29 Aralık 2010 Çarşamba

Dizilerde yaşanan beraberlik duygusu, gerçek yaşamda kaybettiklerimiz arama çabamız mı?
Nelere birlikte ağlıyor, birlikte gülüyoruz? Onlar tam da bizi mi anlatıyor aslında.

OKUMAZ-YAZARLIK

Okur -yazarlığın yerini okumaz- yazarlık mı alıyor?

Yazmak birikim ister. Birikim de entelektüel anlamda okumakla beslenir.
İnternetin okuma olanaklarını arttırdığı düşünülse de, öyle olup olmadığı, ne tür okumaların okuma sayıldığı da düşünülmeli.

İnternet ve sosyal medya katılımı entelektüel gelişime katkı sağlıyorsa da insanları aptallaştırıp aptallaştırmadığı ciddi olarak tartışılıyor.

Bu kanalla insan iletişim ve gelişimi sorgulanırken ortaya çıkan en tartışılmaz veri:yüzeysellik.

Yüzeysel okuma, yüzeysel algı ve yüzeysel hafıza insan beyninde nasıl bir birikim yapıyor?

Çağın iletişim ve hareket kapasitesinin yarattığı hız fenomeni de bu alanda kendini gösteriyor..
Hızlı yemek, hızlı işlem, hızlı başarı ve hızlı okuma gibi birbirini tetikleyen davranışlarla öyle baş döndürücü bir hızlı yaşam olgusu oluştu ki, doğal olarak kendi zıddı da oluşmaya başladı.
Yavaş yaşam özlemi, yavaş ve hazmedilmiş doyumlar yeniden oluşturulmak isteniyor..
Internet olgusunun bunlara eklemlediği hızlı okuma da sonunda özetlenmiş ve sığlaşmış bilgileri makbul hale getirdi.

Uzun ve kapsamlı anlatımlara tahammül ortadan kalkarken, anlayış sığlığı da tüm beyinlere egemen olmaya başladı.
Kimsenin uzun ve etraflı araştırma ve anlatımlara rağbet etmediği bir dünyada insanların algıları da sığlaştı ve sığlaşıyor.

Internet, bir yandan eskiye oranla yazma yeteneğini geliştirirken, öbür yandan özünde içerik ve kapasite sığlığına dayalı bu yazma ve yazışmaların yarattığı genel algı ve anlama ortamını da belirliyor.

İnsanlar, hiç okumayıp veya daha az okuyup daha çok yazar ve yazışır oldular.

Herkes kendini yazarken, bir yandan da kendini dinleyip, kendini okuyor.

Eğitim sistemleri bu şartların üzerinden yeniden oluşturulmalı ve kendi içinde çözümlenmeli
Okumayan, okuduğunu anlamayan, ama yazışan insanların kendilerini hapsettikleri bu sığlıktan nasıl çıkacaklarına kafa yormak gerek.
Okuyan, yazan, bilgilenen, düşünen ve yenidünyalar üreten bir canlı olarak insan beyninin, hangi yetenekleri gelişecek?
Bir süre sonra bunu daha iyi algılayacağız.

Algı ve anlayışın sığlaşması, insanları, daha güdülebilir hale getirmesi kaçınılmaz.
Küresel demokrasiye geçebilmek için günü kavrayan, okuyan ve yazan insan aklına daha çok ihtiyaç var
Global diktatörlüklere açık bir yolda hızla ilerleyen bir insanlıkla baş başayız.
Gezegen ahalisi durumuna gelen insanlığın tek elden yönetenlerin çıkması mümkün.

Sevgi Özkan

26 Aralık 2010 Pazar

BİZİM ZAMANIMIZDA SÖZÜ ANLAMSIZLAŞIYOR MU?

Çocuklar, yaşamı gün geçtikçe daha sanal gerçeklik ortamında algılar oldular.
Tabii bu saptama internet olanaklarına şu veya bu biçimde erişen kesimlerdeki çocukları kapsıyor.

Görünen o ki yakın gelecekte küresel bir gerçekliği yansıtacak.
Medya, Sosyal medya ve de bilgisayar oyunları üzerinden gelişen sosyal iletişim insan algılarını hızla değiştirip yeniden biçimliyor.

