24 Şubat 2011 Perşembe

MUHALEFETE MUHALEFET MERAKI


CHP ye yönelik eleştirilerin rahatlıkla yapılabilmesi, CHP’nin siyasi konum ve entelektüel gelişim olarak eleştiri kültürüne, oto kritiğe açık bir yapıda olmasından da kaynaklanıyor.
Bu nedenle iktidarın gücünden korkan pek çok kişi söze CHP eleştirisi ile başladıktan sonra eşitlik sağlamak ve demokratik davranmak görüntüsüyle iktidara da eleştiri getirebiliyorlar.

Biraz dikkatli bakınca bu eleştirilerin altında aslında iktidar şikayetinin yattığı görülebilir.
Ama bunu açıkça ortaya koyacak bir cesaretin toplumda pek de karşılığının bulunmadığı bir gerçek.

Kimileri ise, muhalefeti eleştirme modasına uymak için kimileri de gerçek sorumluluk noktalarına yönelik dikkatleri dağıtmak için bu tavrı sergiliyor.

Başka bir kesim de var ki CHP‘nin gerçekten daha geniş kitlelerce anlaşılıp benimsenmesi için bazı yapılanları eleştirip şöyle yapılsaydı önerilerinde bulunuyorlar.

Kurallara uymayı başkalarına ait bir sorun gibi algılayıp kurallara başkaldıran insanlarımızın sosyal yapısı, zalime boyun eğmek ataletini de taşıdığı için yanlış ve demokratik olmayan uygulamalara ses çıkarmamak yadırganmıyor. Ses çıkaranlar da önemsenmiyor.
Cahil cesaretiyle oyunu kuralına göre oynamamayı başarı sayan yönetimler de, iktidarlarını hep bu rahatlıkla sürdürüyorlar.

Kendi iktidarındayken çok partili düzene geçilmesini sağlayan CHP’ nin, ülkenin sağ partilerce yönetilmesi boyunca antidemokratik oluşumları önlemede önemli bir rol oynadığı ve çoğu iktidarlara hocalık yaparcasına yol gösterici olduğu gerçeği görmezden geliniyor.

Bazı akılların, sekiz yıldır iktidarda olan mevcut yönetim için, “hani irtica geldi mi” özetiyle yapılanlara dönük eleştiride unuttuğu şey, eğer parlamentoda CHP nin yeterli engellemeleri olmasaydı bugün nasıl bir yere gelineceğiydi.

İktidarın her doğru yaptığını kendi girişimi ile yapmış gibi kabul edenler, bu oluşumdaki muhalefet sorumluluğuna ait başarıyı görmemekte direniyorlar.

Yapılanların kitabına uydurulması ve kabahati başkalarında arama alışkanlığı yaygın olarak benimsendiği için bu noktanın görülmemesini de normal kılabiliyor.

CHP’nin, iktidarın bilgi ve düşünceden yoksun ve de çoğu kez işine geldiğince yaptığı kimi uygulamaları engelleyerek, onların doğru davranmalarına ve iktidarda eskiye göre gelişmelerine yol açtığını unutmamak gerekir.

İktidarın sorumlu olması gereken alanları muhalefetin sorunu gibi gösterip, muhalefete laf çakmayı politika haline getiren yetkililerin çoğu gösteri sanatında aşama kaydetmekten öte bir başarı sergilemiyorlar.

Kendi adına da düşüneceği kabulüyle düşünme vekaleti verdiği lidere kayıtsız boyun eğen yaygın taraftarlık algısı, bireysel eleştiri kültürünün gelişmemiş olması,sonunda haklı olanın hep mağlup sayıldığı bir sessiz kabul ortamı yaratıyor.

Bu noktanın altının kuvvetle çizilmesi gerektiğine inanıyorum.

Sevgi Özkan

22 Şubat 2011 Salı

DEMOKRASİLERDE ORDU NE YAPARMIŞ?

Ordular, ülkelerin işine ne zaman lazım olabilir?

