29 Haziran 2013 Cumartesi


Çalışkan Karınca ve Arıların Dünyasında Neler Oluyor?  

 

Habere göre Amerika’da küçük karıncaları hızla ürediği ve özellikle elektronik aparatların içinde çoğalarak yangına neden oluyorlarmış. Klima filitresinlerinde hızla çoğalan ve zor temizlenen bu hayvanların bir tel inceliğindeki vücutları kısa devreye neden oluyormuş.

Canlı işlevinde robotik araçlar geliştiren sibernetik dünyanın,

etkisiyle bazı canlı türlerinde ki azalma, dikkat çekici biçimde artıyor.

Arıların koloniler halinde azalmasını, canlılar ile doğa arasındaki dengenin bozulmasını araştıran ilgililer, karıncaların tüm aletleri istila edecek biçimde artışına şahit oluyor.

Oysa bilme ve bilgilenme kapasitesi eskiye göre çok genişleyen insanın bu kadar gerçeği algılama ve değerlendirme kapasitesi henüz yeterince gelişmedi.

İnsandan insana iletişim artışı umulanın tersine, aklıyla dünyaya sahip olan insan’ın, birbirine dönük zihinsel dikkatinin, diğer canlılara ve doğasal değişimlere yeterince yönelmediği ancak doğasal yıkımlardaki artışın ayrımına vardığı görüiüyor.

Neyi ne kadar bileceğimizi tayin eden yönetimsel tutumlar, zaten neyin kimince bilinmesi gerektiğini, olan biten her şeyin kader gibi algılanmasını sağlayan masalları uykudan önce ve sonra anlatıp duruyor.

Masalların cazip dünyasıyla bilmediklerinin farkında olmadıkça bildiklerini yeterli sayan insanlar, kendilerini de, dünyayı da, mahvetmeye devam ediyorlar.

Sevgi Özkan

 

27 Haziran 2013 Perşembe


Göreceli Olsa da Bulaşıcıdır Mutluluk.

 

1980lerde, dönemin büyükleri arasında yer alan yayınevimizin maddi yükselişi, banker faciasıyla yaşanan kargaşada iflasa dönüşmeye başlamıştı.

Günden güne olumsuz etkilenen yaşam standartlarımız, gelecek endişesini, yaşamımızın merkezine yerleştiriyor, en çok çocuğumuzun geleceğine dair umutsuzluklar yaşıyorduk.  

Tam o günlerde bir saat tamiri için Eminönü’n arkasındaki saatçilerden duvarları saatlerle donanmış birine girdiğimizde, her yeri kaplayan çeşitli model saatlerin takır takır işlemesinden, minik oğlum kadar ben de etkilenmiştik.

Sıcak ve gürültülü dışarıdan, loş ve dingin içeriye girer girmez, dükkan sahibinin sakin ilgisiyle de rahatlayıp dikkatimizi, hepsi tıkır tıkır işleyen  saatlere yönelmiştik.
Küçük bir oğlan çocuğunun bu kadar çok işleyen saatten mutluluk duyması gibi ben de, içimde bir mutluluk duygusu belirdiğini hissediyordum.

Yaşamda bazı şeyler kötüye gittiğinde, her şeyin kötüye gittiğini düşündürten kaçınılmaz algı, beni öyle olmayabildiği gerçeğiyle yüz yüze getirmişti.

Sessiz ve dakik işleyen bu saatler orkestrası, tedirgin ve umutsuz yüreğimde bizim işlerimizin de elbet yola gireceğini düşündürten bir melodi çalmasına yol açmıştı.

Bu moralle, olacağından korktuğum şeyleri yenme gücüyle dükkandan çıkarken kendimi daha güçlü hissettiğimi daha sonra hep memnuniyetle  hatırladım. Zira mutluluğun göreceli olduğu kadar, bulaşıcı olabileceğini de ilk defa o zaman anlamıştım.

Bugün de, toplumsal umutsuzluğumuza neden olan pek çok oluşuma karşın, bazı oluşumların nasıl toplu umuda döndüğünü görmenin sevinciyle bu bağlantıyı mutlulukla tekrar anımsıyorum.
Sevgi Özkan 

Demokrat olmak kolay değil.

