31 Temmuz 2011 Pazar

GÖRÜŞ CANBAZLARI

Şu anda herkesin birinden birinde yer aldığı farklı düşünce bloklarının farklı mantık kurgusu ile karşıkarşıyayız.

Olan biteni hangi değerler üzerinden takip ediyorsa ona göre yorumlar yapan bu farklı zihinler, taban tabana zıt sonuçlara ulaşıyorlar.

Olması gerekenler ile olmaması gerekenler birbirine bu kadar karıştırılınca doğru ve yanlışa da tek yanlı bakarak, ak ve kara mantığıyla okuyanlar çoğalıyor.

Gerçeğin kendisi bu değerlendirmelerin neresinde kalıyor diye düşünenler, kesin yargılardan kaçınma prensibini bırakmıyorlar ama herkesin üstünde birleşmek zorunda kaldığı açık hataları görmekten vazgeçmiyorlar.
Garip olan bu hatalı uygulama devam ettikçe, yanlış savunucuları, azalacağına artıyor.
Baş edilemeyen ve önlenemeyen yanlışlar doğru gibi hüküm sürerek cephe genişletiyor.

Askere ait her suçlamayı otomatik bir refleksle normalleşme gibi algılayan beyinler, apaçık görünen yanlışları allayıp pullayarak öyle bir doğru haline getiriyorlar ki! Bu gönüllü düşünce işgüzarlığına sadece yandaş demek bile yetmiyor.

Bir takım düzenlemeleri yöneterek olan bitenlerden böyle sonuçlar çıkarılmasını umanların bile bu kadar yaratıcı çarpıtmalar yapılacağını bekledikleri tartışılır.

Gerekçelendirilmemiş suçlamalar ile gözaltı süresini yok sayan tutuklamaları, anormal bulmayanlar, bundan türeyen yanlışları da öyle gerekçelerle haklı sayıp normal bulabiliyorlar ki, şaşırmamak mümkün değil.

Mevcut işleyiş şartlarına göre yasal olmayan girişimleri normalleşme olarak yorumlamayı adet edinenlere yandaş değil, olsa olsa yaptıklarının bir çeşit görüş cambazlığı olduğu gerekçesiyle görüşbaz denebilir.

Böyle “görüşbaz” lar varken yönetimi ele geçiren her güç odağı istediğini yapabilir.

Onlar da yapıyor, diğerleri yorumluyor, kalanlar da bu gösteri canbazlığını yüreği ağzında hayretle seyrediyor.

Sevgi Özkan

29 Temmuz 2011 Cuma

UMUTSUZLUK DAYANIŞMASI.

Tek, tek ışıklar sönerken hava kararıyorsa umutsuzluk, aydınlanıyorsa umut duyulur.
Akılsal gelişim yönünden ortak kodlanmalarla ortak paradigmaya sahip olanlar, her gün tek, tek ışıkların söndüğüne şahit olarak umutsuzluğa kapılıyor.

Ortak umudu yok eden ortak aklın bunalımlı günler, sönen ışıkları koyu bir karanlık olarak algılatıyor.

Zamanın ruhu, kendilerini çevreleyen karanlığın içinde yol gösterici ışıkları kaybedenlere bir aydınlığa yaklaşılacağını algılatamadığından umutsuz ve bıkkınlık yayılıyor.
Oysa en karanlığın, aydınlığa en yakın olduğu gerçeği, böyle anların umudu olmaya devam ediyor.

Kendilerinden uzakta kimlere umut olduklarını bilmeden ışıklarını söndürenler veya söndürülenler, onların karanlığını nasıl çoğalttıklarını algılamıyorlar.

Dayanışma, kendi ışığını söndürmenin kendinle ilgili bir karar olmayacağını bilmekle doğar.

Başkalarının aydınlığı da olanlar tüm bedellere rağmen bu sorumluluktan kaçma özgürlüğünü kullanabilirler mi?

Duygu ve düşüncelerin görünmez birlikteliğiyle oluşan dayanışmanın gücü aklın zaferini er geç sağlar.