Son günlerin birbirini takip eden halk ayaklanmalarında ülke sorunlarında ordunun rolü
tarihi irdelemeler ve yeni anlamlandırmalarla ele alınıp, değerlendiriliyor

Aşiret toplumlarında diktatör yöneticilerin kendilerini devirme tehlikesine karşın ordu bulundurmayan yöneticileri bir iç ayaklanma olunca parayla ordu tutarak toplumun üstüne ateş açtırmakta çare bulurlarken kendi halkını yabancı askerlere kırdıran duruma düşmeleri kaçınılmaz oldu.

Orduyu, basit bir güvenlik gücü olmaktan öte anlamlandırmanın suç haline getirildiği kimi alanlarda şimdi, ordunun ne zaman, ne kadar, neye, nasıl karışacağı ve gerekliliği üzerine tartışmaları tekrar gündeme oturturken yeminli ordu düşmanları ise lafı evirip çevirip yeni bir ölçü aramaya çalışıyorlar.

Ordunun elini kolunu ve ağzını bağlayıp demokratik yönden güvenlik içinde olunacağını öneren ileri demokratlar, bu bağların neresini biraz gevşetebiliriz diye manevra teorileri üretmeye başladılar.

Ordunun esas işi nedir tartışmalarında kavramsal standartların gerçekte nasıl standart dışı kaldığını görmeye başlayanlar, dönüş yoluna çoktan girdiler de şimdi o ağız ve kolların bağını kim ne gerekçeyle çözecek ona karar veremiyorlar.

Elini kolunu ağzını bağlayıp özgürlük bekleyenlerin saldırdıkları gücü demokrasiye geçiş için çözmek zorunda kalınabileceğini görmek, her babayiğidin kaldırabileceği bir şey değil elbette.

Demokrasilerde ülkenin demokratik standartlarına göre ordunun yeri, kurucu mu, kurtarıcı mı, korkutucu mu neymiş gözden geçirenler, dayanılan hangi argümanların altında kalmadan, elden geçirerek cevaplayacakları şimdi merakla bekleniyor.




20 Şubat 2011 Pazar

ORTAK KODLANMALARIN ORTAK AKLI

Meral Tamer’in Milliyet gazetesindeki (18.02.2011) yazısı digital ve analog saat üzerinden zaman algısını ve sanal kodlanmaların insan ve topluluklar üzerindeki yeni etkisi üzerine düşündürücüydü.

Tunus ve Mısırdan sonra özellikle Kuzey Afrika ülkelerindeki halk ayaklanmalarının, dayandırıldığı pek çok neden yanında iletişim ve bilgi devriminin insanlardaki yeni yansıması gibi yorumlanması da bu gerçeği işaretliyor.

Sosyal olayların tek bir etkenle biçimlenmediği, çok yönlü etken ve birikimlerle oluştuğu sosyolojik gerçeği iyi okumak, gidişatı iyi algılamak için çok yönlü bakış ve düşünmeyi önemli hale getiriyor.

Artık, digital göstergelerin oluşturduğu zaman algısıyla kitlelerin aynı anda ortak bir amaçta birleşip istenmeyeni yıkıcı bir etki göstermesi kaçınılmaz hale geldi denilebilir.

İstenmeyeni yıkan bu ortak aklın gücü, henüz neyin istendiğini aynı ortak dilek üzerinden oluşturup yerine getirmeye de yetiyor mu burası henüz belli değil.
Yani digital kodlanmaların anlık gerçeğe çevirdiği dikkatleri, geleceğe dönük düşünce perspektifine dayalı bir ortak güç haline getirip getirmediği başlı başına bir düşünme ve tartışma konusu.

Tarihsel determinizmi zorlayan ve hızlı değişimlerin tarihi öneminin daha yaşarken algılatan  günümüzde, geleceği öngörmekte zorlanan interaktif bir tarih bilinciyle yaşıyoruz.

Etkin güç odaklarının çıkarları doğrultusunda yönlendirilen sosyal oluşumların şu veya bu biçimde yönlendirilemez kitleler yaratmaya başladığı küresel bir kaosun, tüm sosyal düzenlerin vidalarını gevşettiği bir çağa ulaşmış bulunuyoruz.