Sanal gerçek, yaşamın gerçeğine dönüşünce, gerçek kavramı iyice bulanıklaştı.
Çocuklar için evin dışı tehlikeli diye düşünülürken evin içi, daha tehlikeli olmaya başladı.

Odasında emniyette sandığımız çocukların aslında hangi tehlikelerle yüz yüze olduklarını bilemiyoruz.

Çocuğun, sanal alemin dışında kalmasını sağlamak, sokağın tehlikesinden korumak için sokağa çıkmasını önlemeye benzemiyor.
Bu dünyanın dışında kalmak başka bir asosyallik tehlikesi taşıyor.
Ceplerindeki telefon mesajları onları hangi sosyal dünyaya çağırıyor?

Kontrol edilmesi mümkün olmayan bir sanal dünyaya açılan çocuk ve gençler, gerçek yaşamın zorluk ve zorunluluklarını nasıl algılıyorlar?

Evden çıkarılmadan büyütülen çocuklar, bilgisayar olanakları ile nasıl bir dünyaya ekleniyorlar?

Günümüzün merak konuları olan bu durumlar, sonunda kendi insan tipini oluşturuyor.

Daha mekanik ama daha hayalci, daha gerçekçi ama daha duygusal insanların dünyasında nesiller arası kültür farklılıkları gün geçtikçe daha kısalan devreleri yansıtıyor.
Uyaran bombardımanı ile algıları yüzeyselleşen insanların anlama yetileri de sığlaşıyor.

Kültürel kodlanmaların kısa süreli farklılaşması insan ilişkilerine ayrı bir yabancılaşma da getiriyor.

İlkokul dörtteki çocuk, anaokuluna gidene, bizim zamanımızda her şey farklıydı gözüyle bakıyor neredeyse.
İletişim ortamları hızlı ve geçirgen zamanları kapsıyor.

Nesiller kıyaslamasında, bizim zamanımız sözünün hangi süreye denk geldiği gittikçe kavranamaz oldu.
Hangi zamanımız demek en doğrusu.

O zaman ebeveynin çocuklara kendi geçmişiyle kurduğu paralel örneklemelerin de empati kurma açısından fazla bir etkisi olmuyor.

Artık uyaran bombardımanı altında kalan herkesin zamanı kendine.
   

21 Aralık 2010 Salı

SOSYAL ZAMKLARI KURCALAMAK

Yanıbaşımızda parçalanmış bir ülke birleşmek için uğraşıyor.
Etnik ayrılıkların üstüna sonradan sürülen ulusallık zamkı sen ben kavgası yüzünden bir türlü tutmuyor.
Komşumuz Irak'ta etnik gruplar arasındaki güç çekişmesi hergün yeni bir seyir izlerken, bizde Ulus devlet içinde içselleştirilmiş birliktelikler yeni yorumlarla ayrıştırılmak isteniyor.
Ulus biraradalığını sağlayan zamk etkisizleştirilip yok edilmeye çalışılıyor.
Ana dil yasağına gelen itiraz, kendi devletini kurmaya giden isteklerle biçimlendiriliyor.
Esas sorun olan Feodal yapının ürettiği baskılar, görmezden gelinip, sadece ulusal Devlet baskısı olarak algılanırken, özgürlükle özerklik arasında talebi arasında tehlikeli yalpalamalarla kontrolsuz gelişmeler oluşuyor
Tüm dünya globalizce denen bir çeşit dünya ingilizcesi altında tek dil üzerinden anlaşmaya yönelirken
bizim ülkemiz etnik diller üzerinden ayrışmaya yöneltiliyor.
Bu çelişkiyi çok iyi görmek gerek.
Şu olsa ne olur, bu olsa ne olur gibi tüm sosyal zamkları kurcalayanlar ne olduğunu gördüklerinde zaten olan olmuş olacak.
O zaman hiçbir tarafın haklı olup olmamasının  anlamı kalmayacak zaten.
Baskılardan yılanlar öyle özgürlükler talep ediyorlar ki, bedeli herkesin özgürlüksüzlüğü olacak.
Hep birlikte hata yaptık demek hatayı ortadan kaldırmaz.
Tartışalım evet ama önce ne istediğimizi iyi bilelim. Ulus olmak o kadar kolay değil.
Sevgi Özkan

19 Aralık 2010 Pazar

VURMA, KONUŞ!

