20 Aralık 2015 Pazar

"EĞER"

Biliniyor ki:
Her şeyi oluşturan bir neden var.
Nedensellikler zincirine bağlı gelişiyor her şey.
Her konuda seçim ve kararlarımız geleceğimizi tayin ediyor.
Biz de zaten bazı seçim ve kararların ürünü olarak var oluyoruz.
Her olgunun bir güç tarafından yönetildiği veya"tanrı"tarafından belirlendiği kabulü, bu nedensellikler zincirine de "alın yazısı"olarak algılatıyor.
Düşünme ve karar vermenin önemi geleceğimizi tayin etmekle kalmıyor başkalarının geleceğini de belirleyebildiği gerçeği büyük bir sorumluluk bilinci oluşturuyor..
Gelinen yerden geriye bakıp eğer şöyle olmasaydı demek geçmişin kararlarından çok geleceği belirlese de seçimlerin bizim için en iyisi olduğundan emin olmak ancak yaşandıktan sonra algılanıyor.
Eğer, "eğer" demeseydik ne olurdu bunu bilmek çok zor.
Dinler, bu konuda zaten şahsı sorumlu tutmaktan çok tanrının dediği olur sonucunu çıkararak inananları rahatlatıyor ama sorumluluk bilincini tam geliştirmiyor.
O kadar ki bir çok kafa kendi düşünce ve seçimlerinin önemini kavrayamayıp hepsini  "Allah'ın dediği olur"a bağlayıp rahatlıyor.
Peki yaşanan bu kadar vahşet hangi nedenselliklerin son halkası ve baştan verilen kararsa kimin kararı? İnsanların kendi seçimleri için tek cevap "Allah akıl fikir versin"değildir her halde.
"Bu vahşeti tanrı mı istiyor?"sorusuna günah demeyi görev sayıp rahatlayanlar dışında nasıl bir cevap verilebilir?
Bu soruyu bilim uğraşıları, olguların tümden veya parçadan hareketle değişmez nedensellikleri üzerinden sonuçlarına ulaştırıyor.Ta ki halkaya yeni bir nedensellik bağı eklenene kadar değişmeyen doğruların üstünde yükseliyor.Yani nedenselliklerin nedenine dönük bir arayış.
Düşünme ve karar verme sorumluluğu insanlık bilincini yükselttikçe nedensellikler zinciri daha önem kazanacak .Bilim işte biraz da nedensellikler düzenlemesinin nasıl oluşturulabileceğinin cevabını arıyor.
Sevgi Özkan

17 Aralık 2015 Perşembe

KÜLTÜREL DEĞERLER ÇATIŞMASININ GELİŞME SAFHALARI

2006 da yazdığım ve Milliyet Gazetesinde Meral Tamer'in değerlendirdiği Kültür Çevirmenliği yazımın 2009 ve 2012 de tekrar yazdığım metinleri
ORTAK KÜLTÜREL DEĞERLERİN ÇEVİRMENLİĞİ ÜZERİNE
Farklı anlamlandırmalara sahip tarafların, aynı konuyu ortak
noktalar üzerinde tartışması sağlandığında, taraflar kendilerini haklı bulmaya devam ediyorlar. Yani kimse karşı tarafın gözüyle bakmayı gerçekleştirmiyor.
Bu da beklenen uzlaşma olasılığını ortadan kaldırıyor.
Yıllardır: insan hakkı, adalet, hak, hukuk, gibi insanlığın ortak kavramları üzerinden sergilenen ve sorgulanan davranışlarda rastlanan tablo çoğunlukla bu.
Kutsalları da farklı kültürlerde, tarafların birbirinin kutsalına yönelik girişimleri de farklı biçimlerde şekilleniyor.
Bu gerçek ortadayken sanki aynı şeyi söylemiyorlarmış gibi birbirleriyle kavgaya tutuşanların göremedikleri bu.
Ortak kavramların üzerinde mutabakat sağlamak gerekliliğini de yine bu çatışmalar ortaya çıkarıyor ki aslında “demokrasi” kavramının ortak algılama açısından test edildiği nokta da bu.
Daha önce Danimarka'dan başlayan ve Müslümanlarla, bazı batılıları karşı karşıya getiren karikatür krizinde yaşanan kutsallara saygı-fikir özgürlüğü kavgası, İsviçre'de yapılan Minare referandumuyla tekrar ortaya çıkacak hissi veriyor. Herkes böyle bir cepheleşme korkusunu dile getirir oldu.
Bugünün dünden farkı, artık her iki taraftaki akil kafaların bu tip çatışmaları demokratik insan hakkı açısından değerlendirme noktasında birleşmeleri.
Ama ne yazık ki bu noktaya her toplum veya her birey aynı anda gelmediği için durumu farklı algılayıp düşmanlık kategorisinde değerlendirenler, kendi algılarının savaşçılarını ve savaş alanlarını genişletmeye çalışıyor.
Öte yandan her olgu gibi çok yönlü gerçeklere dayanan bu gibi oluşumlar, kendini öteki üzerinden var edenlere bol bol malzeme de çıkarıp, cephe genişlemesine katkı sağlıyor.
Şimdi akil kafaların en önemli işi: olan bitenin ne olduğundan çok nasıl algılanabileceğini hesaba katan açıklamalar yapmak oluyor.
İnsanlığın ortak tartışmalardan doğru sonuçlar üretebilmeleri için
taraflara kendi kültürleri açısından durumu açıklayarak ortak kavramlarda buluşulmasını sağlayacak kültür çevirmenlerine ihtiyaç olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
Bu anlatının en etkili alanı da Medya olabileceğinden bu durumların taraflara doğru algılatılmasını sağlamak da yine Medya organlarına düşüyor.
Hirant Dink öldürüldüğünde kitlelerin ortak protesto sloganı olan “Hepimiz Ermeniyiz” sözünü o gün doğru algılamayanlar, bugün İsviçre'de Minare yasağına tepki için Hepimiz Müslümanız biçiminde gösterilen ortak duruşa ne diyorlar acaba.
Bugünü doğru okuyabilirler ise, işte o zaman nesnellik anlamındaki tarafsızlığın, hiçbir tarafı tutmamak değil, tuttuğu tarafın hatasına karşı çıkmak olduğunu anlamış olarak toplu çatışmaların önlenmesine katkı sağlayacaklar.
Bu tip olaylar da, gittikçe bir arada yaşamaya şu veya bu biçimde mahkum olan farklı kültürlerin, ortak kavramlarda birleşmesini sağlaması yönünden önemli olmaya başlıyor.
Sevgi Özkan

3 Kasım 2012 Cumartesi


YİNE "Kültür Çevirmenliği" ÜZERİNE,

İletişim teknolojisinin gelişimi, yaygın olarak paylaşıldıkça dünya hem daha küçülüyor, hem daha büyüyor.
Bu çağda en çok ihtiyaç duyulan şey, söylenen sözlerin kendilerini üreten kültürel paradigmaların içinde ve dışında nasıl anlaşılacağının hesaba katılması. Zira hiç bir mesaj kendi kitlesi ile sınırlı kalmıyor.
Daha önce yaşanılan karikatür krizinde de olduğu gibi yine kavramsal algılama farklılıklarından doğan yanlış anlamalar veya bu farklılığı bahane ederek, yanlış anlamaların büyütülmesi, kitleleri birbirine düşürüyor.
Birinin kutsalına dokunan bir söz, diğerinin söyleyen hakkında ölüm emri çıkarmasına giden çatışmalara yol açabiliyor.
Vaktiyle Salman Rüştü'nün yazdığı bir kitaptan ötürü başına gelenler: bir kişiye karşı koskoca bir dinsel topluluğun ayaklanması olarak yaşanmıştı. Şimdi bu çatışmalar, kişilerin ait olduğu kültürlerin doğal kitleleri arasındaki çatışmalara dönüşmeye başladı.
Aynı paradigmaya sahip kişiler arasında bile söylenen sözlerin dinlenmemesi ve ona bağlı olarak gerektiğince anlaşılmamasından doğan kör döğüşü çatışmalar, artık din kültürlerinin aidiyet blokları arasındaki çatışmalara dönüveriyor.
Papanın bir devlet adamı da olduğunu hesaba katmadan daha önce ders verdiği bir üniversitede yaptığı teolojik bir konuşma: haber kaynaklarınca içinden seçilen bir iki cümleyle koskoca bir Müslüman alemini ayağa kaldıracak bir söze dönüşüverdi.
Papa, sözlerinin böyle de yorumlanabileceğini hesaba katmadığı için ne kadar hatalı sayılacaksa, kendine Müslüman diyenlerin de kendilerine yönelik şiddete yatkınlık ön yargısını şiddet kullanarak yok etmeye kalkmalarıyla aynı biçimde hatalı sayılıyorlar.
Kimse kimseyi tam olarak anlamadan birbirine giriyor.
Kendi kutsallarına laf söyleyeni şiddetle yok etmekten başka bir davranışa şartlanmamış olan kitleler de, kendilerinin okuyup dinlemedikleri beyanlar hakkında kolayca şavaşa girebiliyorlar. Buna da medeniyetler çatışması deniyor.
Medeniyet sözünü bir kültürel gelişim blogu olarak alırsak, aslında taraflar gerçek anlamda tam bir medeniyet öncesi çatışma içindeler.
Bu nedenle kültür çevirmenliğine ihtiyaç olduğunun bir kere daha altını çizmeliyiz.
Kültür çevirmenliği, aynı sözün farklı kültürlerde aynı anlama gelmiyeceğini bazen en masum bir düşünce ifadesinin bir kültürün kutsalına dokunup, olay yaratabileceğini hesaplayıp ona göre ifade edilmesini sağlamaktır. En önemlisi kendimiz her söylediğimizi kendi öncüllerimizle iyi kurgulayıp açıklayarak, nasıl anlaşılacağını hesaba katarak konuşmak zorundayız.
Artık ne denildiği değil nasıl yorumlandığı daha önemli olan bir iletişim ortamının kaçınılmaz sonuçlarını yaşıyoruz.
Burada, ne kadar açıklanırsa açıklansın, anlama alt yapısı, söylenenleri gerektiği gibi anlamaya uygun olmayanların sayılarını da hesaba katınca en iyisi susmak diye düşünmemeli, tam tersine düşünerek konuşup düşünerek dinlemeyi ilke edinmek olmalı ki zaten bunun adına da diyalog deniyor.
Çağımızın temel problemlerinden biri de bu.

