27 Mayıs 2011 Cuma

KORKALIM MI, UMUTLANALIM MI?

Avustralya 'daki bir üniversitede Lingodroid adıyla geliştirilen bir program sayesinde Robotlar,
birbirlerini anlayacaklarmış.

İnsanların kullandığı dille yüklenen bilgileri anlamayan robotların, bu programla geliştirilecek özel dil sayesinde birbirlerini anlamaları sağlanacakmış.

Geçenlerde buna benzer bir duyuruda da robotlar arası bir iletişim ağı kurulacağından bahsedilmişti. İlgililerin açıklamasına göre robotlar, oluşturulan veri tabanıyla bir mekanı bulabilecek ve birbirlerini herhangi bir mekana yönlendirebileceklermiş.

Dr. Ruth Schultz, "Robotlar arası dilin insanı devre dişi bırakması çok önemli, çünkü robotlar kendi ürettikleri kelimelerle insandan bağımsız olarak anlama yeteneğine sahip olacaklar."diyor.

Deney sırasında tekerlek üzerinde hareket eden robotlara kamera ve lazerli ölçüm cihazı ve kelime içeren bir harita takılmış. Bu olanaklara mikrofon ve kolon da eklenerek robotların bu donanımlarla birbirlerini yönlendirebilmeleri sağlanmış. Hatta Robotlar kendi kelimelerini de üreteceklermiş.

İnsanların günlük perspektifte pek de algılamadıkları bu gelişmeler, anlama ve hareket etme kapasitesi insandan bağımsızlaşan ve daha da gelişen bu makinelerle nasıl bir dünyaya doğru evrildiğimizi düşündürüyor.

Ülkelerin böyle bağımsız robotlar ordusuna sahip olduğu ve insanların onlara söz geçiremediği endişesi uzak bir olasılık olmaktan hızla çıkıyor.

Sibernetik bilminin devamlı geliştirdiği ve öngördüğü dünyada belki de insandan daha anlayışlı robotlara sahip olunabilecek.
Bu nedenle bu gelişmelere korkmalı mı sevinmeli mi karar vermek zorlaşıyor

İnsanlara laf anlatamazken bir de robotlara laf anlatmak sorunu, insanlar için yepyeni bir sorun olarak ufukta beliriyor.
Genellikle insanların birbirlerinin ne dediklerini anlamamalarıyla şekillenen toplumsal iletişime robotlarla anlaşmak için özel bir dil şartı da eklenince, Robot kafalı insanların dünyasına girmek, laf anlamaz kafalıların dünyasından daha umut verici olabilecek mi ?

Bu soruyu cevaplamamız oldukça yakındır gibime geliyor.

İnsan insana anlatamadıklarımızı anlayan bir robota sahip olacağımız veya robotça öğrenip robot taklidi yaparak aralarına karışacağımız bir yeni algı dünyasının karma düzenine mi doğru ilerliyoruz acaba?

Korkum, kendi eliyle oluşan gelişmelerle baş edemeyen insan aklının çaresizliğine düğümlenmekten ibaret değil.

Esas korkum, eski bir fıkra gibi anlatılan bazı davranış gerçekliğimizle ilgili.
İlk gördüğü bilgisayara soru sorma sırası gelince "ne var, ne yok?" diyerek robotun algı programını altüst edenlerimiz gibi şimdi de toplumsal sorunlarımızın hallini istemeye kalkarak depresyona sokacağımız robotlar olur mu endişesiyle ilgili.

Sevgi Özkan

18 Mayıs 2011 Çarşamba

CANNES FİLM FESTİVALİNDE ÇOCUK ve ŞİDDET TEMASI ÖNE ÇIKMIŞ

İnsanlık Gelişiminde Çocular ve Hakları gittikçe dikkat alanına giren konulardan olmaya başladı.
17 mayıs da Milliyette Vecdi Sayar Cannes film Festivali üzerine yazdığı yazı önemli bir gelişmeyi işaretliyordu.
Bu yıl çocuk ve şiddet temalı filmlerin çokluğuna dikkat çekerek Festivalin bu yıl ki temasının da  Çocuklar ve hakları diye tanımlanabileceğine değiniyordu.
İnsan hakları kavramı, insanlık gelişiminin uzun tarihine göre ne kadar yeni kavrandıysa çocuk hakları da o kadar yeni kavranıyor.
"insanlık" bu yolla gelişecek herhalde.
Şu anda çocuklar, doğanın doğal seleksiyonu dışında medeniyetin seleksiyonuyla da yaşamda varolup veya elenip duruyorlar.
Çağın varoluş problemlerinde olumlu biçimlenen çocukların dünyası daha farklı olacak.
Yaşayabilenler iyi yaşasın bari.
Tabii yeni gelecekler de.