Dünya uygarlığının ortalama aklının, durumun üstesinden gelebilecek bir gelişmişlik gücüne sahip olup olmadığı da küresel perspektif açısından ayrı bir merak konusu.

  

17 Şubat 2011 Perşembe

TOPLUMLAR DA: NE OLDUM DEĞİL, NE OLACAĞIM DEMELİ.

"Ne oldum değil ne olacağım demeli" sözü insanlar için söylendiği gibi uluslar için de söylenebilir olmaya başladı. Ortadoğudaki diktatörlüklere yönelik halk hareketleri ve demokratik özgürlük talebi yangın gibi her yeri sararken, bizim onlara göre ileri, gelişmişlere göre geride kalmış demokrasimiz kendi içinde zorlu sınavlardan geçiyor.

Basın özgürlüğü, muhalif olma hakkı gibi demokrasinin temel prensiplerinin tarışılır hale geldiği ülkemizde demokrasi adına endişelenenler çoğalıyor.

Örnek olduklarımız ilerlerken biz geriliyoruz. Buluşunca hizalanıp ileri mi yürünecek yoksa onlar  giderken, biz geride mi kalacağız?

Demokrasiyi talep eden ve ona kavuşmak için diktatörleri indirmeye kalkan halk ayaklanmaları
bizdeki gelişmeleri mi hedefliyorlar. Yoksa bizde olanları görüp daha ilerisini mi?

Demokrasi inşaası uzun yıllar alan bir toplumsal kültürle sağlandığı için aramızdaki farkla övünmekte haklıyız. Ama gelinen yerde oluşan durumları demokrasi adına sorgulamak da bir o kadar haklılığımızı va farkımızı mı gösteriyor diye sorulabilir.

Konu demokrasimiz ve küresel demokrasi için önemli yanlar içeriyor.
Gündüz Vassaf' 13 Şubatta Radikalde çıkan "Dünya Ortadoğudan mı İbaret? başlıklı yazısında
"Demokrasinin kapitalizmi denetleyememesini hala ekonomik kriz tanımlamasıyla geçiştiriyorlarsa"
ve
"kardeşi kardeşe kıydıran din ve bayrak bagajlarını arkada bırakan gençler, internet üzerinden kurdukları dünya vatandaşlığına giden yeni ipek yolunda ciddiye almadıkları çifte standartlı dünya düzenini çoktan gayrimeşru kılmışlarsa" 
gibi sözleri yaşananları hangi noktaları da hesaba katarak okumak gerektiğini hatırlatıcı.

Demokrasinin ancak küresel olarak yaşatılması gereken bir olgu olarak mümkün olabileceği düşünülüyor.

Bilgi ve İletişim devrimleriyle biçimlenen, küresel iklim değişimleri, çevresel felaketlerin yarattığı olguların tümü dünya gerçekleri üzerine yeni değerlendirmeleri gerekli kılıyor.
Gerçekten de dünyanın fiziki ve sosyal gerçekliğini birlikte değerlendirecek yeni bir sosyal bilim perspektivine ihtiyaç var zaten gerçek bilim insanları da artık bunun üzerinde çalışıyorlar.

Özgürlük ve muhalefet hakkı sınırlamalarıyla demokrasi kurmayı hedeflenen toplumların hiçbir alanda ileri bir örnek olamayacağı hergün daha iyi anlaşılıyor.