Sevgi Özkan

23 Kasım 2015 Pazartesi

DENSİZLİK ve BİLİM

İlk densizliğini 1999 depremini yakışıklı bir deprem diye nitelendirmesiyle göstermişti.
O günün hayhuyu içinde olsa olsa abartırken saçmalamış dense de çok üzerinde durulmamıştı..
Daha sonra savunduğu şeyleri, tarafsızlık adına duygusuz ve oksimoron değerlendirmeleri, bilimsel çoşku (!) gibi görülmeye başlansa da densizlik tarafı ağır bastığı açığa çıktıkça itici olmaya başladı.
Savunduğu doğruları densizlikleri alıp götürmeye başladı.
Son marifeti, kendisiyle yapılan Pazar söyleşisinde "insan dışkısı yedirmek işkence değildir."demesi oldu.
Sosyal bilim eğitimi almamış ve sosyal bilimleri bilimden saymayan bir takım fenci(!)kafali bazı sözüm ona 'bilimsel'lerin bu tür insani duyguları kenara bırakan sözüm ona tarafsız gerçekçiliği, toplum gözünde bilimi de,"aydın" kavramını da eksilendiren en önemli niteliklerden.
Bilimsel doğruları kullanma hoyratlığı ve kavramları birbirine karıştırma özensizliği ve herkesi küçümseyen çok bilmişliği biraraya toplayan bu özellikler bilime  de, insana da saygısızlıktan öte bir anlam ifade etmiyor.
Kendi alanındaki başarılı kariyerini bile tartışmaya açan bu oto kontrolsuz ifadeler, kendi açısından ne kadar haklı görülse de, kimsenin doğru olarak savunabileceği şeyler değil. Bırakın insan dışkısını insana zorla bir şeyin yedirilmesi bile insan hakları açısından işkencedir.
Şımarık, toplum gerçeklerinden uzak ve bilmedikleri alanlara da burnunu sokan bu densizlikler zaten cehalet pervasızlığından geçilmeyen ülkemizde en çok Cahilleri rahatlatıyor.
Sevgi Özkan

5 Kasım 2015 Perşembe

Grup niteliklerine göre biçimlenen Liderlik algıları.

Lider, başına geçtiği kitlenin "değerler bütünü" ile örtüşen onaylarla var oluyor.
Toplumların değerler tablosu üzerinden liderler çıkıyor. 
Bu tanımlamanın en çarpıcı örneği ve bir anlamda en etkili liderleri mafya liderleridir. 
Mafya liderleri yasa dışı zorba raconları ile varlık gösteren baskı gruplarının yöneticisidir.
Siyasi partilerde seçmenlerin genel değer ve düşüncelerini temsil eden siyasi grupların başkanları olarak bu işleyişin lideri oluyor

Prof. Dr.Yılmaz Esmer'in belirli aralarla gerçekleştirdiği Uluslararası Karşılaştırmalı Değerler Ölçümünde ülkemizi diğer ülkelerden ayıran en başat özellik "güvensizlik" duygusu olarak saptanmış. Kimseye güvenmeyen insanlar topluluğuyuz. 

"Babana bile güvenmeyeceksin" deyiminin da gösterdiği gibi kimsenin kimseye güvenmediği bir toplumun parti liderleri de, en çok kendi partisi tarafından kabul görüp, güvenilir oluyor.
Yani Siyasi liderin yapıp ettikleri hem kendinin hem de temsilcisi olduğu grubun neleri onayladığının göstergesi.
Böyle bakınca CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun şahsında taşıdığı toleranslı, dürüst, kibar, demokrat, saygılı, karşısındakini dinleyen, çalışkan, fedakar, oyunu kuralına göre oynayan, yasa dışına çıkmayan, Cumhuriyet değerlerine ve parlamenter rejime saygı gibi nitelikleriyle, aslında toplumun kutsadığı bu değerleri önemseyen insanlar için önemli bir başkan ve liderdir. 
Kısaca her lider kendisine layık olanın temsilcisidir. 
CHP'nin oylarının %25, olsa olsa %30 dan öte gidemeyeceği gerçeğini de büyük oranda bu ölçüler belirlerken, aynı zamanda bu değerlerin toplumun %kaçınca benimsendiğini de gösterir nitelikler olduğu unutmamak gerekir. 
Son derece orantısız şartlarda ve devlet gücünün olanaklarından yararlandırılmayan bir seçimde muhalefetin yüksek oy alamamasını liderlere ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun liderliğine bağlama alışkanlığıyla yetinmenin anlamsızlığı ortada. 
AGİT'in, bile adil değil raporu verdiği ve daha önce rakamlarla nasıl oynadıklarını itiraf eden AKP lilerin varlığı ve bu konuda her türlü tedbir alınmasına karşın mevcut bazı işaretleri dikkate almayıp bu oyların nasıl kazanıldığının üstünde durmamak tam bir aymazlık sayılmaz mı?Hele resmi sonuçları bile beklemeden seçim sonuçlarını baz alarak muhalefet liderleriyle uğraşmayı yeterli gören seçim analizcilerinin bilgi ve bilinç seviyesi daha çok tartışılması gereken önemli bir konudur. 
Sevgi Özkan

25 Ekim 2015 Pazar

KOYUN OLMAYALIM, OLACAKSAK KEÇİ OLALIM
Bilindiği gibi, "koyun", itaatle özdeşleşen bir pasifliği çağrıştırır. Tıpkı keçinin inatla özdeşleşerek özgürlüğü çağrıştırması gibi
O nedenle, insanların ortalama davranış karakteristikleri de, koyun gibi olanlarla, keçi gibi olanlar, farklı imajlar yaratır.
Koyun gibi olanlar, genellikle sürü güdüsüyle davranır, biri bir yerden atlayınca hepsi atlar.
Keçi ise başına buyruk olup, alıp başını gider, olmadık tepelere tırmanır ve bunun bedelini de gerekirse tek başına öder.
Oraya nasıl çıktığına hayret ettirecek dağ yamacında otlayan bir keçi gibi yamaçlarda tek başına bir koyuna rastlamak pek mümkün değildir.
Zira koyun başını alıp gitmeye kalkmadan, sürüye boyun eğerken, keçi sürüyü de çobanı da takmadan kendi bildiğini yapmaya kalkandır..
İnsanların koyunluk ve keçilik sıfatları da davranış biçimlerini yansıtır.
Ya koyun olup her hangi bir seçim yapmadan buyuranın ardından gidecek veya keçi olup özgürlüğü seçecektir.
Seçim sizin elinizde.
SEVGİ ÖZKAN

12 Ekim 2015 Pazartesi

YAPABİLİRİZ.

Canlı bombalı katliamın acısı ufukları karartıyor.

Bu kadar insanın ölümünden doğan acının yanında bu yitirdiğimiz yurttaşlarımızın öldükleriyle kalmamalarını sağlamanın görevimiz olduğunu da iyi kavramak gerek.

Ülkemizin puslu tuzaklı Ortadoğu kültürüne saplanmasını önleyen ortak davranışlarda bulunmak, bu yönde çaba sarf etmek kaçınılmaz bir görev. 

Umut ise şu anda gıptayla baktığımız bizi örnekleyerek bizden ileri giden TUNUS gibi ülkelerin yapabildiklerini iyi anlamakta. 
Bundan manevi dayanışma desteği almak çok önemli 

Tunus'ta"Ulusal Dıyalog Dörtlüsü" adıyla dört farklı partinin bir anlaşma zemini sağladıkları siyasi pratik için NOBEL Barış ödülü almaları, şu acı ve karanlık günlerde Kimya ödülü alan bir yurttaşımız Aziz Sancar'dan sonra umut ve sevinç veren ikinci haber.

Biz de, kuruluşundan bu yana gelişmekte olan ülkelere çeşitli yönleriyle rol modeli olan Demokratik, Laik Cumhuriyetimizin nimetlerinden yararlanarak onu yaşatmaya çalışanlara karşı yıkmayı misyon edinenlerin politik baskı sarmalından demokratik düzen içinde kurtulmayı sağlayan bir mücadele yürütebiliriz.

Yoksa iç savaş ve kaos ortamında ne demokrasi yaşatılabilir ne de cumhuriyet. 

Kılıçdaroğlu'nun samimi ve ağırbaşlı ve de diyalog sağlayıcı tavrı ve moderatörlüğü bu anlamda değerlendirilmesi gereken çok önemli bir fırsat.

Cumhuriyetimiz kurulduktan sonra Atatürk'ü örnek alan liderleri Burgiba'yla, sağlam temellerde gelişmeye başlayan, pek çok savaşım ve son olarak Arap Baharıyla demokrasiden ayrılmamayı sağlayıp görece daha başarılı bir yere gelen ve NOBEL Barış Ödülünü almayı sağlayan TUNUS'un siyasi pratikleri bize de umut ve örnek olmalı. 

Bunu dilemek kendimizden ne kadar eksilendiğimizi göstermez. 
Tersine aklımızı başımıza toplamamızı sağlayan bir işaret olarak değerlendirilebilir. 
EVET daha önce de yaptığımız gibi tekrar yapabilir, Cumhuriyetle atılan sağlam zemine ancak demokrasi içinde dönerek kurtulabiliriz.
Yapabiliriz.

Sevgi Özkan

17 Eylül 2015 Perşembe

“TARAFSIZ”LIK, TARAFSIZLIĞI.