 

Ben demokratım demek demokrat olmak için yeterli değil. Demokrat olmak uzun bir süreçte geliştirilen bir kazanım olduğundan yeni başlayanlar için epey zor sınavlarla varılacak bir hedef.

Demokratlıktan ne anlaşıldığı çok önemli.
Bu anlayış farkını özellikle tartışmalarda görüyoruz. 

Kimi demokrasiyi kendi fikrine itiraz edilmeme şartı gibi algılıyor. Bu nedenle tartışma kültürü açısından demokrat olmayı başarabilmek çok zor.

Yansızlık tavrını benimsemek ve doğruyu eğip bükmemek gibi rol modelleriyle zihinlere kazınan bir değer olarak demokratlık eğitimi, ailede başladığı kadar toplum yaşamında ki tutumlardan yaşama geçirilebildiği ölçüde gerçekleşiyor.

Başkasının düşüncesindeki demokratlıkla uğraşırken kendi demokratlığını geliştirenler olduğu kadar geliştiremeyenler de var. Onların çoğu kendini demokrat saydığı için kusuru başkalarında arayanlar oluyor.

Bu duruma demokratik düzenimizin bugünkü şartı olarak en az bir tane hükümet komiseri konumunda yandaş olmadan gerçekleşmeyen ikili veya dörtlü TV tartışmalarında rastlanıyor.

İliştirilmiş demokratlık da denebilecek olan bu tip programlar, farklı bakışların kendi vizyonunu göstermekten öte tartışmacıların kendi fikirlerini ifadede kendilerine ne kadar izin vermeleri gerektiğini de gösteren uygulamalarla ancak sürdürülüyor.

Bu şartlar altında bu durumun farkında olan izleyicilerin de, neyin ne kadar söylenebildiğini hesaba katmaları gerekliliğiyle ayrı bir oto kontrol mekanizmasıyla var olabildikleri de biliniyor.

Bu şartlarda demokrasimizin en önemli özgürlüğünün, tarafsızlık adına saçmalama özgürlüğü olarak biçimlenmesi, kaçınılmaz oluyor.

Yerleşik değer ve kavramların devamlı içinin dışına çıkarılması ve anlam kaymasına uğraması da, çağdaş anlayış olarak nitelendirilip, demokrasi diye kabul ettirilmeye kalkılarak düzen sürdürülürken, düşünen kafaların dışında bu gidişattan rahatsızlık duyan olup olmadığı Gezi direnişinde ortaya çıkıverdi.

Birikmiş, içe atılmış itirazların, ufak bir patlamadan alev topuna dönmesi, yöneticilerce, komplo teorileri kılıfına sokulmaya çalışılsa da, herkes kendi itirazının gerçekliğini yaşadığından çoğunluk için ikna edici olmadı.

Şimdi, tüm bu yaşananların içine konup rafa kaldırılacağı bir sepet mi aranıyor yoksa, üstü örtülemeyen gerçekler, gerçekten mi algılanıyor bilemiyoruz.

Demokrasi kılıfına sokulan baskıların kimilerince önemli bir gelişme gibi görünmesi, öyle görmeyenlerin de vatan hainliğinden, anti demokratlığa kadar geniş bir suçlama yelpazesiyle savrulmaya çalışılması demokratlık seviyemizi ortaya çıkarıyor. Demokrasi buysa demokrat olduk demektir.

Sevgi Özkan  

25 Haziran 2013 Salı


İdraksiz idrak!

 

İlk duyunca anlamsız gelse de “Asprinsiz asprin”i yani asprini, asprin yapan etken maddeyi içermeyen türü bir gerçek.

Oğlumu büyütürken öğrendiğim de beni şaşırtan bu bilgiyi paylaştığım çocuğumun doktorunun da, hayretle karşılaması beni daha da şaşırtmıştı

Bir çeşit oksimoron olan bu nitelemeler, özünde ürünün etken maddesinin dışındaki kullanıma dikkat çektiği için hatırda kalıcı.

İdrak etme noksanını tanımlayan “idraksiz idrak” da aynen böyle bir şey.