İsim annesi olduğum bu sözün kitlelerce benimsenmesi için beş altı yıl öce VURMA, KONUŞ BİRLİKTELİĞİ diye bir girişimde bulunmuştuk.

Katılımcılarımızla bu sözün çeşitli alanlar üzerinden kitlelerce benimsenmesi çalışmaları yapmış ve sonra dağılmıştık.

Sözün isim annesi ve birlikteliğin kurucusu olarak bu doğrultuda ilk önce çocuklarımızın eğitiminde etkili olan ve özünde şiddet içeren “döverek adam etme” anlayışının köklerini Atasözlerimiz ve deyimler üzerinden araştırmış ve ortaya çıkan sonuçlardan hayrete düşmüştüm.
Toplumumuzun eğitim anlayışını şekillendiren ve sayıları bir hayli olan bu zihinsel kodlamanın genetik olarak  şiddet yatkınlığına doğal bir zemin hazırladığı çok net anlaşılıyordu.
Aynı zamanda toplumuzdaki diyalog yoksunluğunun da buna bağlı olduğunu düşündürtüyordu.

Katılımcılarından olduğum YÖRET vakfının üniversite öğrencileri ve çocuklarla gerçekleştirdiği 2006 yılı yaz kampı projesinde insan ilişkilerinde konuşmanın önemi bu slogan sözüyle kavratılmıştı. Bu sözü işleyen bir takvim basılmış ve birliktelik katılımcılarından ünlü çizer Tan Oral tarafından çizimlanmiştir.
Yine yeni öğrenim yılı açılırken yazılı medyanın etkili kalemlerinin eş zamanlı olarak bu konuyu işlemelerini sağlamak ve şiddet kültürünün etkilerini silecek ufak ama önemli bir adım olarak gerçekleştirilmek üzere aşağıdaki örnek yazıyı köşelerinde kullanmaları için gazetelerin köşe yazarlarına, 
"Toplumumuzun ve çağın iletişim dili haline gelen ŞİDDET olgusunu önlemek, Toplumun iletişim dilini, şiddet önleyici biçimde etkileme amacıyla bir araya gelen, bir sosyal bilinç grubuyuz.
Özellikle yeni nesillerin pedagojisinde etkili bir yer kazanmasını sağlamak. Topluma şiddet dışı seçenekleri benimsetmek, problemleri diyalog yoluyla çözmek ve çatışmalarda insana yaraşan “konuşma”nın gücünü, kaba kuvvetin önüne geçirmek için yapılabilecekleri araştırmaktayız. Şiddet olgusunun zihinsel temellerini hazırlayan atasözleri ve deyimleri tarama yoluyla analız ettiğimizde: Toplumumuzda: genel olarak "sevmek" kavramının, "dövmek" ve "hırpalamak" kavramlarıyla çakıştığını ve genel olarak insan eğitiminin hayvan eğitimiyle modellenerek konuşmaya pek yer verilmediğini görmekteyiz.
Özetle: Çağın getirdiği daha başka etkenlerin yanında: toplumumuzun geçmiş yaşam deneylerinde ve bu gün, şiddet yatkınlığının açık izlerine rastlanmaktadır. Bu duruma çağın etkili gücü olarak görsel ve yazılı iletişim kanalları da yeterince katkı yapınca ortaya hepimizi etkileyen bir sonuç çıkmaktadır"
anlamında gönderdiğim ileti bazı köşe yazarlarınca değerlendirilmişti.

Şu anda dondurulduğu söylenen tehlikeli silah yasası girişimi, “VURMA! KONUŞ” sözünün, kelimenin en geniş anlamıyla toplum pedagojisi açısından kitlelerce benimsenmesini tekrar gündeme getirdi.
Çünkü buradaki vurmak sözü geniş anlamda silah kullanmayı da içeriyor.

Artık eğitim aracı ve iletişim seçeneği olarak VURMA KONUŞ sözünü kitlelerle paylaşıp şiddet karşıtı bir refleks olarak benimsenmesini sağlamak ve içselleştirilen yaygın bir tavır haline getirmek gerekiyor.

Bu sloganın benimsenmesi ve yaygınlaşması için hep birlikte

Vurmayı değil Diyalog kurmayı dene.
“VURMA! KONUŞ.”
diyelim.

Sevgi Özkan

.

16 Aralık 2010 Perşembe

Katılmadığın kalabalık, tenha mıdır?