Pek çok toplumsal sorun alanlarında yaşadıklarımızın özü, hatalı mantıkla yorumlanan kavramların yanlış sonuçlar üretmesinden kaynaklanıyor denebilir.Bunun bazıları kasıtlı bazıları anlama ve demokratlık algısının niteliğiyle de ilgili olabilir.
“Tarafsızlık”, birbiriyle çatışmalı iki taraftan birini tutmak yerine hiçbir tarafı tutmamak anlamındadır.
Aslında bu daha çok nötr olmak yani hiç bir tarafı seçmemek anlamında kullanılır. 
Ama tarafsızlıkla amaçlanan şey o kişinin kendi seçimine karşın tarafsız davranması ise, orada toplumsal bir temsil söz konusu demektir ve bu da kendi fikir ve duygularına karşın her görüş ve duyguya eşit uzaklıkta yani tarafsızca yaklaşma gerekliliğini yerine getirmek anlamındadır.
Toplumların yönetim sorumlularının tarafsızlığı ise kendi taraftarlığını yönetim işine karıştırmama adaletini sağlama sorumluluğu anlamındadır.
Mesela devlet başkanı olarak  Cumhurbaşkanının anayasal olarak tanımlanmış görevinin TARAFSIZLIĞI, partiler üstü bir tutumla tüm yurttaşlara kendi taraftarlığının dışında eşit mesafede durmak ve eşit hakların işlemesini sağlamak olarak nitelendirilir. 
Kendisini halkın seçmesi, bu gerekçeyi kabul ettiğini göstermesi açısından daha da önemlidir.
Böyle olmadığı itirazlarına gerekçe olarak ileri sürülen:“ne yapsın kendi geldiği veya kurduğu partiye karşı tarafsız olamaz”demek, tarafsızlığın bu biçimde algılanmasını doğruymuş gibi savunmak anlamına gelir ki: bunun doğru olmadığı, kavramın kendisine ters düşmesi ve yasaların böyle olmadığından bellidir.
Mevcut anayasa hükümleri ve makamın varoluş amacı, tüm yurttaşlara eşit mesafede durabilmeyi vaat ettiren yeminlerle sağlanırken, edilen bu yeminler boşuna değilse, TARAFSIZLIK yerine getirilmesi gereken kutsal bir vaatse, bu argüman geçerli olamaz.

Zaten, bu makamın cezai dokunulmazlığı da, bu “tarafsızlık” şartının kabulüne bağlı olarak anlam kazanıyor.
Sevgi 

10 Eylül 2015 Perşembe

"NEDENSELLİK"Zincirinin temel Sorumlu Halkaları.
“İnsanlık”, insana dair süre gelen değişim ve gelişimlerin en sorumlu halkasına yüklenen bir anlam.
Ortaya çıkan her şey, birbirinden doğan nedenlerin sonuçlarının toplamı dersek, bu zincirlerin ana sorumluluk halkaları, sonucu belirleyici olmaları yönünden önemli.
İnsan hakları, çocuk hakları, hayvan hakları gibi küresel insani haklar açısından sorumlu devlet yönetimleri nedensellik zincirinin gelişiminde önemli bir halka.
Ekonomik veya siyasal rantların peşinde yurttaşlarının yaşama, eğitim, sağlık vs gibi doğuştan kazanılmış haklarını gözden çıkaran yönetim sorumluları, en büyük sorumsuz halkayı oluşturuyor.
Şu an tüm dünyada doğasal, iklimsel, siyasal çatışma, işsizlik ve çeşitli nedenlerle evlerinden yurtlarından olan insanların, yığınlar halinde göçer hale gelmesi başta yerleşik düzenler olmak üzere tüm toplumları maddi manevi etkilemekte.
Coğrafi keşifler ve Sömürgecilik döneminin birikimleri üzerine kurulan medeni dünyanın yarattığı gelişmişlikten artık sadece o dünyanın insanları değil her dünyalı payını almak istiyor. Sanki tersine bir coğrafi keşif kalkışması söz konusu. Küreselleşme olgusuyla koskoca bir köye dönen gezegenin ahalisinin yaşamsal problemleri lokal etkilerin dışında her yeri ve toplumları etkiliyor.
Artık hiçbir gelişmişlik kendi sınırlarını çevirip rahat ve ulaşılmaz alanlar yaratma özgürlüğüne sahip değil.
Gezegen ahalisi ayaklandı bir kere. Bilişim teknolojisindeki gelişimle sanal üzerinden her şeyi simüle eden dünyalılar, gerçeğin kendisine ulaşmayı ve orada var olmayı diliyor.
Bu yurtsuzluk durumu, genel paylaşımdan kendine düşenle yetinmeye baş kaldıran ve zaten yaşadığı şartlarda varlığını sürdürme olanağı ortadan kalkan insanların, her engele rağmen özlemini çektiği o medeni dünyaya ulaşma isteğini hiçbir devlet veya devletler birlikteliği veya kurumları önleyemiyor.
Sonuç bu dünya tüm kültürlerin birbiriyle bir arada yaşamasını demokratik olarak sağlayacak bir küresel düzene kavuşmadan bu yersiz yurtsuz devinim artarak sürecek.
Şimdilik vicdanları bu tür bölüşümlere zorlayan masum bebek cesetleri, küresel bir duyarlılık yaratıyor.
Sayıları arttıkça duyarsızlığa da dönüşebilen bu insani dramları, sadece duygusal tepkiler veren değil, ancak akılsal çözümlere zorlayan bir gelişmiş insanlık bilinci kurtarabilir.
Sevgi Özkan


2 Eylül 2015 Çarşamba

SORUN NEREDE?

Bütünsel bakışla, ipin ucunu yakalamak için yapılan "Sorun nerede?"arayışları, çoğu kez, genel beğeniye dayalı ürkütücü bir cahillik onayıyla oluşan bir tabloya ulaşıyor.
Oyunu kuralına göre oynamaya ve demokrasi kültürü açısından bakınca bu yatkınlıkta olanların genelin yüzde 25'ini oluşturan bir toplumsal düzende, sorunun partiler kadar bu nitelikte seçmenin sayısal yetersizliğinden kaynaklandığı izlenimi oluşuyor.
Bunun altında toplumsal yönden insani gelişmişlik algı ve anlayışındaki gelişmemişlik gerçeğinin yattığını düşünmek mümkün. 
Zira, sorun, özünde düşünsel yönden gelişmiş aklın yaşam pratikleriyle ilişkisinde ortaya çıkan pasiflik yani antidinamizmle ilgili.
Sadece teknik yönden gelişmiş insan zihni, yine teknik gelişimin ürünü akıllı aletlere eklemlenerek görece ileri bir yaşam düzeyi oluştursa da, ardında gelişmiş düşünsellik yoksa, bireysel ve toplumsal bir insani gelişme sağlanamıyor.
Akıllı aletlerle sağlanan beceri takviyeli yaşam pratiğinin yarattığı toplumsal ortam, tüm yaşamı kavratacak gelişimi sağlamadığı sürece, toplumsal gelişmenin ortalaması yükselmiyor.
Düşünsel gelişmişliğe ait hukuk ve demokrasi duyarlılığı yönünden eğitilmemiş birey ve toplumların gelişmişlik ortalaması yükselmedikçe, sadece akıllı aletlere monte yaşamlar, yaşanacak bir düzen yaratmaktan çok, kaos kültürüne mahkum gerçek anlamda düşüncesi eğitilmemiş insan yığınları oluşturuyor.
En ileri teknikli telefon ve arabaların içinde trafik kaosu ve baskıcı insani ilişkilere mahkum olanların gelişmişlik hüsranları, önemli bir yaşamsal çelişki gerçeği.
Toplumsal duyarlılığı bireysel çıkar ve gelişmemişlik seviyesinden ileriye evrilmeyen ve en ileri hedefi amacı dışına taşmış bir dini eğitim gibi algılayanlarla yönetilen toplumların yeni nesillerle biçimlenen geleceği de toplumu bu seviyeye mahkum ediyor. 
Çünkü bu toplumda, düşünsel gelişmişliğin yüzde 25'lik oyuyla maalesef iktidarlı yönetim sağlanamıyor. Zira konuşma ve düşün dili çok farklı. 
Yaşanan ortamı geliştirmek yerine geren ve allak bullak yönetimden sorumlular dururken muhalefete kusur bulmakla yetinen ve bunu demokratlık ve aydın olma gereği sanan bireyler 
ilk kusuru kendi algı ve tutumlarında aramalılar. İpin ucu burada olabilir. 

Sevgi Özkan

18 Ağustos 2015 Salı

Yaşlılık algısında değişen en önemli etken, "zaman"ı algılama biçimi.
Yaşamdan çıkış öncesi son mola olan yaşlılık genellikle organizmadaki ağırlaşmayı pekiştiren bir yorgunluğu giderme süresi gibi algılanıyor
"Bu yaştan sonra", "Artık unumu eledim eleği duvara astım"gibi ifadelendirilen yaşlılık dönemi yorumları, insanların yaşlılığı algılama biçimlerinin de özeti gibi.
Yaşlılık eylemsizliğini, geçmişte yaşayarak telafi eden bedenler, hareketsizliği tercih ederek zaman algısının saatten bağımsız işlemesine yol açabilir.
Yapılacak ciddi bir işin veya peşinden gidilecek ciddi bir amacın olmaması günlük saat algısını da "zamansız"laştırınca, geçmişte yapılanlarla oyalanmayı arttıran pasiflik, insanların sığındıkları bir mazeret kılıfına dönüşüyor.
Oysa insanlar her gün yeni olarak dünyaya baksalar, Yeni "bir şey" için harekete geçiyor olsalar, mesela hiç yaşamadıkları şeyleri merak edip ona ulaşma yollarını arasalar, organizmanın pasifliğini de dinamize edebilirler.
Zira yeni bir şey öğrenmeyi, bu saatten sonra ne yapacağım diye kenara itince dünyayı  kısır bir algıyla soluyarak yaşlanmayı arttırırlar.
Unutulmamalı ki insanlar yaşamadıkları her şey için genç, yaşadıkları her şey için yaşlıdırlar. Hatta yaşadıkları heyecanları anlatırken gençleşir bitince eski hallerine dönerler. Bu da yaşlılığın beyinden gelen komutlarla pekiştiğinin işaretidir.
Ömür boyu öğrenme merakını koruyan ve bu doğrultuda çabalayanlar için dünya her zaman ilginç . ve yaşama amacı oluşturucudur..
Aslında yaşlılarla gençler arasındaki temel fark aynı dünyayı yaşlılarla gençlerin algılama farkından ileri gelir.
Bu da, yaşlıların, devamlı değişmekte olan dünyayı eski gibi algılarken, gençlerin yeni gibi algılamalarından oluşan bir farktır. Oysa "Dünya" aynı dünyadır
Bu değişmez algısal çelişkiyi kavrayan insan, yaşam amacı meraka bağlanmış genç bir insana dönüşür.
Peki eskiyen organizmanın başa açtığı dertler ne olacak sorusuna da bilimsel ilerlemeler, insanlara yeni olanaklar sundukça restore edilmiş beyin ve kafalarıyla yaşsız yaşayan insanlar dünyası oluşabilir.
Fantezi deyip geçenler insanlık serüveninin fanteziler üzerinden ilerlediğini hatırlamalılar.
Siz kendinizi canlı ve yaşsız duyarsanız yaşa bağlı engellerinizi de daha kolay aşma gücüne kavuşabilirsiniz.
Sevgi Özkan