13 Şubat 2011 Pazar

Sevgili Oğuz ağabeyimi de toprağa verdik.
Uzun süren yoğun bakımlı yaşamı son buldu.
Yaşatma çabalarının onu eski haliyle bize döndürmeyeceğini bilsek de umutla bekledik. yaşaması önemliydi.
Tıbbi destekle sağlanan nefesine ondan çok bizim ihtiyacımız vardı.
İşte varlıkla yokluk arasındaki fark tam da buydu.
Ayrılışa alışmayı prova ettik sanki.
Kaybettiğimizde oğlumun beni teselli olarak söylediği "dayımın böyle yaşaması bizim için egoistce bir teselli" ifadesi gerçeği çok iyi yansıtıyordu.
Yapılabilecek her şeyin yapılmasını sağlayan özverili eşi, oğlu, sevenlerinin tüm çabaları onun için bir şans bizim için umut oldu ve kaçınılmaz finali yaşadık.
Kozlu mezarlığında onu da anne ve babamın koynuna bırakarak son noktayı koyduk.
Hepimiz biliyoruz ki o artık çekmeyecek, içimizdeki bu acı huzur da, zamanla koyulaşan bir hasrete dönüşecek.
Biz beş kardeşin üç büyük çocuğundan ortancası olarak son iki küçük olan ablam ve benim için ilk kültür eğitmeni olan sevgili ağabeyimin üzerimdeki emekleri şimdi içimde koca bir minnet ve hüzne dönüşüyor.
Sevgili Oğuz ağabeyim, tüm sıcaklığı ve canlılığı ile kalbimdeki özel yerinde benimle yaşayacak.

7 Şubat 2011 Pazartesi

UMUTSUZLUKLA ATEŞLENEN YAŞAMA İSTEKLERİ

"Yaşama umutsuzluğu yoksa yaşama aşkı da yoktur".

Fransız varoluşcu düşünürlerinden Albert Camus'nun bu saptaması, çelişkiler üzerine kurulu yaşam gerçeğini çok iyi özetliyor.

Azim denen mücadele kararlılığı çoğunlukla çaresizlikten oluştuğu için tek tek bireyler kadar toplumlar için de geçerli olduğu, tarih ve günümüz insan hikayelerinde örneklenir.

Varoluşun kıymetine önem vermekle beraber herşeyin zıttıyla varlığını saçma olarak tanımlayan Camus, karamsarlığın felsefesini yansıtmakla kalmamış intahar ederek dünyadan ayrılmiş bir düşünürdür.

Çelişki o ki, tüm saçmalığına rağmen yaşamı vazgeçilmez kılan algılarımız mücadeleyi de zorunlu kılıyor.

Son günlerde toplu kalkışmalarla dile gelen halk ayaklanmalarına da, baskılarla sürdürülen düzen insanlarının yaşama umutsuzluğundan doğan var olma hakkı diye bakılıyor.

Böyle bir trendin ortaya çıkması diktatörlük sistemlerinin artık sürdürülemeyeceğini gösteriyor.

Burada ortak azmi oluşturan baskılarla, azmin gerçekleşmesini sağlayan sibernetik gelişimlerin birleşmesi, ülkeleri ve insanları eski alışkanlıklarla idare etmenin artık mümkün olmadığını gösteriyor.

Önemli olan diğer nokta da tek bir lider önderliğine ihtiyaç kalmadan farklı görüş ve çıkar gruplarının aynı ortak hedefi paylaşmakta birleşmeleri. Diktatör eğilimli yöneticiler ülkelerinden kovuluyor.
Bu yeni oluşum hergün yeni örneklenmelerle yayılırken, sonunda nereye yönelip, nereye varılacağının kimselerce tam olarak tahmin edilemiyor.

Çoğunlukla ekonomık yoksunluklar üzerinden oluşan bu ortak ayaklanmaların, toplu baskı düzenleri mi, toplu çözümler mi oluşturacağı da henüz belli değil.

Belli olan tek şey insanların toplu olarak kandırılma va baskılanmasının eskisi gibi kolay olmadığı bilgi ve iletişim birlikteliğinden oluşan bir bilişim dünyasına ulaşılmış olunması.
Küresel baskılardan küresel demokrasiye giden bir yolda olduğumuz da söylenebilir.

Sevgi Özkan

5 Şubat 2011 Cumartesi

DANGALAKLIK DEMOKRATİK BİR HAK DEĞİLDİR


Duygu ve fikir bildiriminde doğruculuk erdemdir.
Doğruculuk adına yapılan dangalaklık ise erdem değil sosyal terbiye noksanlığıdır.
Maalesef bu ikisi birbirine çok karıştırılıyor.
Her olay haberde toplum kesimlerinin tartışmaya tutuşması, konu bolluğundan mı düşünce azlığından mı belli değil ama en ciddi konuları bile mahalle dedikodusu kıvamına getiren dangalaklık ve basitlikler sosyal terbiye azlığının yaygınlığı üzerine düşündürüyor.