Söyleneni ve yaşananı tek taraflı algılayan idrak eksikliği, sorumlularda pek çok yanlış karar uygulamasına yol açıyor.

Sonuçtan ne mi çıkıyor?

Daha ne çıksın.

Her şey ortada.
 
Sevgi Özkan

23 Haziran 2013 Pazar


Üslup Paradigmayı da Yansıtıyor.

 

"Üslub-u beyan aynıyla insan" deyişi, insanı sadece iyi - kötü, bilgili - bilgisiz gibi tek yönlü tanımlamakla yetinmeyen bir saptamayı yansıtıyor.
Günümüz diline özetle "söyledikleri, söyleyeni yansıtır"diye çevirebileceğimiz bu ifade, insanın insanlığının, konuşmasına ve konuşmasını belirleyen kişisel niteliklerine yansıdığını gösteriyor.
Söyledikleri neyse kendisi de o olarak algılanıyor.

Belli kültürel kodlanmalardan oluşan dünyaya bakış ve yorumlayış biçiminin de, paradigmayı yani zihin yapısını yansıtması gibi. Bireyin paradigma veya zihniyeti uslubuna yansıyor.

Batı ile doğu insanları arasında geçerli olan en temel paradigma farkı da, dile ve davranışlara hakim olan akılsal veya duygusal tepkilerden dışlaşıyor.

İnsan ilişkilerinde genellikle Batıda akılsal, doğuda duygusal tepkili dil egemen.

Batı’nın çoğunlukla akılsal ve gerçekçi tepkisine karşı, doğu toplumlarında çoğunlukla duygusal tepki geçerli.

Bu temel uyuşmazlığa karşın insani iletişimin yaygınlaşmasıyla ortak değerlerde bütünleşme olanağı artarken, ayrışma da su yüzüne çıkıyor.
Bu tutum farkı devlet dilinde önemli kargaşalara neden olacağı için ağzına geleni söyleme alışkanlığı hiçbir devlet adamının huyu olarak kabul edilemez.

Ortak dil ve kültüre doğru hızla ilerleyen dünyalıların gezegen ahalisine dönüşmeye başladığı, ortak bir siber tehdit altına girebileceği söz konusu olduğundan kontrolsüz ifadelerle toplumların nereden nereye savrulacağı da bilinemiyor. Bilgi iletişim çağı paradoksal olarak bilinmezleri arttırıyor.

Uluslararası ilişkilerde ortak tutum belirlemede akılsallığın başı çekmesi gereği anlaşıldıkça, duygusal tepkiler insani olmaktan öte bir anlam üretmiyor. En hafifinden çocukça denilebilecek böyle duygusal tepkiler, etkili politika yapılmasını da önlüyor.
Bunun böyle olduğu da, hergün daha iyi algılanıyor.

Devlet adamlarının diplomatik uslup ayarı ve davranışları bir toplumun kaderiyle oynama sorumluluğu da taşıdığından devlet adamlarınca iyi kavranmalı.
Gerçekleri yansıtmayan duygusal çarpıtmaları, doğru gibi sunma iç kamuoyunda prim yapsa da bilgi çağında uzun ömürlü etki yapamıyor.
Tüm iletişim verilerinin kaydını kapsayan “big data” ve kendi kitlesine verdiğini sandığı mesaja, dünyanın öbür ucundan hemen cevap gelmesini sağlayan küresel iletişim, özellikle devlet adamlarının duygusal bağırıp çağırmalarla gerçekleşen kişisel ifade sorumluluğunu geç olmadan kavramaları gerekiyor.

Sevgi Özkan

22 Haziran 2013 Cumartesi


Hangi Aklın Kalabalıkları Gerçeği Yansıtır?

 

Meydan kalabalıklar neyi gösterir?

Oluşturanların her zaman aynı yolda olduklarını mı, aynı şeyi onayladıklarını mı?

Aynı ikramı paylaştıklarını mı, aynı görüşü taşıdıklarını mı?

Neyi?

Sorunun cevabı tüm şıkları kapsasa da, aslında her zaman aynı sonucu vermez.