Sevgi Özkan

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Dokunmayın İstanbul'umuza

İstanbul'u  Devlet Yetkililerinin çılgın projelerinden kim koruyacak?
Seçim ortamında art arda ileri sürülen çılgın şehirleşme projeleri, deprem olasılığından daha tedirgin edici olmaya başladı.
Gerçek İstanbul'lular için günden güne tanınmaz hale gelen bu şehri, babalarının malı gibi projeler üzerinden yeni görüşlere pazarlayanlar, ekolojik, tarihi ve sosyal yapıyı tahrib edecek fikirleri çılgın proje diye sundukça, pekçok alt yapı eksikliği artı trafik çaresizliğinden bunalmış insanların bu müjdeleri çıldırarak karşılamaları da an meselesi.
Mevcut alt yapısının bugüne yetmediği her yağmur ve selde ortaya çıkan sekizbin yıllık bu yerleşkeden ne isteniyor diye düşünmeden edemiyor insan.
68 lilerin köprüye de karşı olduğu argümanını çarpıtarak veren ve bu yeni girişimleri bu gerekçe ile sunmaya çalışanlar, doğruu yansıtmadıkları için bazı kafalarda etkili oluyorlar.
Oysa o zaman da köprü yapılmasın diyenlerin büyük bir kısmı ondan önce toplu taşımayı rahatlatmak için metro yapılsın diyerek karşı duruyorlardı. Bu görüşler günümüze çarpıtılarak aktarılınca geriye her girişime karşı çıkanlar köprüye de karşı çıkıyorlar savunması kaldı.
Köprünün sorun çözmediği ikinci ve üçüncü köprüleri çare olarak düşündürtmesiyle ortadayken hala rasyonel alt yapı yerine önceliği tartışılacak olan girişimler, dünyanın büyük buluşları gibi pazarlanabiliyor.
Deprem için gerekli çalişmaları yapmaya öncelik vermeyen sorumlular, parlak projelerle İstanbula yeni tehlikeler sunmaktan kaçınmıyorlar.
Bilimsel rasyonalitenin yanına uğramadan rant ve oy kaygısı ile ortaya sürülen çılgınlıklar gerçekten
korkutucu.
Marmaranın altından geçen ulaşımın neden tamamlanmadığını da düşününce allah böyle bilirkişi ve sorumlulardan İstanbul'u korusun diye dua etmekten başka çare kalmıyor.
Dokunmayın İstanbul'umuza.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

SİVİL TOPLUMDA ORTAK RUH'UN ÖNEMİ

Özel ve devlet sektörü dışında bir yapılanma olarak üçüncü Sektör de denen Sivil Toplum Kuruluşları(STK)kar amacı gütmeyen, günüllü ve ortak çalışma bilinci ve sosyal adab ile işleyen girişim alanlarıdır.

Bu kuruluşlar, toplumsal sorunların hallinde olduğu kadar demokrasinin, ortak çalışma kültürünün ve sosyal adabın gelişiminde de önemli işlevlere sahiptir.

Gençlere sivil toplum girişimi ve kültürünü kazandırmak çok önemli olduğu için STKlar bünyelerinde bulunan gençler için önemli bir görevi yerine getirirler.

Ortak çalışma, ortak fikir üretme ve bunlardan doğan ORTAK RUH çok önemlidir.

Ortak ruh oluşturmak, bir arada iş görme ve aynı dili konuşur hale gelme ve sürdürülebilir olma açısından çok yararlıdır.

Ortak ruhu yeşertemeyen STK’larda yapılanların şirket birlikteliklerden ayrımı kalmaz.

Kaldı ki şirketler bile verimliliği artırmak için ortak ruh oluşturma faaliyetlerine ayrıca yatırım yapma ihtiyacı duyarlar.

Yaş ve statü farkı gözetilmeden gönüllülük statüsünde bir araya gelen katılımcılar, iş görme ve ortak bir ideali paylaşmak üzere eşitlenmişlerdir.