6 Ağustos 2015 Perşembe

Yakın MI?
İnsan aklının ürünü yapay zeka geliştikçe insan aklı geriliyor.
Son yapılan araştırmalara göre insan zekasının IQ su gerilediği saptanmış.
Yapay zeka ve otomasyon destekli yaşamların devamlı kaza üreten bir ortak akıl oluşturduğunu her gün çeşitli alanlarda da görmekteyiz zaten..
İnsanlar artık akıllı aletlere monte olmuş gibi yaşıyor. Onun komutlarıyla hareket ediyor ve oyalanıyor. 
Düşünme yeteneğini de bu aletlere devretmiş gibi. 
O, sadece bu aletleri kullanmayı(!)düşünüyor Aslında ise aletler insanları kullanıyor.
Neredeyse yaşamların bağlandığı birer destek ünitesine dönen yapay zekaların yönlendirdiği bir dünyada artık nasıl yaşanacak sorunu zihinleri meşgul etmeye başladı
Tek boyutlu düşünmeye kodlanmış, bütüncül düşünemeyen insan türünün aklı artık yeterince gelişemiyor. 
Birbirine bağlı nedenselliklerin toplamından oluşan çok yönlü olguların oluşturduğu yaşamı tam anlamıyla kavramayan bu akıl, günden güne kodladığı akıllı aletlerin güdümlediği dünyanın dışında kalmaya başlıyor.
Gelişen tek şey, bu yapay zekaların yönetmeye başladığı dünyada nasıl var olacağım korku ve endişesi.
Sanal sosyallik gerçek sosyal yaşamın sağladığı insani gelişmeleri telafi etmekten uzaklaştıkça, herkes kendi galaksisine kapanıyor.
Günden güne gelişen görüntüleme teknikleriyle eskiye göre tüm fonksiyonları izlenen insan bedeni ve beyninin bu yeni yaşam için nasıl eğitileceği günden güne önemli konulardan biri haline geliyor.
Robotlara ahlak öğretiminin gündemde olduğu ve katil robotların nasıl bir soruna dönüşeceği, ilgili bilim adamları için bugünün en önemli konuları arasında sayılıyor.
Bizim gibi gelişmekte olan toplumlarda içinde yoğrulduğumuz toplum ve ülke problemleri, bu gelişmeleri ütopik ve uzak bir zaman dilimine ait gibi düşündürtse de sorun, insan varlığının devamı açısından hafife alınacak gibi değil.. 
İnsanların, birbirine laf anlatamadığı bir dünyada, laf anlamayan robotlarla nasıl bir yaşama maruz kalınacağı tahmin etmek zor değil.
Şu anda en büyük umut, birbirini doğru anlamaya programlanmış robotların pek çok şeyi düzelteceği umudu. Bunlara uygun kodlanmış bir insan beynine ulaşılırsa belki, insanların algı ve zihninin bir üst dereceye yükselerek bugünkü işleyişinden kurtulması mümkün olabilir. 
Günümüz insan aklının doğurduğu sorunların çok ilkel kalacağı dönem ne kadar yakın, şu anda bu da önemli bir sorun.
Yakın mıdır acaba?
Bilmiyorum ama umut ediyorum.
Sevgi Özkan

30 Haziran 2015 Salı

ÇÖZÜMSÜZLÜK ÜZERİNE.
Şu anda durumsal ve düşünsel bir açmaz içindeyiz.
Seçimle oluşan sonuç devamında çok yönlü bir açmazı ortaya çıkardı. Hiçbir parti tek başına iktidar olamayacağı ve hiçbir parti azınlık hükümetini yürütemeyeceği için koalisyon kurulmak zorunda. Ama kimle kim koalisyon yapacak diye düşünülünce açmazlara saplanılıyor.
Çözümsüzlüğü hiç bu kadar hissetmemiştik. Çoğul konuşmamın nedeni pek çok kişinin bu duyguyu paylaşmasıyla ilgili.
Seçim sonuçlarını muhalif cephe dayanışmasıyla giderilecek bir sonuç olarak okumuş umutlanmış pek çok insan şimdi büyük bir seçeneksizlik duygusuyla karşı karşıya..
Koalisyon şartlarını herkes için AKP ile zorunlu bir arama haline getiren tavırların başında MHP' nin tutumu geliyor. İlk baştan muhalefette kalmayı seçip, erken seçim diyerek meydan okuması ve ardından en medeni tepkilere bile haşin ve siyasi nezaket sınırı dışına çıkan cevaplar vermesi durumun gidişatını umut olmaktan çıkardı. Ve de sonunda belki bu koalisyonun bir parçası olacak gibi düşündürten tutumları da garip bir çözümsüzlük ortamı sağlıyor..
Daha önce de Tayyip Erdoğan'ın tepki doğuran davranışlarına karşı parlementoda oluşan toplu karşı duruşları oylamada son anda bozan girişimleriyle gösterdiği davranış sicili, şu anki durumu  hepimiz için umut olmaktan çıkarıp açmaz haline getiren başka bir etken.
CHP'nin durumu birkaç yönlü okunarak farklı sonuçlara varılabilse de genel algı ve değerlendirmeler bu durumu da baştan olmazlar arasına çekiyor.
İktidarı boyunca AKPnin kurallara uymayan kaçak güreşen son dakika gollerini politik başarı sayan tutumlarına engel olabildiği ölçüde Cumhuriyetimizin zarar görmesini önleyen bir parti olması ülkemiz için önemli bir şans olmuştur.
Çünkü belli bir başkanın ihtirasları peşinde yasalara uymak yerine sakıncalı sakıncasız her teklifi aynı pakette oylatan bir iktidarın oyunlarıyla olabildiğince başetmek ve belki de mecliste olmasa bugün çok daha kötü bir duruma düşecek ülkeyi kurtarmak hep CHPye düşmüştür.
CHP zihniyetini onaylayan kesimin %25'i geçmemesi de, bu durumlarla açıklanabilecek gerçeklere dayanmaktadır. Bunu iktidar olamama gibi açıklamayı benimseyenlerin ülke yararına olan ölçüleri kendi menfaatleriyle sınırlı olanların görmediği temel gerçek de bu olabilir.
İktidar partisiyle koalisyon yaparken altta yatan temel eğilim de, iktidarın koalisyon yoluyla yapacağı hataların ve bu yolla ülkenin ve cumhuriyetin kurumlarının zarar görmesinin önlenmesi gözetilerek razı olunması yine CHPye düşen bir fedakarlık olarak da okunabilir. Yani CHP AKPye koltuk değneği olmayacak eğer bir destek söz konusuysa rejimin koltuk değneği olacaktır.
Bunun böyle okumayı gerektiren bir açmazda yaşadığımızı erken seçim veya asla mümkün olmayan diğer koalisyon  ortaklıklarına rağmen kötünün iyisi olarak tercih edilmesi söz konusu olabilir.
Kısaca Politik girişimlerde oyunu kuralına göre oynayan, ülkenin ve rejimin çıkarını düşünenlerin denemeyi göze alacağı bir durum diye bakılabilir. Ama ilk tepkiyi de yine bu partiye yapacak pekçok seçmenin varlığı da gerçeğin öteki yüzü.
En önemli gerçek, şu anda tekrar harekete geçen tek kişinin oyunlarıyla yürütülen bir ülke olmaktan kurtulmanın yolu bulunmalı.
Sevgi Özkan

17 Haziran 2015 Çarşamba

Süleyman Demirel de öldü.
Ölmeme ayrıcalığı kimse de olmadığı halde burada kullanılan 'de' hep kalıcı olacağını sanan politikacılık anlayışı ile ilgili. 
30 yılda devlet adamı olgunluğuna yükselen bir tavır sergilemesiyle eksileri unutulsa da tün gelişimine karşın düzeltilemeyecek, affedilemeyecek ve unutulmayacak yanlışların kaydı silinmiyor.
Demirel'in, altmışlarda asılan üç politikacıya karşı yetmişlerde üç devrimci gencin asılmasıyla sağlanmaya çalışılan o intikamcı performansı da bugün geriye dönüp bakıldığında maalesef silinemeyen bir eksidir.
Özal'ın yapıp ettiklerinin onun hatalarını unutturan niteliği, o dönemde gösterdiği devlet adamlığı anlayışı ve daha sonra özellikle partneri Erdal İnönü ile sergilediği yönetim performansı kendisinin artılarını çoğaltmış ve son dönemlerde başvurulan bir bilge haline dönüşmüş olması ne yazık kı bu yanlışı silmemekte.
Bugün, hem Demirel hem de Özal'ın hatalarını aratacak yönetimden sorumlu olanlar için kendi hırsları ve hatalarını durup düşünmelerine yarayacak önemli bir fırsat olabilir.
Sevgi Özkan

11 Haziran 2015 Perşembe

Erken Seçim Neyi Değiştirir ki?
Yönetimin tek taraflı propoganda düzenlemeleriyle iktidarın ancak bu oranı sağladığı seçim sonuçlarının belki de bu baskılar olmasaydı, seçim hilelerinin eskiye göre önlemeye çalışılsa da seçim öncesi merkez medyaya uygulanan baskı ve önleme metodlarıyla sağlanan bu kırklık oranın daha düşük olacağı açık. 
Devletin tüm olanaklarını kullanarak tek taraflı yapılan kendi kendilerinin reklamıyla sağlanan bu sonuç ortadayken çeşitli düzenlemelerle erken seçimin konu edilmesinin mantıksal tutarsızlığı da ortada.
İktidar kanadının yeni bir seçimden medet umması kendi yaptıklarını hala yapabilecekleri yanılsamasına mı eski gücünü kaybetmenin çaresizliğine mi bağlanabilir tam belli değil ama bu hatalar ortadayken erken seçim neyi sağlar? 
Olsa olsa bu kırkı tekrar sağlamak şöyle dursun kendi parçalanışlarının ilanı olarak sonuçlanır.
"Millet bize dinlen dedi" gibi yorumlar da istenmediklerini hala görmeyenlerin eski hatalara devam edeceklerinin teminatı sayıldığının da yeterince anlaşılmadığının işareti.
Milletin bu iktidarın istememesinin pek çok nedeni içinde en önemlisinin de, her şeyi kendine bağlamış bir kişinin herşeyi kendi emellerine alet etmesinin vatandaşta yarattığı tepki olduğu çok açık. 
Ayrıca devletler arası hukuk yönünden suç sayılacak başka girişimlerin er geç yaptırım oluşturacağı son derece açık iken, erken seçim neyi değiştirecek? 
Hadi içeridekiler uyutuldu ya dış dünya?
Vatandaş oylarıyla zaten olan biteni onaylamadığını gösterdiğine göre suçlu kim?
Kimse, hiçbir şey olmamış gibi devam edilebilinir mi? 
Sevgi

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Hangisi KADER?