Politik karşılaştırma göstergesi olarak her parti mitinginde aynı alanı dolduran kalabalıkların kime ait olduğu, oylamaların sonucunda bile tam saptanamıyor.

Zira bireysel seçimlerden çok “den” “den” oylamaların geçerli olduğu ölçümlerde çoğu kez yanıltıcı sonuçlar çıktığı olabiliyor.

Liderin sevildiğini gösteren kalabalıkların aslında onun ipini çekecekleri de içinde barındırdığı hep sonradan anlaşılan bir durumdur.

Politikayı ve oy vermeyi kendine dönük somut maddi yardımlara eş sayanlar, bedava kömürü makarnayı almakta sakınca görmezler. Davetler ve bedava ulaşımı kolaylaştıran olanaklarla seçim mitinglerine katılır, kumanyayla karşılandıkları ve devlet gücünün kendine gaz sıkmayacağı garantisiyle doldurdukları meydanların nimetlerini hak ettiklerini düşündüklerinden neye tepsinler, niye gitmesinler ki, “mecbuuuur”giderler.

Ama içerledikleri noktalar birikip “ne çektik” raddesine gelince bütün hesapları unutur, alkışladıklarının ipini çekiverirler.

Bu yanıltıcı çokluğun dev aynalarında kendilerine hayranlık duyan partiler, hatalarının görülmediğine inanıp gerçeği ıskalayınca nereye gittiklerini de kestiremezler. Kalabalıklara güvenmemeyi öğrendiklerinde sorunun bilinçleri menfaatleriyle kurgulanmış kalabalıklarda değil, gerçek demokrasiyi uygulayıp uygulanmamasında olduğunu geç olarak kavrarlar.
 
Sevgi Özkan

16 Haziran 2013 Pazar


80 ler, 90’lardan başlayarak…..

 
Dünyayı değiştirmeye kalkan 68 kuşağından sonra, 80 li yıllardan başlayarak çocukerkil, ailelerce yetiştirilen ve günden güne gelişen akıllı iletişim araçlarıyla büyüyen kuşaklar meydanlara çıkmaya başladı.

 
Ülkemizde de özellikle seksenlerden bu yana, çocuk merkezli bir dikkatle, onun yapıp ettiklerine yerli yersiz karışmayan, anlamsız yasaklamalarla veya döverek adam etmek yerine, izah ederek razı etme yoluyla, birey olma hakkı tanınan çocuk yetiştirme anlayışı kadar içine doğdukları gelişmiş bilgi ve iletişim teknolojilerinden de etkilenen yeni kuşakların biçimlenmesindeki önemli etkenler sayılabilir.

 
İnsani değerlerin her gün yeniden biçimlendiği iletişim ortamlarında, gerçek dünyaya ve insan sıcaklığına uzak kalan, doğayı kaybolan sokak oyunları yerine kapalı odalardan ulaşılan sanal iletişimle tanıyarak büyüyen çocuklar, tanımadıkları doğanın kaybolmasını önleyici çevreci duyarlılıkları gelişen kuşaklara dönüşerek sonunda yok edilmeye çalışılan ağaçları sahiplenen ortak bir kalkışmayla meydanlara çıktılar.

Ataerkil, anaerkil yapılardan geçerek çocuk merkezli aile değerleriyle yetişen çocuklar, egoistlik, apolitiklik gibi tanımlanan ortak özelliklerinin tersine, paylaşımcı, dayanışmacı ve özgüveni geliştirilmiş donanımlı gençler olduklarını gösterdiler.

Bu ortak direniş, yanyana otururken bile e-iletişim kurmaya alışan bu gençlere, insan sıcaklığının güven ve sevgisi kadar farklılıklarla birlikte yaşamanın demokratik deneyimini de kazandırdı.

 
İnternet kültürünün çok yönlü etkileşimleriyle her tür algısı farklılaşan bu gençler özellikle son on- onbeş yılda, yeryüzünün en acil çözüm bekleyen çevre sorunlarının bilinciyle dünyalılardan önce dünyanın çığlığını önemseyen kuşaklar oldular. Kendi geleceklerinden endişelerini sergileyen hassasiyetlerle kendi özgürlüklerine karışılmasını hiçbir şekilde istemediklerini gösterdiler.