Toplumu ve kişileri ilgilendiren pek çok olguyu aynı mesafede ele almak tartışma kültüründe nelerin eksik olduğunu göstermesi açısından bir veri olsa da, kimin özeline kimin hangi hakla karışacağının henüz anlaşılmadığını da açığa çıkarıyor.

Sevenleri bol olan ünlülerin beklenmedik ölümlerinde hep bir sır ve neden arama alışkanlığı ünlüye olan hayranlık veya nefretle bir arada dışlaşıyor.
Ölümlerin kabul edilemez gerçekliği karşısında ortaya çıkan verilerin söylenti ve yakıştırmalar katılarak olumlu veya olumsuz yönde abartılması, ölümün acı gerçeğinin dışında bir tartışma korosu oluşturuyor.

Ölünün ardından konuşulmaz sözüne sahip bir toplumsal kültürden, doğruculuk kılıfına büründürülmüş dangalaklıklarla haklılık ispatına kalkanların çıkması, yaygın sosyal terbiye seviyesi yönünden düşündürücü.
Farklı yaşam tarzları ve seçimlerin bir arada yaşama gerçeği kendi doğrularını silah gibi kullananların patavatsızlıklarını kabul edilir kılmıyor.

Doğruların ölçüsü dangalaklık becerisi üzerinden oluşturulunca toplum ilişkilerinde birey hakkına özgürlük talebi de anlamının dışına çıkıyor.
Sana ne, bana ne, ona ne, bize ne, size ne, onlara ne?
İnsan ilişkilerinde bu soruların sınırları, bireysel özgürlüğün incelik ve kesinlikle kabul edilmesi gereken hatlarından oluşuyor.

Bu nedenle bireyin kendisi olarak var olma özgürlüğü, başkalarına verilen zarar kadar onlara yönelen karışmaların sınırlarıyla da çizildiğinden, dangalaklık ve patavatsızlık olarak dışlaşan  kişisel saldırılar, toplumsal terbiye eksikliğini yansıtıyor.

Esas demokrasi terbiyesi de zaten buralardan geçiyor.
Hiçbir yerde demokrasi, kişinin kendine ait özel yaşantısının başkalarınca kurcalanması özgürlüğü olarak algılanmamalıdır.

Sevgi Özkan

4 Şubat 2011 Cuma

SÖZEL DEMOKRASİ

.

Günümüzün en çok kullanılan ve üzerinde tartışılan sözü demokrasi

Demokrasi algısı insanına göre değiştiği gibi yarar ve sakıncaları da yer ve zamana göre değişiyor. Türleri de öyle.

Mevcutların içinde kötünün iyisi gibi de tanımlanan bu yönetim kavramı, bazı düşünürlerce de tam anlamıyla gerçekleşmesi zor hatta olanaksız gibi de değerlendiriliyor.
Uygulamalar ise herkesin kendi algısınca yaşama geçiriliyor.

“Mış” gibi yapma kültürünün benimsendiği ülkemizde demokrasi de var “mış” gibi kabul ediliyor.
Tüm söylemler, bunun üzerinden temellendiriliyor. O nedenle bizim demokrasimiz sözel demokrasi olmaktan ileri gidemiyor.

Demokrasiyi ağzından düşürmeyenler, anti demokratik tavırları yapmakta bir sakınca görmüyorlar.

Herkesin demokrasisi kendine işliyor.
Demokraside dünya standardını benimsemeye zorlanılan noktalarda da aynı durum geçerli.

Başkalarına demokrasi üzerinden övgü ve yergi geliştirirken kendi aramızda bildiğimizi okumakta da hiçbir sakınca görmüyoruz.

Demokrasiyi baskılarla yaşatmak çabasıyla kurallarla yaşatma çabası birbirine karıştırılınca
kavramsal kargaşa, yerini hakkı yenilen kurbanların korkulu çaresizlikleriyle sinmiş kitlelere bırakıyor.

Gelişen insanlık bunu da aşacak herhalde.