Yine şirketlerden farklı bir yapıyla ast-üst ilişkilerinin yerini ortak ruhu geliştirici görev paylaşımı ve inisiyatifiyle, en çok da kendine sorumlu olan bireysel katılımcıların birlikteliğine dayanır.  
Gençler, resmi eğitimleri sırasında kazanamadıkları bazı sosyal kişilik yapılanmalarını, sivil toplumda kazanma fırsatı bulurlar.

Kendi fikirlerini açıklamak, birbirini anlamaya çalışmak, fikirsel farklılıkları kızmadan karşılamak, ortak sorumlulukları kavramak konularında eğitilerek daha bilinçli yurttaşlara dönüşürler.

Konuları ne olursa olsun sivil toplum katılımcıları, sivil girişimleriyle topluma sağladıkları artılara ilaveten demokratik anlayış, ortak ruh ve iş görme deneyimleriyle kişiliklerine de olumlu katkı sağlarlar.
Gençlere verilecek STK kültürü, bu nitelikler üzerinden biçimlenir.

Sevgi Özkan

10 Mayıs 2011 Salı

SİVİL TOPLUM VE SOSYAL TERBİYE,

SİVİL TOPLUM VE SOSYAL TERBİYE,

Sivil toplum kurumlarının özellikle üç ölçüt açısından önemli işleve sahip olduğu söylenebilir.

Birlikte çalışma kültürü, buna bağlı Sosyal adabın gelişimi
ve demokrasinin gelişimi.

Sivil toplum kuruluşlarının etkili olması, sorunların resmi kanallara doğru aktarımı ve çözümlerinde de yönlendirici gücü nedeniyle demokratik bakış ve katılımın gelişmesini sağlar.

Ortak çalışmada en dikkat gerektiren nokta, bireysel ve kurumsal ilişkilerin sürdürülmesini, sağlayan sosyal terbiyedir.

Ortak ve birlikte var olma ve paylaşımda emek ve fikirlerin değerini bilmek ve hakkını vermek de yine sosyal nezaket sınırları içinde gerçekleşebilir
Örneklerini toplumsal iletişimde sıkça gördüğümüz haberleşme,
kazaları, haber ve kaynak belirterek fikir ve emek kullanımı topluca sosyal terbiye başlığına girebilir.

Bu yüzden “Telif kültürü” nün gelişmediği toplumlarda sosyal nezaketin de tam gelişemediği söylenebilir.
Ülkemiz fikir ve emeği sahibinden izinsiz kullanma diye de tanımlayabileceğimiz intihal yani kendine mal etme (çalma) olgusunun yazın alanın dışında da oluştuğunu gösteren davranışlar
Bu sosyal nezaket algısının yeterince benimsenmemesiyle de ilişkilendirilebilir.

Fikri ve emeksel mülkiyetin en iyi değerlendirileceği alanlar da gönüllülük girişimi ile sürdürülen bu ortak çalışma alanlarıdır.

Bu nedenle sosyal terbiyenin toplumsal gelişiminde rol oynayan sivil toplum katılımcılığı gönüllülük bilincinin gelişmesinde önemli bir işleve sahiptir.

Her hataya kendi dışında bir neden göstermeye dayalı Mazeret kültürünün çok geçerli olduğu ülkemizi bu nedenle mazur görmek mantıklı olsa da doğru olmaz.

Hiyerarşik buyurganlığın geçerli olmaması gereken sivil kurumlarda
ortak iş görmenin sorumlu paylaşımı söz konusudur.
Bu nedenle sivil toplum sosyal terbiyesi, açık, şeffaf ve hak yememenin, patavatsız davranışlardan farkını kavramayı gerektiren birlikte var olma alanlarıdır ki iletişimde iki misli dikkat ve düşünce gerektirir.

Bu dikkat noktaları üzerinden yürütülen ortak iş görme fikir ve emek üretme çabaları daha sürdürülebilir olmakla kalmaz yaratıcılığın beslenip yeşermesine de olanak sağlar.
Demokratik hak algısının gelişmesi ve sosyal sorunların ortak girişimlerle çözülmesi kolaylaşır.