Aşağı yukarı on/yirmi yıl gibi sürelerle X,Y veya Z diye adlandırılan kuşak farklılaşmasının ulaştığı  dünya algısı, yorgun ve şaşkın yetişkinlere, digital çağın digital becerilerini kendilerine öğreten bu gençlerden öğrenecekleri şeyler olduğunu  gösterdi.

Gençlerden digital becerileri öğrenirken onlara insani duyarlıkları öğretme ve örnekleme durumu nesiller arası doğal bir alışverişe dönüşürken, teknolojik dünyanın yabancılaştırdığı insani değerleri ve düşünme becerilerini bu gençlere örneklemenin sorumluluğunun da yetişkinlere düştüğünü hatırlattı.

 
“Gezi”den yansıyan ve herkesin beğenisini alan “Biz de babannemizi zor tutuyoruz” gibi  Başbakana verilen cevaptan yansıyan güçlü mizah, gençleri de günümüzü de çok yönlü özetliyor.

 

Sevgi Özkan

 

 

 

 


 

15 Haziran 2013 Cumartesi

Not. Yazılarımı her okuyuşta değiştirince yeniden yayınlıyorum. Kötü huy dediğin düzelmiyor.

“Göze gelme” Kültürünün Dayanılmaz Rahatlığı!

 

“Nazar değdi”, “bizi çekemiyorlar”. “şansı yaver gitti/gitmedi” türünden batıl kültürün egemenliğindeki duygusal yorumlar, bilimsel bakışın yeşerme ve yaygınlaşmasındaki zorluğu da gösteriyor.

Sözüm ona bilimsel yaklaşımlarda bile, batıl kültürün geçerli olduğunu gösteren kişisel inanç takviyeli moral bütünlemelerin, bilimsel gerçekliği perdeleyecek hale gelmesindeki artış da, önemli bir realite.

Yöneten akıldan başlayarak bilimsel algıdan uzak bu tür argümanların, bilgi yarışmalarında da ortaya çıkması olayın boyutlarını gösteriyor. Sayıları artan bilgi yarışmalara ilginin artması, insanların bilgi ve bilime yöneldiğini düşündürtürken, en eğitimli olan katılımcıların bile, başarısızlıklarını şans, kader, kısmet ve  nazarla açıklayabilmesi, psikolojik gerçeklerin uhrevi yorumlarla bütünleşmesi olduğu kadar, duygu ve inancı önde tutan aklın, çağın “bilgi” şartlarıyla yarışamaması olarak da okunabilir.

Ansiklopedik bilgi gibi durağan kitabi verilerden öteye düşünce üreten “bilgi”nin öneminin kavranmadığını düşündürten bir diğer  nokta da, yarışmacıların katılım nedenlerini çoğunlukla, eğlenmek veya maddi ihtiyaç gibi göstermeleri.

Devletin hatalı uslup ve uygulamalarının patlattığı görülen bu  toplumsal kalkışmaların, başta devlete bağlı kimilerince nazar gibi nitelendirilmesi veya buna dayandırılarak açıklanabilmesi, ortalama toplumsal aklın nerelerden nerelere zorlandığını gösteriyor. Özgürlük taleplerinden doğan kalkışmaları, nazara gelmek diye açıklamaya kalkan bir arabulucu aktörün, mizah kültürünün yenilemez gücünün yaratıcı çarklarıyla darmaduman olan karizması, çağa uygun gelişmelerde umutsuz olmamamız gerektiğini de gösteriyor.

Toplumumuza olan güvenimizi de arttıran bu arayışlarda gelişmiş aklın en büyük direnme gücünü mizahtan sağladığı söylenebiliriz.

Çeşitli yanlışlarla yürütülen yönetimsel tutum birikimleriyle patlayan toplumsal direnmelerin, parkların işgali ve meydanlardaki sessiz duruş çeşitlemelerinin dünya çapında artan etkisi, bilgi çağının önlenemez iletişimleriyle biçimleniyor.