Yaz, kış ve baharlarda farklı türlerde çoğalmaya başlayan ve her yıl aynı tanımlamalarla duyurulan kaza haberlerinin yaşanırken kader diye nitelenip geçilenler olması, her yıl, her mevsim tekrarlanan ve asla önlenemeyen bir akılsal ataletin dışa vurumu sayılır.
"Haber" diye geçtiğimiz;"Kader" diye algıladığımız görünür/ görünmez kazaların değişmeyen mevsimsel dağılımı, aslında çok şey anlatıyor.
Çocuklarımız, insanlarımız hep aynı bilgi ve dikkat eksikliğiyle göz göre göre oluşan önlenebilir kazalara kurban gidiyorlar.
Toplumsal ortalama aklımızın kaza üretmesi, başta bilgi potansiyelimizin seviyesi olmak üzere dikkat eksikliği, maddeyi kavrama biçimimizin seviyesi ve de çağdaş digital uyaranların etkisiyle de ilgili. Ama her şeyden önce bilimsel duyarlılığı 
Bireysel ve toplumsal olan bitenden ders alma yerine KADER deyip geçme tutumu bu kazaları daha da kaçınılmaz kılıyor.
Yaz gelince boğulmalar, orman yangınları, sel basmaları, damdan düşmeler vs. ile kış gelince soba ve şofben zehirlenmeleri, yangınlar, trafik kazaları vs gibi olgular ve de cehalet ve yoksulluk gibi pek çok olumsuzluk bileşeninde büyüyen genç nesiller toplumsal aklımızın ileriye dönük seviyesini de şimdiden belirliyor. Tüm yaşanan maden ve iş kazalarının gereken önlem alınmadan sürmesi, "kader" kavramının kılıf yerine kullanılmasıyla sürdürülürken toplumca kanıksanmış kaderlerimiz olmaya devam ederken, şu anda yönetimi üstlenenlerin nelerle meşgul oldukları ortada. 
Bunlara razı olmak da mı kader? Tabii ki hayır.
İşte bunu çok iyi kavramak gerek.
Sevgi 

18 Mayıs 2015 Pazartesi

"BİREYSEL SORUMLULUK", "BİREYSEL SUÇLULUK" BAĞLANTISI

Toplumsal olaylardaki bireysel sorumluluğumuz dikkatlerimizin üzerinde en az durduğu bağlantılardan biri.
Toplumun tümünü etkileyen olaylarda gerçek suçlu tek bir kişi veya kurumdan ibaretmiş gibi algılanıp suçluyu aramak yoluna gidilir.
Asıl suçluyu aramak ve hesap sormak önemli bir sorumluluk olsa da çok yönlü etkileşimlerle gelişen pek çok suçluluk durumuna, bireysel olarak katkılarımız nedense yok sayılır. Özellikle kişisel sorumluluk idrakinin ve görev tanımlarının net olarak paylaşılmadığı, ast üst düzeniyle işlenen suçlarda tek kişinin sorumluluğu üzerinden cezalandırma tutumu genelikle en suçsuzun en ağır bedeli ödemesi olarak sonuçlanır. Bu da vicdanları tatmin etmeyen bir adalet algısı yaratır. 

Bireyi gelişmiş toplumlarda "suç" durumunun birey sorumluluğuyla bağlantısı daha net ve ehliyet üzerinden değerlendiğinden ceza kavramı da o anlamda hak yerini bulan bir uygulama olarak önem kazanır.
Ama işin ehline emanet edildiği ve onun sorumluluğuna bağlı işlediği düzenlerin aksine yaygın sorumluluk ve yaygın sorumsuzluk birleşiminden oluşan "birey"siz toplumlarda suçlu, genellikle tek başına suçlu olmasa da bütün iş onu cezalandırmakla düzeltilecek algısı geçerli olur.
Genellikle yaygın sorumsuzlukların sonucu olarak suç ve ceza kavramlarının birbiriyle girift sınırlardan oluşan bağlantılarda suçlu kim sorusu hep ucu açık kalan bir sorudur.
O nedenle kimsenin bir şuçtan tam sorumlu sayılmayacağı bir işleyiş geçerlidir ve zaten hiç kimse de kendisini tam suçlu görmez.
Nedensellikler zincirinde her felaketin oluşumuna bilinçli veya bilinç dışı yaptığımız toplumsal katkılar bizi kendimize masum gösterdikçe sorumluluk algımız da çoğunlukla başkalarına çevrili dikkatlerden öteye gelişmez ve genişlemez.
Birey olarak herkes kendini masum görür.
Toplumda her şey kötüye gidiyor ve günden güne çaresizlik ve acılarla dolu bir ortak yaşama mahkum oluyorsak, bizim bilerek veya bilmeden gösterdiğimiz pek çok ihmalin katkısı olduğu bir gerçektir ama çok önemsenmez.
Temeli belirleyen bozukluklar her şeyin ayarını bozdukça sadece üzülerek, kahrolarak dövünmekle yetinme çaresizliği, olan bitenin bedelini ödemek için yeterli sanılmaya başlanır.
Hesap sorma yolları tıkandıkça birey olarak gösterdiğimiz "Unutmamak, unutturmamak" tepkileri  sadece söylem düzeyinde tekrarlandıkça, unutmakla unuturmamak arasındaki etki farkı da azalır.
Toplumsal akıllar, "boş üzüntüyü" kovmadıkça, kendi sorumluluğunun katkısını araştırmayı ihmal etmedikçe hesap sorma sözü anlam kazanamaz.
Yönetimden sorumlu olanların seçiminde gereken dikkat ve eforu göstermek her bireyin toplumsal sorumluluğundadır. 
Toplumun bu konuda geliştirdiği ortak ölçütleri önemlidir.
Yönetime talip olan kişi veya partiyi, futbol takımı gibi tutmaktan vazgeçmek, olan bitenler üzerinden toplumu çok iyi takip ederek gerçek bilgiye ve çağdaş vizyona sahip yönetim beklentilerimizi, endamına, bağırıp çağırmasına, atıp tutmasına bakarak değerlendirmek yerine yasalara uyup uymamasına sorumluluk taşıma biçimine ve topluma gösterdiği saygıyı ve yapabilme ehliyetine göre değerlendirecek ölçüler kullanmalıyız.
Bu anlamda her toplum kendi layık olduğu kişiyi seçer sözü önem kazanır. Siz eğer sizi yönetmesini istediklerinize dair düzgün ölçütler geliştirmez ve ona göre oy kullanmazsanız başa gelenin kalitesi sizin ve toplumun kaderi olur.  
Seçim kriterleri olarak boy pos veya bağırıp çağırma tipi göstermelik üstünlüklerden öte ne yapıp ettiği, bilgileri çarpıtmayan, bilmediğini bilen,  söylediklerinde tutarlılığı ve gerçeği çarpıtmaması gibi düzgün kriterler olmayınca daha doğrusu çoğunluk bu ölçüyle oy kullandıkça toplumun gelişmesi ve "iyi"ye ulaşması hayal olur.
Sadece ekran görünürlüğü şartlanmışlığından öte, yönetime talip olanların nelerle uğraştığı, neleri önemsediğini iyi takip etmeli, yapılan seçeceğimiz veya bizim için seçilecek olana dair ağırlıklı bir ortak ölçü oluşturmalıyız.
Tabii ilk önce seçmen tavrı olarak hep başkalarının bir şeyler yapmasını beklemek pasifliğinden kurtulup seçime katılmayı en önemli sorumluluk olarak benimsemekle işe başlamalıyız.
Seçim güvenliği için yapılabileceklere katkı sağlamayı hedeflemek gibi pek çok bilinçli yurttaş tavrını benimsemek en önemli konumuz olmalı. Dolaylı bilgilenme, ne alakası var demeden kimin ne deyip ne yaptığına dikkat etmeyi hedeflemenin önemini kavramak gerek.
İyi ve bireysel ve toplumsal sorumluluk duygusu gelişmiş bir seçmen değilsek, başımıza geleceklerde bizim de payımız olduğunu hiç unutmamalı ve ona göre hareket etmeliyiz.
Ortak sorumluluktaki bireysel payımızı çok önemsemeli, ortak sorumsuzluklara ve suçlara dolaylı katkı sağlayan bireysel sorumluluğumuzu çok dikkatli analiz etmeliyiz.
Sevgi Özkan

20 Nisan 2015 Pazartesi

OKUR YAZARLIKTAN, OKUMAZ YAZARLIĞA DOĞRU
"Okur yazar"lar yerini "okumaz yazar"lara bırakmaya başladı. Aydın ve entellektüel tanımı da ıyıden iyiye deforme oldu.
Yazma işlemi bir edebiyat uğraşısı gibi algılanır olmaktan çıkınca okuma kısmı kendi yazdıklarını okumaya hapsoldu.
140 vuruşlu yazı serüveni yaygınlaşalı okuma bilgilenme çabasının yerini laf ebeliği aldı.
'Düsünme' eylemini geliştirici pekiştirici bilgilenme çabası da okumaktan çok, izlenime dayalı ön yargı üretimine dönüştü.
Akıllı aletleri yapan ve kullanan insan aklı giderek onların esiri olan ve söyleneni yapmaktan öte çaba göstermeyen bir robota dönüşüyor gibi.
Kimlerine göre özgürlük açısından kölelik sayılan bu durum aslında insanın kendine yabancılaşması olarak da okunabilir.

