama cambazlığı yerine bu eğilimin ölçü alınması daha gerçekçi olur.

Yanlış yapıldığı anlaşıldıkça gelecek felaketi önlemek için Cumhuriyeti kuruluşuna dönüp yeniden hizalanmak isteği tak ortak noktaya dönmüş de diyebiliriz ki bu cumhuriyetin inşaasında ne kadar sağlam bir temel atıldığının da ispatıdır.

Cehaletin tüm fikirsel varyasyonları denense de dönüp dolaşıp bu temel üzerinde buluşmanın ihtiyaç haline gelmesi önemli. Kimileri için gizli hedefe ulaştıracak politik bir yatırım veya yapılan hataları örtbas etme maskesi olarak kullanılıyor olsa da, artık bu kadar çarpıtma ve karalamaya, ilerilik diye yapılan onca geriliğe rağmen çağın ruhunun bu temel üzerinden sürdürüleceğini görenler artıyor. Tüm otoriter söylem ve niyetlere ve de günlük tartışmalara hapsedilen dikkatlerin Cumhuriyeti yıkıcı müdahaleleri üstlenen ehliyetsiz mütahitlerin elinden alacak bir bilincin yaygınlaştığı ve kolay kolay alt edilemeyeceği görülüyor. Duygusal tepkilerden öteye geçemeyen bir çocuk toplum olmaktan çıktığımızın işareti çocukların bizden önde gitmeye başlaması gösteriyor.
Sevgi Özkan

21 Nisan 2014 Pazartesi


ÇOCUKLARIN ÖNLENEMEZ ETKİLEŞİMLERİ,

Çocuklar içine doğdukları aile ve toplumun doğal etkileşim alanında büyürler.

Aile ve semt gibi doğal çevrelerinde gözlemledikleri davranış biçimlerin ve değerlerin doğru yanlış örnekleriyle kodlanarak biçimlenirler.

Bu etkenler ve bulundukları yerlerden önlenemez biçimde maruz kaldıkları olaylar ve kitle iletişim araçlarının etkileşimiyle dünyayı tanımaya ve anlamlandırmaya başlarlar.

Bunlar içinde  görsel ve işitsel yönden en etkin olanı medya alanları.

Televizyondan yansıyan ve devamlılık arzeden haber görüntülerinin başında, yapıp ettikleri izleyicilerin dikkat alanına zorla sokulan yönetim başının biz ve bizden olmayanlar ayrımcılığıyla düşmanlık vurgulayan konuşmaları, bağırıp çağırmaları, efelenmeleri geliyor. Herkesi hizaya sokan korkutucu bir figür olarak ailelerde genellikle çekinilen aile babası figürünün yerini alan ve etrafında koşturan kalabalıklarca her yapıp ettiğini marifet haline getirilen bir rol modeli olarak kavratılan bu figürü gözlemleyerek büyüyen nesillerin ileride nasıl bireylere dönüşeceği şimdiden belli.

Öte yandan çeşitli sosyolojik etkenlerle dikkat ve sorumluluk bilinci gereğince gelişmemiş, ortalama aklı ilkokul dördüncü çocuğu seviyesinde olan bir toplumda her gün bir veya birkaç çocuğun görünür görünmez kazalarda yitirilmesi önlenemiyor.

Özünde eğitim amaçlı olması gerekirken, siyasal amaçlı değişimlerle sık sık değiştirilen eğitim sisteminin kaçınılmaz kurbanı olurken bir yandan da “büyükler”in ilişkilerinden yansıyan kavga, dayak, öldürme türü iletişim biçimlerinin tanığı olarak büyüyen, gözleri önünde anne babaları öldürülen, cinsel istismara uğraması ve bunun travması önlenemeyen ve soruşturmaları örtbas edilerek adli soruşturması yeterince yürütülemeyen çocukların yine çok küçük yaştan akıllı aletler çağının etkileşimlerinin esiri olmaları geleceğin nasıl bir yarına dönüşeceği çok düşündürücü.

Davranış ve sorumluluk alanlarında bulunan tüm çocuklardan tüm büyüklerin sorumlu olduğu gerçeği kadar çocukların yaşama, beslenme, barınma ve eğitim gibi temel haklarının sağlanmasında birinci dereceden sorumlu olan devlet yürütücülerinin bu durumun bilincinde olmaları gerekiyor.
Sevgi Özkan

 

5 Nisan 2014 Cumartesi


KİM NEYİ KAZANMIŞ?