Yapılan yanlışları bu gerçek üzerinden kavramayan iktidarlar nazar ve çekememezlik yorumuyla yanlışlarını sürdürdükçe içten ve dıştan  yükselen itirazları oyun komplo ve nazar değmesi diye okudukça, kendi yaptıkları kendilerine göre ne kadar ileri saysalar da çağın gerisine düşeceklerdir.
Sevgi Özkan



13 Haziran 2013 Perşembe


Çakma oluşumlarla doğru sonuçlar elde edilebilir mi?

 

Yapılan bir ölçümden  Gezi direnişi katılımında ortalama yaşın 28 olarak saptandığını öğreniyoruz. Daha önce "gençler" diye nitelenen ve çadırlarında uyurken şiddet uygulanan demokratik hak arayıcılarına neden "çocuklar" denmeye başlandığı düşündürtücü.

“Çocuklarınıza sahip çıkın. Onları sevdiğimiz için başlarına bir şey gelirse üzülürüz” diye anaokulu çocuklarına gösterilecek bir sevgi gösteren yöneticilerin, ne katılımcıları ne de istediklerini doğru kavramadıklarını gösteriyor.

Buna ilk sebep iktidarın icraat ve yönetiminde hikmet arayan taraftarların çocuklarının da o meydan da yer alma isteği ve orada oluşu. İkincisi masumiyet hakkının kavranmasına karşın bilgi ve yönetimin kendilerinde olduğunun altını çizme eğilimi.

Özellikle bazıları, çocuklarının itirazlarına karşı çıkmasalar da tedirginlik yaşamaları ve onların ortak itiraz kültürüne katılımından duyulan şaşkınlık, endişe ve gururlu bir saygı da denebilir..

Demokratik kitle gösterilerinde provokasyonlara, yanlış uygulamalardan doğan çatışmaların yol açtığında görüş birliği varken onların dışında yapılanın özgürlük ve kentin doğasına  sahip çıkma girişimleri olarak görmeme eğilimi. Onların dilinden konuşmayı da biliriz diyenlerin, katılımcıları velilerce gelip alınmasını beklenen yuva çocuklarına indirirken, bu itiraz ve özgürlük arayışını anlamak yerine cici çocuk muamelesi yapılmaya kalkılması, gençlerin dilinin yöneticilerce hala anlaşılmadığını gösteriyor .

Demokratik itiraz hakkını bedenlerini tehlikelere açarak sürdüren gerçek temsilciler yerine, temsilci diye seçtikleriyle görüşen ve  anlaşmaya varılmış hissi veren demeçler, yönetici tutumlarında çocuk oyalama taktiği güdüldüğü izlenimini arttırıyor. Tıpkı en sorumlu kent yöneticisinin, şafak vakti duygusal mesajlarla başlattığı girişimin, nasıl zıddı uygulamalara dönüştüğünün görülmesinden doğan aldatılma duygusu gibi.

Çakma temsilcilerle, çakma demokrasi algısı yarattıklarını anlamayanların, “Gezi”dekileri halk saymadıkları için, gezi parkına gidecek halkın isteği karşılanamıyor demeleri, demokrasi ve özgürlükten neyi anladıklarını gösteriyor ve de çözüm diye halk oylaması önermeleri çözümün de çakmasının gerçekleştirileceğini düşündürüyor.

Görüşmeye katılanlar kendilerini kimsenin temsilcisi saymadıklarını ve referandum fikrinin de kendilerine açıklanmadığını iletmelerine karşın bir uzlaşma sağlanmış gibi açıklamalar, yapılırsa oylamanın da nasıl olacağı ve nasıl yorumlanacağını şimdiden tüm dünyanın dikkatine sunuyor.
Samimiyet testinde çakanlarca samimi bir görüşme yapıldığının söylenmesi ve çoğu kişinin de bunu samimi bulmaması, güvenmemesinin söylenenlerle yapılanların birbirini yalanlaması deneyimleri dururken bu sorunun iç ve dış komployla oluştuğunu ileri sürmek, itirazları anlamaya çalışmak yerine bu yolu sürdürmenin çok yönlü ve farklı sonuçları olacağının yönetim yetkili ve sorumlularınca kavranması gerekir.
Sevgi Özkan

7 Haziran 2013 Cuma


Höt Zöt Kültürünün Küresel Demokrasiyle Savaşı? 