Sayıca ne olursa olsun oluşturulan kalabalık, bilinçli veya bilinçsiz bir tercihi yansıtır

Birey, hangi kalabalıkta varlığını duyar?
Sürü içgüdüsüne dayalı kalabalık neyi gösterir?
Katılmadığın kalabalık senin için tenha mıdır?
Konumlanmayla değişen kalabalık algısına göre tenhalık, her zaman geçersizlik, taraftarsızlık veya elit veya azınlıkta olanı mı gösterir?

İçinde bulunduğumuz kalabalık aidiyet ve eşitlik duygumuzu pekiştirir. İçinde olmak ve dışında kalmak içten ve dıştan bakışın oluşturduğu farklı algılar, farklı anlamlandırmalara yol açar.

Katılmadığımız kalabalık gizli bir çekicilik taşısa da içinde olmanın seçilmediği kalabalık, seçmeyen için çoğu kez yeterince kalabalık değildir.

Üzerinde düşünülecek bu sorular aslında en çok demokrasinin dokusuna ilişkin tartışılacak noktaları yansıtır.

Kimileri sayısal çokluk yani çoğunlukçuluğu doğru ve geçerli olan gibi algıladığından çoğunlukçu ve çoğulcu kavramları demokrasi üzerinden de tartışılıyor. Kalabalık sayma algısı ve ölçüsü bu yönden üzerinde düşünülecek bir konu.

Sevgi Özkan

6 Aralık 2010 Pazartesi

GERİLİK ÜZERİNDEN İLERLEYEBİLMEK

Yaşamakta ve yürümekte olanı eskimiş diye değiştirmek ve yerine genellikle eskisinden farklı bir şey koyarak işte oldu demek kestirmeciliği ve lüksü, ilericilik sayıyoruz

Çoğunlukla geri kalmışlık kompleksiyle tetiklenen bu tavırların, zihinlerimizi ne kadar yönlendirdiği tartışılsa da kendimizi ulaşmak istediğimize ait saymamızı sağlıyor gibi.

Geri kalmışlık duygusunu çıkan aletlerin en son markasını ve en mülti fonksiyonlusunu almakla tatmin ederken, son moda davranış trendlerini sergilemeyi de ihmal etmeyiz.

Binalarımızı, ev dekorasyonlarımızı, cep telefonları, televizyon sistemleri, son sistem ulaşım araçları ve giyim kuşam seçimleriyle kurulan ilerleme paralelliği, bizi tatmin etmeye yeter.
Batılı paradigmaya sahip olmanın temelindeki düşünce ve normlara sahip olmayı bunlar kadar dert etmeyiz.
Dünyaya açılımımızı yönlendiren perspektifler hep son aşamaya yönlendirilen zumlamalardan öteye geçmez.

Bir türlü tam özdeşleşemediğimiz batı medeniyeti ile aramızdaki farkı kapamaya çalışmanın en kestirme yolu bu sanırız.
“Yeni” olandan medet ummak, bu anlamda çağı yakalamak ve ilerlemek algımızla örtüşür.

Peki gerçekten öyle midir?

Bunun cevabı dünyaya olan ilgimizin sınırları ve olan bitenleri takip etmek ve de doğru okumakta gizlidir.

Son günlerde dünyanın en önemli ortak gündemi haline gelen Wikileaks Belgeleri olayını nasıl sadece kendi açımızdan okuduğumuzu ve bunun üzerinden sonuç ürettiğimizi görmek yukarıdaki cevabın tam da öyle olmadığını göstermektedir.

Nedensellik bağlantısını kendi dışımızda bir suçlu arayıp ona saldırı olarak değerlendirdiğimizden, her olan biteni bize yönelik komplo olarak algılar ve bu düğümlerle  düşüncemize hapsolarak, kararımızı herkesten önce verir rahatlarız.

Doğruluğu bizim kaygı alanımızın dışına çıkan bu olguları, artık başka türlü değerlendirme ihtiyacı bile duymadan “ileri!!”yaşamlarımız üzerinden dünyayla bütünleşmeye kalkarız.

Cehaletin bir türü olan bu tutumlardan rahatsız olanlar o kadar azınlıkta kalırlar ki?
Her şeyin nicelikle ölçüldüğü bir anlama ve değerlendirme ortamında bu azınlığın sesi duyulmaz olur.  

Sevgi Özkan