Düşüncenin sınırları, olan biteni algılamak, insanın geçmiş ve geleceği üzerine kafa yormak çabasından daha çok, bilginin yerine dedikoduyu veri kabul edip yeni veriler iletmekten öteye gidemez oldu.
İnsanın "düşünme"yetisi gerçekten tehlikeye girdikçe, ünlü "Düşünen Adam" heykeli yerini düşünen robot heykeline bırakacak gibi.
Sevgi Özkan

29 Mart 2015 Pazar

OKUMAK PAYLAŞMAKTIR.

Zygmunt Bauman & avid Lyon'un çağdaş toplum üzerine analiz paylaşımlarından oluşan AKIŞKAN GÖZETİM' i yeni bitirdim. 
Ayrıntı yayınlarından güzel bir çeviriyle okura sunulmuş bu kitapta, sürekli değişen akışkan günümüz toplumlarında gözetim sistemlerinin etraflıca ve tüm paradoksal yanlarıyla tartışılıyor. 
Günümüz yaşamında hiç alakasız gibi gördüğümüz pek çok şeyin birbiriyle bağlantısını kavratıp şaşırtarak zamanın ruhunu daha iyi anlamaya yol açan bilgilenmelerle zenginleştirici bir tartışma zevkle izleniyor.
Okurken altını çizip not aldığım cümlelerden bazılarını paylaşmak istedim.
Çeşitli bölümlerden alıntıladığım aşağıdaki örnekler, kitabın bütünü hakkında tam fikir vermese de düşünme basamaklarının çeşitliliği açısından bir fikir verebilir.
Günümüzün yarın endişeli atmosferinde sabah erken okumalarda beni çoşturan tüm kitaplar gibi bunda da çok beğendiğim yerleri sevgili eşime musallat olup onunla paylaşarak bitirmenin mutluluğunu yaşıyorum.

Aşağıdaki cümleler okumak isteyenlere tam fikir vermese de paylaşmak istedim. 

"Yaşadığımız sürece asla tatmin edilemeyecek olan, doymak bilmez rahatlama arzusundan ötürü huzur bulamıyor olmamız paradoksaldır."
"Beklenmedik durumlarla ilgili kaygıların sona ermesi hayaline en çok yaklaşılan yer mezarlıktır."

"Güvenliğin hizmetindeki gözetimin ve buna bağlı teknolojilerin huzuru sağlayacağı inancı yanlıştır ve diğer seçeneklerin önünü tıkar."

"Internet bizim insanlığımızı çalmıyor,onu yansıtıyor"
Bu durumda (internetin sundukları)bu sunulanları ve hayatımızdaki etkilerini iyi veya kötü, yararlı veya zararlı kılan şey yine bizim, yani aktif facebook kullanıcıları olan bizim onları kullanma biçimlerimizdir. 
Bu tamamiyle bizim neyin peşinde olduğumuza bağlıdır. Teknolojik aygıtların tek yaptığı arzularımızı daha çok ve daha az gerçekçi, ve arayışımızı daha hızlı ve daha yavaş, daha etkili veya daha etkisiz hale getirmektir"

Sevgi Özkan

25 Mart 2015 Çarşamba

JAPON MÜHENDİSİN ERDEMİ ve BİZ.

Yaramazlıkları önlemek için dövmeden bir önceki terlik göstererek yapılan uyarı ile terbiye edilen çocuklar toplumunda, yeni ortaya çıkan yolsuzluk iddialarının aklanması için susturulması çeşitlemesiyle sorun aklandı ve çözüldü sanılıyor.
Terlik göstermekle uslu durmaya zorlanan çocuklar, o terliği tekrar tekrar görecek biçimde yaramazlıklarını
sürdürdükleri gibi ulu orta ağız dalaşına giren iki partilinin kavgaları da, önlenmiş gibi kabul edenler çıkabiliyor.
Peki  şimdi bir tanesinin öteki hakkında ileri sürdüğü yolsuzluk suçlamaları ne oldu? Aklandılar mı?
"Kol kırılır yen içinde" gibi "laf tıkılır ağız içine"gibi bir ifade mi benimsenmeye başlıyor acaba?
Yolsuzluk ve benzeri davranışlar bu sefer de bağımsız  mahkemeler yoluyla aklaşılması gereken ve tüm toplumu ilgilendiren suçlamalar yok mu sayılacak yoksa aklanmış mı kabul edilecek? . .
Ortaya çıkarılmasıyla tüm toplumu ayağa kaldıran suçlamaların ihbar kabul edilmesi için beklemek, unutulmaya bırakılmaktan medet ummakla mı kalınacak ve bu da yeterli olacak mı sanılıyor acaba?
Ben yaptım oldu zihniyetiyle ortaya çıkan ihbar veya deliller asla bağımsız yargılanmaya bırakılmadan yok gibi kabul edilmesi sağlanacak ve bu tavır da bir erdem gibi sunulacak, ondan sonra oy yüzdeleriyle oynanma ihtiyacı artacak.
Bunları olagelen ve normalmiş gibi savunanların da varlık sürdürmeye kalktıkları günlerin de bir sonu olacaktır elbet.
İş kültüründe  erdem örneği olarak Japon Mühendisin intiharı tüm örtülemez gerçekliğiyle ortada dururken, yapılan edilen bu atraksiyonlar erdem algısının ayarlarıyla nasıl oynandığını gösteriyor.
Japon mühendise üzülürken sahip olduğu sorumluluk erdemine gıpta etmemek mümkün mü?
Kendisini saygı ve kederle uğurluyoruz
Sevgi Özkan.

8 Mart 2015 Pazar

MİTOMANİK YANDAŞLIK !

Yalan söyleme ve kendi yalanına inanma çerçevesinde açıklanan Mitomani sözcüğü hastalıklı bir durumu işaret ederken bir yandan da yalan söyleme alışkanlığının, bir yalanın ortaya çıkmaması için başka yalanları zorunlu kılmasıyla oluşan bir davranışı tanımlar..
Yandaşlık da duygusal ve fikirsel yönden başlı başına bir tarafgirlik olup, siyasi alanda ortak savaşımların hazır kuvveti diye de adlandırılabilir.
Aynı yalanın yandaşlarca paylaşılmasına da mitomanik yandaşlık diyebiliriz.
Yandaşlığın duygusal stratejisi mi, aynı yalanı paylaşma erdemi(!)mi, yoksa yandaşlığın zorunlu çaresizliği mi yoksa hepsi mi demek doğru olduğu tartışılabilirse de yandaş olma durumu, kendi isteğiyle körleşme diye tanımlandığında grupsal aidiyeti bozucu davranışlar, birliği bozucu girişimler olarak algılandığı kesin.
Sessiz onaylaşma diye de bakılabilen yandaşın bireysel ayması, geride kalan toplu aymazlığa çıban gibi batınca toplu savunularla güçlülük oluşturulmaya kalkılıyor..
Bu durum son günlerde safları iyice belirlenen zihinsel çatışmanın sembolü Kabataş Düzenlemesi'yle ilgi gelişmeler le örneklenebilir.
Örtülmeye kalkılsa da bir türlü örtülemeyen yalanların beklenmedik zamanda ortaya çıkması, üstüne gerçeklik inşaa edilmeye kalkılan bu zihinsel düzenlemenin savunucularında kapanması zor gedikler oluşturuyor.
Koşulsuz tabi olunan baş aklın,.aslında gerçek olmayan bir olayın doğruluğunda ısrarının, yandaşları düşürdüğü durum, son derece ibretlik.
Yandaşlık ayarını bozan bu gibi durumlarda, bireysel akortların gözden geçirme zorunluluğu ortak kalem oynatmaların çaresizliği ve de karşı tarafın yandaşlık aidiyetine dönük eleştirilerinin sağlamlığı ortaya çıkıyor.
Bu durum da, ' bir kötülüğün yapılması, bir daha yapılmaması için verilen bin tavsiyeden iyidir' anlamındaki "Bir musibet bin nasihatten evladır" deyişinin isabetini onaylatıyor.
Sevgi Özkan

7 Mart 2015 Cumartesi

"Eş öldürme"

Son yıllarda belirgin biçimde artan kadına yönelik saldırı ve cinayetler sadece sayısal değil pervasızlık kültürü açısından da kabul edilemez boyutlara ulaşmış durumda.
Neden böyle davrandığı sorulduğunda "öldürmediğime dua etsin, görüyoruz herkes öldürüp, yakıyor" gibi failin nerelerden kuvvet bulduğunu ve kendi kalitesi(!)ni gösteren veya neden öldürdüğü sorulduğunda "sana ne" gibi istediğini yapma hakkının altını çizen meydan okuma pervasızlığı daha da ürkütücü.
Eş sorunlarının çözümünde yaralama ve öldürmenin, sorun çözme biçimi olarak sorun sahiplerince nasıl kanıksandığını gösteriyor.
Cezalandırma aşamasında hakim karşısına takım elbise ve saygılı bir beyefendi gibi çıkarak cezasını hafifletebilme avantajının varlığı, bu eylemlerin, yargılayanlar açısından da, giderek nasıl bir kabul ve dokunulmazlık kazandığını yansıtıyor.
Böylece bu davranış faillerin her alanda kendilerini son derece haklı ve alacaklı görmesine de yol açabiliyor. 
Giderek, gerçek bilgi, bilim ve "düşünme" eğitimi ihmal edilen ve canının istediğini yapmayı kendi hakkı sananları çeşitleyip çoğaltan, bir toplumsal işleyiş oluşuyor.
"Her şeyin başı eğitim"algısının yaygın kabulüne rağmen özellikle eğitimde bilimsel ve bilgisel değil sadece dinsel amaçlı düzenlemeleri reform sayan zihniyetin egemenliği bu oluşumda önemli diğer bir etken. 
Genel yönetimin, pek çok alanda gerekli hukuki ve sosyal boyutları dikkate almadan her istediğini uygulamaya kalkmasının etkili bir rol modeli olması da bu davranışları yaygın ve geçerli kılabiliyor.
En masum deyişle "PERVASIZLIK" kültürü diye özetlenecek bu durum, bugünkü hasarı kadar gelecekte nasıl nesiller oluşturacağı yönünden daha da önemli bir soruna dönüşüyor.
Seçimlerde oy verirken yapılacak en önemli değerlendirmelerden biri, bu tehlikenin nasıl önleneceğini dikkate alanların seçilmesi olmalı. Konunun dikkatle değerlendirilmesi, başlı başına bir vatandaşlık sorumluluğudur. 
Sevgi Özkan 