Höt/zöt kültürü dayakla terbiye mantığının sözel uygulaması olarak aynı caydırıcılık amacını taşıyor.

Bu kültürün egemen olduğu toplumlarda “adam olma” veya “adam etme”algısı, dövme, bağırıp, çağırma gibi şiddet uygulamaya kalkmak genellikle geçerli bir yol sanılıyor.

Hatalarını göremeyen ve kendi gücüne tapan yöneticiler, yanıldıklarını anladıkça davranışlarından vazgeçmek yerine sürdürerek sonuç almaya kalkıyorlar tıpkı iyileşme ümidiyle yanlış ilaca sarılanlar gibi. Sonuç alamadıkça ilacı bırakmak yerine dozunu arttırma yanlışı gibi baskıcı yönetimler de tepki gördükçe höt/zöt’uygulamayı çare sanıyorlar. Böylece yanlışlarını telafi edilemeyecek noktaya taşıyorlar.

Adı ve kurumsal yapıları demokrasi olmasına karşın, tek adamın istekleriyle yönetilen toplumlarda, olan bitenleri kendilerine yansıtıldığı kadar algılayan yöneticiler, tutumlarının yanlışlığını en son algılayan olabiliyor özellikle demokrasisi şöyle veya böyle işlemekte olan düzenlerde baskıcı yönetim tutumları er geç yıkamayacakları karşı duruşlara çarpıyor.

Küresel iletişimin tüm toplumlara şu veya bu şekilde ulaşan ortak aklı, dünyayı ve dünyalıları yanlış girişim ve tutumlardan kurtaracak bir dayanışma ortamı yaratabildiği için toplumlarda oluşan özgürlük ve demokrasi bilinci internet yurttaşlığı kavramıyla yaşama geçirileceğe benziyor. 
Sevgi Özkan 

2 Haziran 2013 Pazar


Son Anda Zıpladı Kurbağa

 

Yıllardır anlatılan ve toplumla haşlanmış kurbağa arasında paralellik kuran kurbağa teorisi, üç gün içinde tersine sonuçlandı.
Zira tam cansızlaşırken artan ısıyla zıplayan kurbağa haşlanmaktan kurtuldu.
Bu benzetmeyle açıklanan toplumu değiştirme girişimleri, her yeni çabayla aklımıza düşse de, yavaş yavaş unutuluyordu ki, toplumsal değişmede yavaş yavaş uygulanan otoriter girişimlerin arka arkaya gündeme sokulmasıyla kabın ısısı yükselince cansızlaşmaya başlayan kurbağa gibi zıplanıp uyuşmaktan kurtulundu.
Yani toplumsal reflekslerimizin yavaş yavaş duyarsızlaştığını sanırken, yöneticilerin stratejik zamanlamasından doğan taktik hata, en basit çevresel özgürlük isteğinde topluma yönelik şiddet uygulamasıyla birleşince önemli bir toplumsal canlanmaya yol açtı.
Şimdi bu uyanışa neden olan hatalarla, haşlamaya kalkanlar aynı zihniyete bağlı olunca her zamanki gibi kabaklar üç beş emir kulunun başında patlayacak. Yeni kurbağa arama girişimleri boşuna, elde uyuşacak kurbağa kalmadı. Geçmiş olsun (kurbağaya), Selam olsun bilinçli topluma. 

Sevgi Özkan

1 Haziran 2013 Cumartesi


Gerçek Fetih, İstanbul’lunun kentine sahip çıkmasıdır.

 

Gemilerle Haliç’e inmeden, biber gazına göğüs gerenler fethediyor İstanbul’u. Doğa ve özgürlük zararlılarına karşı şehri ve demokrasi  toplumca sahipleniliyor.  
Saptırılmaya açık bu gerçek toplumsal muhalefet’i, kışkırtıcı yönlendirmelerden korumak gerek.
Her yenilgide, en basit çevresel özgürlük isteğinde bile kendini değil muhalefet partilerini suçlayarak kondüsyon tutan iktidarın elinde geçerli bahane de kalmadı.

Sevgi Özkan