 
Belediye seçim sonuçlarının değerlendirilme biçimi zafer ve yenilgi olarak okunup mevcut yönetim güzellemeleri yapılması son derece saçma. Aslında tartışmasız bir sonuç ortaya çıkabilmesi için, toplumun bilgi edinme ve düşünsel yönden gelişmiş bireylerin zihniyetiyle, bunun dışında kalanların dışa vurumu olan sonuçların doğru değerlendirilmesi gerekir. Alınan sonuçların orantısal analizi, “farkında” ve “aymaz” diye nitelenecek iki farklı zihniyetin, olan bitenlerin gerçeğinin farklı okuma ve algılamasından doğan bir bölünmeyi göstermektedir. Aralarında alttan alta sürdürülen bir güçler savaşı olduğu da çeşitli demokratik kitle patlamaları göstermektedir. Bir yanda yüzde kırküç veya kırkdört oranında “aymaz”lar sınıfı diğer yanda toplamı yüzde elliyedi olan “farkında”lar sınıfının kazanma şartlarının baskısız ve güvenli olduğunun yaygın kabul görmesi gerekir.

Bir yanda gerçeği anlama verilerinin kendilerine ulaşması çeşitli güçlerce önlenerek doğrunun doğru algılanması önlenmiş aymaz durumundaki insanların değerlendirmeleri, diğer yanda tüm baskılara karşın olayların ve yönetim davranışlarının takip ederek olan bitenin farkında olanların değerlendirmeleri söz konusu olunca birinin neyi kazandığı öbürünün neyi kaybettiğinin sadece sonuç rakamlarına bakarak doğru okunması da önlenmiş oluyor.

Kazandı sanılan kesimin aslında bir şey kazanmadığı sadece gerçeği doğru algılamasının ertelendiği bir yönetim tutumunda, hem  olan biteni yakından izleyen bir bilinçli kesim, hem de onun baskılanan hakları varken bu yarışmanın eşit olduğunu söylemek mümkün olmayınca kazanan tarafın başarısından söz etmek de anlamsızlaşıyor.

Devletin en yaşamsal görüşmelerini dinleyen bir güçle baş edemeyen ve her başarısızlığı kendi yönetim zafiyeti yerine görünmez ellerin operasyonu olarak mazur gösterme refleksi, aslında başarılı yönetemeyişin itirafı anlamına da gelir. Medya yayınlarında orantısız görünme şartı ve Sosyal medya haberleşmelerine vurulan darbeler gibi demokratik olmayan kısıtlamalarla gidilen seçim sonuçlarının demokratik başarı sayılması için baskı ve bu tek taraflı müdahalelerden uzak bir seçim yapılması gerekir. Aksi halde bu rakamların en doğru değerlendirilmesi, demokratik olmayan bu durumun onaylanması anlamına gelir.

Olan bitenin doğru algılanması önlendiği veya bunu bir ölçü saymadığı için oyunu mevcudun onayı yönünde kullanan“Aymaz”ların verdiği oylar da, geniş parantezde böyle bir değerlendirmeye girer. Seçim sonuçları bir haftadır süren itirazları tatmin etmeyen tutumlar nedeniyle resmi olarak sonlanmıyorsa şimdi görünen haliyle kimin neyi kazandığı ve kazananın başarılı olduğunu söylemek en iyimser yorumla aslında vicdani onay almıyor ve büyük bir kesimin içine sinmiyor da demektir.

Sevgi Özkan

31 Mart 2014 Pazartesi


Resmi sonuç açıklanmadan açıklananlar resmi mi oluyor?

 

Bu kadar tartışmalı bir seçimin sonuçları açıklanmadan atı alıp Üsküdar’a geçenlerin geri dönmek zorunda kalıp kalmayacakları,
yasal ve resmi olarak daha ne kadar ileriye gidip gidemeyecekleri gittikçe daha önem kazanıyor.

Gerçeğin doğrusuna ulaşım olanakları bu kadar baskılanıp, seçim şartları bu kadar engellerle donatılınca seçim sonuçlarını başarı veya başarısızlık saymak yanlış olur.

Tüm devlet gücünü kendi iktidarı için kullanan tek bir adama hapsedilen yönetimde, seçim sonuçlarını demokratik ölçülerle kazanılmış veya kaybedilmiş sanmak aymazlıktır.

Bağımsız olması gereken Yüksek Seçim Kurulu henüz resmi sonuçları açıklamadan İç İşleri Bakanı’nın bu kuruma gitmesi haberi düzenlemelerin ispatı olmuyor mu?

Artık bu tavırlara şaşırılmaması da, bugüne kadar demokratik haklara yapılan müdahalelerin normalize sayılmasında ileri geliyor.  

Zira seçime gidiş süresince ve daha önce iktidarın tüm gücünü kendi lehine bir baskı olarak kullandığı çeşitli örneklerle ispatlandığından seçimin de nasıl tuzaklara hazır olduğu görebilecek durumda olanlarca zaten görülüyordu.

Bağırıp çağıran, hakaret eden, doğruları saklayan veya çarpıtan bir yönetim tutumunu iktidarın kazanması gibi görmek veya onaylamaktan yana yorumlamak toplumsal çöküntünün onaylanması anlamına da gelecektir.