4 Mart 2015 Çarşamba


Hızlı Değişkenlik Gerçeği.
Günümüzün temel niteliği, çok yönlü etkileşimlerin hızla birbirini dinamize etmesinden oluşan bir "gerçeklik"de yaşamak.
Akışkan değişimlerin hız ve şiddet üzerinden hem seyredeni hem de seyredileni olarak yaşamak. 
Bu değişken gerçeklik yaşam algılarımızı da devamlı yeniden biçimliyor. 
Varlık nedeni ve varoluş amacını düşünmeye vakit bırakmayan hızla etkileşimlerle, tutunacak sağlam dal bulamadan savrulup duruyor insanlar. 
Esas kriz burada.
Sevgi Özkan

1 Mart 2015 Pazar

ŞİDDET ALIN YAZISI MI?
Son yıllarda en önemli sorun, günden güne artan ve o oranda normal hale gelen ŞİDDET refleksi.
Şiddet şiddeti doğurduğu için toplumdaki etkisi katlanarak toplumsal travma haline geliyor. 
Şiddetin normalize olduğu, toplumsal reaksiyonların çok yönlü etkenlere dayandığı gerçeği, onun yarattığı hasarları daha iyi analiz etmeyi gerektiriyor.
Çağın ortak dili de olan şiddetin gitgide kaçınılmaz bir iletişim biçimi haline gelmesinin nedenleri toplumlara göre farklılaşsa da iyi algılanmalı. 
Ülkemizde de pek çok etkenin yanında en çok yönetimin başında devamlı bağırıp çağıran, ona buna çatan etkili rol modellerinin olması önemli. Buna insanların kendilerini denetlememe olgusu, eklenerek duygusal tepki mirasıyla birleşip özel bir saldırganlık biçimini meşrulaştırıyor. 
Geçen gün bir tv ekranında değerlendirme yapan Psikolog Emre Konuk, pek çok etken yanında eskiye göre şimdi artan şiddet eğilimini, insanların öfkelerini kontrol etme gereğini artık eskisi gibi duymamaları olarak açıkladı. 
Gerçekten de bu tutumda en önemli etkenin toplumsal rol modellerinin böyle davranmayı meşrulaştıran tutumlar olduğu tartışılmaz.
İnsanlar arasında olumlu olumsuz tepkilerin aşırı duygusal ifadelerle ortaya konduğu duygusal tepkilerin egemen olduğu toplumlarda, tüm bireyleri etki alanına sokan bu olgu,"erkek dediğin böyle yapar" kavramı kapsamında algılanan höt-zöt kültürünün giderek içselleştirilmesine yol açıyor. 
Kadınıyla erkeğiyle, bağırmadan konuşmayan, dövüşmeden tartışmayan, bir iletişimin yaygın olarak benimsendiği için şiddet de normal olarak algılanmaya başlıyor. 
Aynı şeyi söylerken bile birbirlerini duymayıp kavga edenlerin  çoğaldığı bir toplumda, şiddetsiz iletişim ve nezaketin neredeyse suç veya enayilik gibi algılanmaya başlamasının anlaşmayı da asla mümkün kılmıyor. Her şeyden önce bu gerçeğin bilincine varmak gerekiyor.
Bu gerçeğin farkına vardıktan sonra da şiddetsiz iletişimi sağlayacak şartları yaratmaya çalışmalı. Sabah akşam insanları geren yüksek sesli hırçın demeçleri sessize almak ve konuşma bitince geri dönmek belki de yapılacak en kestirme korunma olacaktır. Olan biteni izlemek gereğini bağırıp çağırmaları duymadan, söylenenlerin aslında ne anlama geldiğini yazılı metinden takip etmek, bu söylemlerin yarattığı yıpranmayı önlemek açısından değerli. Ayrıca söylenenlerin gerçekten değerli olup olmadığını iyice kavramak açısından da yararlı olabilir.
Özellikle gençlerin ve çocukların bu davranışların etkisinden korunması, yeni nesillerin insani gelişmişlik kalitesi açısından acilen gerekli. 
Şiddet, alın yazısı değil olsa olsa benimsenmiş bir refleks oluyor.

6 Şubat 2015 Cuma

Türk tipi Başkanlık dedikleri seçilmiş padişahlık olmasın?
Kavramları kavrama farkının yarattığı durumlar kavgalı iletişimlere yol açarken bu durumdan en çok yararlananlar politikacılar oluyor. 
Bu konuya son örnek "Başkanlık" sistemi. 
Başkanlık sistemi isteniyor mu, istenmiyor mu sorusuna herkes kendi anladığı neyse ona göre cevap veriyor. İktidar ve onların politikalarını onaylayanların "Başkanlık" dan anladıklarıyla bunu öneren başkanın anladıkları da farklı. Deneyimli halkın anladığı çok farklı. Bu fark hiçbir uygulamanın adına uygun oluşmamasından. Demokrasi deyip özgürlüklerin kısıtlandığı, güvenlik diye nefes alınamayacak yasaların geçirilmeye kalkıldığı, mevcut yasaların hiçe sayıldığı bir yönetim gerçeğinde, padişahlık uygulamasına kılıf hazırlandığı ortadayken Türk tipi Başkanlıktan ne kastedildiği de açık. Aslı Aydıntaşbaş'ın (5 Şubat Milliyet)"İyi de bu başkanlık değil" başlıklı yazısında belirttiği gibi, Türk tipi başkanlık diyen yürütmenin Amerika'da doğan ve işleyen Başkanlık sistemiyle alakası olmayan bir uygulamayı işaretledikleri açıkça görülüyor.
O nedenle Aydıntaşbaş'ın 'Yapılmak istenen seçilmiş monarşidir' demesi durumu tam da özetleyen bir ifade. Gerisi anlamsız.
Sevgi Özkan 

2 Şubat 2015 Pazartesi

Millet Neyi Böyle İstiyor ki?

İnandırıcılığını yitirdiğinin ayrımında olan yönetim sorumluları, tanımından başlayan belirsizliklerle zaten belirsizlik vaat eden bir geleceği, seçim konusu haline dönüştürdü.
Seçim propagandasında geniş kitleler için artık inandırıcı vaadi kalmayanların, kendini kontrol edecek bütün kurumları etkisizleştirmeyi hedefleyen başkanlık önerisini kendileri için kurtarıcıya dönüştürdükleri iyice anlaşılıyor. 
Kendinden ayrı görüştekileri, maddi veya manevi yok etmeyi amaçlayan susturucu düzenlere faşizm dendiği tartışılmazken, her şeyi kendi gücünün takdirine bağlanmasını talep etmek ve bunu gelişmişliğin ileri düzen yönetimi diye sunmak, sadece gerçeği görmezden gelmek olmuyor. Daha kötüsü, bencillik, bilgisizlik ve cevabını veremedikleri suçlamaların oluşturduğu bu pervasızlığın gelişmişlik diye anlatılma cüretkarlığı.
Her girişimlerinden tüm yönleriyle ortaya çıkan niyetlerini, "Başkanlık" kılıfına uydurma çabası, aslında en çok durumlarının ne kadar hayat memat meselesine döndüğünü gösteriyor. 
Tüm kamuoyu yoklamalarında yüzde yetmiş oranında reddedildiği görülse de "başkanlık" iyidir ve millet böyle istiyor diye ısrar etmek. Bir millete bundan daha büyük bir zarar verilebilir mi?
Sevgi Özkan

25 Ocak 2015 Pazar


GÜNÜMÜZÜN DERDİ!

DAVOS Dünya Ekonomik formuna katılanların aktarımlarından yansıyan gerçek, ekonomik sorunların konuşulmasının artık daha geri plana düşmeye başladığı doğrultusunda. 
Zira  Küresel iklimden yansıyan önlenemez afetlerle, her türlü iletişim alanında baş gösteren politik çatışmalar, yeni meslek ve istihdam alanları oluşturan değişimlere yol açan gelişmeler, geleneksel formun bu yılki ana teması, 'Yeni Evrensel Bağlam' olarak saptanmış.
"Beyninizi resetleyin" türü tavsiyelerin yapıldığına bakılırsa her alanda baş gösteren ve birbirini tetikleyen bu hızlı değişim ve gelişimlerin bireyler, toplumlar ve de uluslararası ilişkilere etkileri dünyamızın en önemli ortak sorun haline gelmiş bulunuyor. Çözümü küresel sosyal sorumluluk bilinci gerektiren bu sorunlara ilaveten, sosyal medya ile akıllı aletlerin bedenlerin organik uzantısına dönüşmesine yol açan bağımlılık, konusu da gittikçe önem kazanıyor.
Küresel iklim ve iletişim sorunları her yönden küresel sorumluluk ve de demokrasi gibi kavramları insanların birarada yaşayabilmesinin temel varoluş şartına dönüştürüyor. Ekonomk konular yerini küresel sorunlara bırakırken, dünyayı yönetenler veya yönetemeyenlerin yol ayrımına geldiklerinin altı çiziliyor ve bu nedenle ilk önce bugüne kadarki alışkanlıklarınızı tamamen yıkacaksınız önerisi yapılıyor. 
Şiddet ağırlıklı günlük ilişkiler içinde bu durumun kaçımızca farkında olunduğu tartışılsa da, tartışılmayan tek şeyin yarın ne olacak tedirginliği tüm toplumların ortak sorunu haline döndüğü.
Sevgi Özkan

21 Ocak 2015 Çarşamba

"ÇOCUK AKLI"na verilemeyen cevaplar. 