Ortak işin bir ucundan tutmanın sosyal sorumluluk algısına çevrilebilmesi, iş bölümü bilincinin buyurganlık ve dayatma davranışlarından arınarak benimsenmesiyle mümkün olur.
Sosyal nezaketin gerekliliği de burada kavranır. Bu da demokratik davranış kültürünün temelini oluşturur.
Sevgi Özkan

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Yeni nesillerin küresel vizyonlu "çevre kültürüé bilinci kazanmaları gittilçe önem kazanıyor.
Eğitim müfredatına dil ve din tartışmaları dışında ve hepsinden önemli olarak
zorunlu Çevrecilik dersleri eklenmeli.
Şok haber kültürünün allak bulak ettiği kafalara uzun vadeli ve yarını düşündürten çevrecilik olgusunu önemsetmek zor.
İleriye dönük tehlikeleri nasıl algılamadığımız İstanbul depremiyle ilgili tutumlarımızdan belli oluyor.
Ayrıca tehlike kavramına yanaşma biçimimiz de, başlıbaşına tehlike içeren yaygın bir davranışı modelliyor.
YYanlış yapanlar rın sergiledikleri bize birşey olmaz tavrı toplumca bilinmeyen bir sigortaya güvendiğimizi dayandığımızı gösteriyor.

Yanlışı bilebile yapma alışkanlığı doğru davranma kaygısını geçersiz kılmış gibi. Arabada kemer takmayı isteğe bağlı bir seçenk olarak algılayanların ileride dünyalı olarak başimıza gelecek olanlarda kendi sorumluluğunu kavraması mümkün mü? Tabii ki hayır.
İnşallah ve maşallah sigortasına dayandırılan bir yaşam biçimini kuşaktan kuşağa marifet gibi algılatmamız bu davranışı genetik kodlamış olmalı ki
bilinçli davrananlara anormal gözüyle bakılabiliyor.
Bireysel değerleri taşıma gücünün ortalama algıya yenik düştüğü toplumumuzda
aklın yaşamla mücadelesi çok zorlaşıyor.

3 Mayıs 2011 Salı

OECD'nin "Aileler Değişiyor"Raporuna göre Dört Çocuktan biri açmiş ve 1980'lerde yüzde kırk olan Kadınların Çalışma oranı 24.6 düzeyine inmiş.
Bu raporu devlet sorumluları nasıl okuyorlar acaba.
Üç çocuk diye ısrar ederek aslında geriye ancak üç çocuk kalacak mı demek istiyorlar.
Oysa daha yenilerde üç çocuklu bir ailenin 2.5 aylık üçüncü bebeği açlıktan öldü ve bu gerekçe Adli tıp Raporuyla saptandı.
Üç çocuk değil tek çocuğa bile bakamayanların var olduğu bir ülkede, iş ve sağlık olanakları sağlamakla sorumlu olanların üç cocuk siparişi vermeleri
yurttaşlarla alay etmek gibi
"Allah rızkını verir" avuntusuna sığınanlara kaç tanesinin diye sormak gerek.
Hanidir öz ve içerik özgünlüğü üzerinde düşünmekteydim.
28 Nisanda Radikal gazetesinde yayınlanan Serdar Kuzuloğlu'nun bu noktaya dikkat çeken yazısı hoşuma gitti.
İçerik üretmekle, içerik türetmek arasındaki farkı analiz eden yazısını onaylayarak okudum. Bu durumu, ben de İnternet entellektüelliği olarak ifade ediyorum.
Bilgiden düşünce üretmenin yerini bilgi parçacığı ve söylenti kaydından dedikodu türetip paylaşmanın aldığı bir kültürel iletişim biçimi yaygınlaşmış durumda.
Eskinin kulaktan kulağa oyununun yeni çeşitlemeleri yaşanıyor gibi.
Ünlü isimlere mal edilen şiir ve fikir yazıları gerçeği yansıtmasa da iletilip paylaşıla paylaşıla gerçek yerine kabul görür oldu.
Telif kültürü henüz tam benimsenmemiş bir toplumda gerçek sahibi güme giden bir genel kültür ve fikir ortamı doğuyor.
Bu eğreti bilgilerin paylaşımı bilgilenme alanını çöplüğe çevirmiş bulunuyor.
Yazma ihyiyacı arttikça konu ihtiyacı da artıyor. Ama düşünme ihtiyacı duyan yok gibi.
Asıl sorun bu sanal bilgilerle oluşan kamu oyunun dünya ve gerçekleri algılama yanılgısı.
Bu açıdan Kişisel sorumlulukların arttığını iyi kavramak ve peşine yığınları takan yanlış iletilerin aktarıtıcısı ve türeticisi olmamak gerekiyor.
Gerçek iletişim buradan doğacak.