Olan bitenle ilgilenmemeyi ve kavramamayı seçenlerin bunları görmesi zaten mümkün olmadığından siyasi ve demokratik adaba uymayan tavırların ahlaken de onaylanması anlamına gelen bu sonuç henüz ürkütücü sayılmamalı. Zira bu seçimde büyük bir kesimde dışlaşan yurttaşlık bilincinin sandık sayımlarının şaibeli sonucunu önlemeye yetmese de toplumsal ahlakımızın henüz sanıldığı kadar çökmediğini gösteriyor olması tartışılamaz bir doğrudur.
Sevgi Özkan

 

18 Mart 2014 Salı


ÖLÇÜTLERİ OLMAYAN TOPLUM

 
Günden güne politik ve ahlaki doğruların örtüşmediği bir sistemli kötülük ağı oluşmakta.
Toplum ve birey için aynı derecede “iyi” ve “doğru” olan demokratik ölçütlere sahip değiliz. Vicdani tepkileri yok sayan örgütlü baskı ağının politik ahlakı denetleyerek genişlemesini önleyecek benimsenmiş değerlendirme ölçütlerimiz olmadığı yok. Demokratik normları altüst eden karmaşık keyfi düzenlemeler ve liderler üzerinden yürütülen kim haklı çekişmesinde gücü elinde tutanın haklı sayılması bunun ispatı. Demokrasilerin kötü olanlara da yönetim olanağı sağlamasını önleyebilmek için hak, hukuk ve vicdan ölçütlerine sahip bireylere ihtiyaç var. Bu ölçütlerle değerlendirilen politikalar ve politikacılar, aslında yanlış yapmalarını önleyen kendi dışında kararlı bireylerin eleştrilerine ihtiyaç olduğunu herkesten iyi biliyor olmalılar. Aslında yanlış yapılmasını önleyecek güçlerin devre dışı bırakılmasının önlenmesine yönetenlerin yönetilenlerden daha çok ihtiyacı var.
Sevgi Özkan

15 Mart 2014 Cumartesi


İLERİ PERVASIZLIK YÖNETİMİ

Cumhuriyetin bu kadar pervasızca yıpratıldığı tüm kurumların keyfi idarelerle işleyiş düzeninin deforme edildiği olmamıştı. Yeni Türkiye derken eskisini işlemez hale getirenler kendi yaptıklarının içinden kendileri de çıkamıyorlar.

İktidarın baştan çıkarıcı cazibesinin kural tanımaz anlayışlarla yapılanları kitabına uydurmaktan daha çok, yepyeni kitap oluşturan kontrolsüz yönetimi, güçler dengesini tamamen bozdu.

Var olan yasalara zaten uymayanlar, benmerkezci keyfi icraatlarına uyan ve bir torbaya konan düzenlemelerine yasal kılıf uydurmayı adet edindiler.

Uzaktan emirli otomatik oylamalarla tüm bağlantılar bozulunca hiç bir konuda davacı olmanın etkisi ve beklentisi kalmadı.

Toplumun bugününü ve geleceğini biçimleyen bunca yıllık demokrasi deneyimine hiçe sayan düzenlemelere, ileri demokrasi adı takılarak dokunulmazlık kazandırıldı.

"Yüzde kırk dokuz, yüzde elli demektir ,o nedenle ben istediğimi yaparım" antidemokratik anlayışını kaba kuvvet mantığıyla uygulayıp, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıran yönetim, "sıkıysa karşı çık" tehditleriyle sürdürülmeye başlandı.

Kendine kayıt şartsız sorgusuz sualsiz uyanların dışında görüş bildiren, eleştiren, beğenmeyen veya susarak protesto edenleri "milletim" şemsiyesinin dışında bırakan bir güç oluşturuldu. Toplumu çeşitli tanımlamalarla bölerek birbirine düşürme girişimi hayret ve esefle izlenirken, gidişin felaketini gören her kesimden insanlar birbirine aman sakin olalım telkinleri yaparak sorumlu davranmaya çalışırken, bunu yapan yönetim karşısına aldıklarını kendi yaptıklarına ses çıkarılmamasını sorumluluk olarak telkin etmeye başladı.

Bu kadar eksilerin bir araya gelmesiyle, insanların her geçen gün artan endişelerini gören yöneticiler, panik halinde her şeye saldırmaya başladı.

Artık seçimlere de güven duyulmayan bu düzen insanlarımızı stres, umutsuz ve güvensizliğe sürüklüyor.

Önce sıkı dost olup sonra kavga etmekle tekrarlanan bu pervasız davranış, bir milletin kaderiyle oynamaya başlayınca "bir kötünün yedi mahalleye zararı dokunur" sözü geliyor akla.

Eninde sonunda iyinin anlamını yeniden inşa edeceğinden kötüler er geç yok olur da, bu kaç nesle mal olur işin can sıkıcı yanı bu.

Sevgi Özkan