Altı milyon kişiyle Manila'da karşılanan Papa'ya, kalabalığın içinden 12 yaşında bir çocuk: 
" Çocuklar fuhuşa zorlanıyor. Tanrı neden buna izin veriyor? diye sormuş.
Herkes gibi şaşkınlık geçiren Papa:
"Çocuklar hiçbir şeyin suçlusu değildir" diye cevaplamış.
Cevaplanması zor bu soruya tüm büyükler gibi Papa'da, temiz ve mantıklı ve de tam karşılığını verecek bir cevap bulamamış. 
Tabii Papa'nın hassasiyetinden korkup çocuğu hoyratça susturmaya kalkanlar da çıkmamış.
Çocukluk devresinde pırıl pırıl olan insan aklı ve vicdanı sonra nasıl deforme oluyor da genellikle bu çocuk sorgulamalarına büyükler hep doğru cevaplamayı bilemez ve şaşırırlar.
"Şimdiki çocuklar harika" değerlendirmesi, sonradan kaybedilen saf, çıkarsız, mantık ve vicdançıkarımları olduğunun yetişkinlerce unutulmasındandır aslında.
Bu nedenle hangi çağda ve dönemde olursa olsun çocukken yaşanan görece ileri akıl ve duygusal tepkimelerini büyüyünce unutan yetişkinler, çocukları kendilerinden daha ilerde bulma şaşkınlığı ve ezikliğiyle çocuk sorgulamaları karşısında aciz kalır ve bunu da bugünün eskiye göre daha gelişmişliği değerlendirmesine bağlarlar.
Oysa her dönem ve kültürde çocuk aklı çevresine şu veya bu şekilde yaptığı sorgulamalarla şaşırtıp, bu hissi yarattığından bu doğru değildir.
Çocuklarla büyükler arasındaki esas fark, sadece çağ sorunu değil, büyüklerin akıl işleyişlerini deforme eden etkenleri iyi analiz edememe yani yeterince düşünememe sorunudur. 
Bu nedenle aklın düşünme fonksiyonunu şimdilerde çoktan akıllı aletlere kaptıran bir canlı olarak "insan", artık iyice düşünememekte ve tüm sorulara şaşıp kalmakta. 
Yakında sadece çocuk değil, makine aklının sorgulamalarına da cevap veremeyen canlılara döneceği endişesi, pek belli etmese de tüm yetişkinleri gizliden başka canlıları bekleme umuduna sardırtıyor galiba. 
Sevgi Özkan 

18 Ocak 2015 Pazar



KUTSALI KAVRAMA BİÇİMLERİ
Birey veya toplum bazında kutsallara saygı, toplumsal paradigmalar üzerinden benimsenen toplu hassasiyet ve tepkimelere dönüşüyor.
Birbirinden çok farklı paradigmalarla gelişmiş zihinlerce ifade özgürlüğü kapsamında görülen karikatür çizmenin  kendisinin hakaret sayılması ile çizilenin hakaret içermesi arasındaki farklılık bu ayrı paradigmalardan da kaynaklanan tepkilere yol açıyor.
Mizah, özünde zihinsel gelişim seviyesiyle de ilgili bir tepkime olarak sadece kutsallara dokunmakla açıklanamayacağını aynı kutsala sahip olanların gösterdikleri farklı tepkilerle göstermek mümkün. Yine, karikatür üzerinden hakaret etmekle hiçbir hakaret taşımasa da karikatürünün çizilmesini hakaret sayan anlayış, çoğu zihinde birbirine karışıyor.
Peygamberin yüzünün resmedilmesinin yasak olduğu iddiası da büyük çapta  geçmişi bilmeyen ve gerçeği kendi bildiğinden ibaret sayan yaygın ve baskıcı zihniyetten doğup yerleşmiş bir algı.
Böyle bir yasağın olmadığını tarihten çok yönlü delillerle ispat eden dini bilgilerle donanmış uzmanların bu safsatayı belgelerle çürütmesi işin özünün nerelerden kaynaklandığını daha iyi anlatıyor.
Mesela evrensel bilgi ve vizyona sahip din bilgini Prof.H.Kırbaşoğlu, peygamberin yüzünün de çizili olduğu tarihi bir belgeyle ilgili başından geçen anekdot üzerinden bu yasağa yol açan önemli algıyı şöyle anlatıyor.
Bu resmin varlığına inanmayıp görmek isteyen birinin, resmi görünce:
-İyi ama bu resim ona hiç benzemiyor .
diye tepki göstermesini anlatarak , herkesin kafasında farklı bir imaj olduğundan bu konudaki sürtüşmeleri önlemek adına yüzün beyaz bırakılması veya çizilmemesinin yeğlenmiş olunabileceğini söylüyor.
Ayrıca, Kuran'nın baştan aşağı ahlaki öğütler içermesine rağmen insanların çoğunlukla işin bu yanını es geçip, şu günah mı, sevap mı diye sorarak bir liste elde etme kolaycılığını tercih ettiklerini, eğer kuran sadece bu maddelerden ibaret olsaydı ince bir kitaptan ibaret olurdu diyerek işin özünün gözardı etmelerini eleştiriyor.
Bütün bunlardan sonra gelinen yerde bir durum analizi yaparsak; bugüne ulaşan tüm olumsuzluklardan sonra dindarların kendilerini sorgulamalarına yol açan bir öz eleştiri ihtiyacının ortaya çıktığı görülüyor.
Bu bağlamda Peygamberin yüzünü göstermeyi ve görmeyi yasaklayan zihniyetin altında da, gerçek  bilgi eksikliğinin idrakinden daha çok, onun yüzüne bakacak halleri kalmadığı gerçeğini sezmeleri yatıyor olabilir.
Sevgi Özkan (Sosyolog)

17 Ocak 2015 Cumartesi

İhtiyacımız var.
Bahadır Kaleağası'nın aşağıda yer alan  ve her yılbaşı aksatmadan yazdığı yazılardan sonuncusunu hayal kurma gibi değerlendirme yanlışına düşmeden okunmalı.
Nedeni hepimizi günlük politik varoluş savaşlarının doğal figuranı haline getirip ciddi hedeflere yöneltecek ölçüleri kaybettiğimiz son yıllarda, hangi ölçütler üzerinden kaygılanarak geleceğe bakmamız gerektiğini özellikle devlet yönetiminin dikkatine sunuyor.
Bizlere de yaşadıklarımızla öngörülen ve umut edilen gerçekler arasındaki kopukluk her yıl biraz daha artsa da, "Ne olduk?" değil, "Ne olmalıydık" sorusunu hatırlatarak umut etmeye zorluyor.
Bu dıştan bakış vizyonu, aynı zamanda toplumun pek çok yönden görmeye ihtiyacı olan gelişim skalasının gidişatı hakkında fikir veriyor. Bu hedeflere bu gidişle varılması çok zor dense bile umut verici bir yazı..
Sevgi Özkan


2014 YILI NASIL GEÇEBİLİRDİ? 
Bahadır Kaleağası - Finans Dünyası Ocak 2015 

LINK ->  http://bit.ly/Kaleagasi-2014NasilGecebilirdi 


9 Ocak 2015 Cuma

DÜNYA VATANDAŞLIĞI DÜNYA UYGARLIĞIYLA MÜMKÜN.

'BATI' yı doğru okumak doğru anlamlandırmak batının şu veya bu aşamaların sonucu dünya uygarlığının tek örneği olarak geliştiğini görmek gerekiyor.
Batı Medeniyetinin oluşumunda bir çok medeniyetin izleri ve katkısıyla oluşan bir birikim olduğu ve bugün bu medeniyetin ürünü olan pek çok uygarlık verileri, derecesi ne olursa olsun herkesce paylaşılıyorsa onda geçmiş zafer ve yenilgilere ait pek çok insanın emeği ve kanı vardır diye bakmak gerekir.
Gelişmiş insanın. eleştirilecek tüm yanlarına karşın batıyı, kendisinin de ait olduğu bir değerler bütünü diye görmesi gerekir.
İnsanların bir dünya vatandaşı olarak kendini bu uygarlığa ait görmesi, bu küresel uygarlığın eleştrilecek yanlarına çözüm aramak ve onun gelişimine katkı sağlaması bir dünyalı olarak en doğru seçim sayılmalı. Zira bu davranış, kendi aidiyetlerinin geçmişiyle bir şekilde katkıda bulunduğu bu uygarlığın daha gelişmesine katkı sağlama hakkı olduğu gerçeğinin kabulünü yansıtır.
Dinsel, kültürel tüm farklılıklar aslında bu medeniyetin oluşum sürecinden bağımsız gelişmeler olmayıp parçası olarak görülmelidir.
Artı ve eksisiyle tüm dünyanın eklemlendiği küresel yaşamda ülkesel bölgesel, ırksal kaynaklı sorunlar ancak tüm dünyalıların nimet ve sorunlarını bir şekilde yaşamakta olduğu bu uygarlığın bir parçası olarak ele almasıyla çözülebilir. Bu küresel bilince, tüm eziklik veya üstünlük duygularından öte her dünyalının bir dünya vatanadaşlığı aidiyetiyle ulaşmasıyla mümkün olabilir.
Artık bu çağın insanı, nerede yaşıyor olursa olsun yaşamının tüm alanlarında bu küresel aidiyet bilinciyle davranmayı benimseyerek yaşamalı.
Birarada yaşamaya mecbur olunan bu dünyede artık tüm İnsanların ve toplulukların, aralarındaki tüm farklılıklara rağmen, 'HERKES FARKLI, HERKES EŞİT diyen ünlü sloganın benimsenmesi gerekiyor. O nedenle gelişmiş ve gelişmemiş insanlık arasındaki farkın gelişmekten yana evrilmesine hangi aidiyetten olunursa olunsun katkı sağlamak önem kazanıyor.
Sevgi Özkan