Umuda ışık olanla umutsuzun dayanışması önemli bir güç oluşturur. Bu yaşamın kişisel ve toplumsal tüm alanları için geçerli olan bir saptamadır.

Sevgi Özkan

GERÇEĞİN HALLERİ!


Kişilerin kendilerini sundukların biçimde algılanma gerçekliği!
Yüz yüze iletişimin gerçekliği yanında daha avantajlı sanılıyor.
Acaba?

Zaten sorun bu sanma va sandırma üzerinden biçimleniyor?
Kendi sunumlarımızın puslu dünyasından gerçeği göremez hale gelsek de memnunuz sanki.

Hayal ettiği müddetçe yaşayan insan türü, hayal ortamını gerçeğin yerine inşa ederek yaşamayı tercih ediyor.

Bu anlamda gerçeği arayan da yok zaten.

Gerçek diye sunulanın hükmü gerçeğin önüne geçti.
Bir şeyin gerçek olmasından çok gerçekmiş gibi kabulü üzerinden çatışmalar veya mutluluklar yaşanıyor.

Düşünceler bu kabuller üzerinden biçimleniyor.

Sanal alemin hükmüne girmeyen tek şey doğasal yıkım ve afetler.
Geldi mi vuruyor. 

Kuşku üzerinden gerçeği biçimleyen zihinler, depremler, seller ve bu gibi oluşumuna yol açılması önlense de kendisi önlenemez durumlarda, gerçeği algılıyor.

Ona bile doğa dışı nedenler bulmaya kalkan kafalar sel sularına kapılınca gerçeği yaşayarak algılıyorlar.
  
Gerçeğin algılanmasında ortaya çıkan bu gerçeği kabul edip ona göre mi davranmak gerek, yoksa algılanma gerçeğine göre mi vaziyet almalı?

Olmak veya olmamak edebi tiradı yaşamda gerçek olmak veya olmamaya dönüştü sanki.
Sevgi Özkan

24 Temmuz 2011 Pazar

DONANIMLI KÖTÜLÜKLER

İnternetin insanları aptallaştırdığı bulgusu ki daha önceleri televizyonlar için de saptanmış bir gerçek olarak altı çizilirken, Amerika’da sosyal medya ağlarının gençlerde seksi bitirdiği yolunda sonuçlar çıkarılmaya da başlanmış.
Pornoya ulaşım kolaylığının da buna yol açtığı ileri sürülerek, gençliğin seks yerine her an kendi imajıyla ve sosyal ağlarda nasıl var olacağıyla uğraştığı yorumları yapılıyor.
Bir süre önce internet iletişimine dalan anne ve babaların çocuklarının karnını doyurma ve diğer ihtiyaçlarını gidermemesinden doğan çocuk ölümleri de haber yapılmıştı.
Bunlara gerçeğin haberleştirilmiş hali olarak abartma payı bıraksak da, genel manzara bu değerlendirmeleri yadırgatmıyor ama gidişat yadırgatıcı.
Bin bir çeşit içinde takipçilerin dikkatlerine sunduğu kendini seyretmeye doyamayan narsistik bir iletişim dünyasına ulaşılmış bulunuluyor.
Sosyal medyada nasıl var olup takipçi kazanacağının derdi, her şeyin önüne geçmiş gençlerin, bilgilenmek ve düşünce üretmek için ne zaman vakit buldukları veya bulacakları ayrı bir soru.
Derme çatma oluşturulan felsefe ve edebiyat paketlerini, kopyala yapıştır metoduyla iletişim alanına taşıyan ve doğruluğu tartışılan bu veriler üzerinden iletişim sağlayan sanal kitleler, beklenmedik zamanlarda beklenmedik kıvılcımlarla alev alıp dünyayı saran yangınlar da çıkarabiliyorlar.
Dünya ve siyasi görüş ortaklıklarıyla ayaklanan toplu öfkelerin, çözüm aramaktan çok süregitmekte olanı bozan toplu kalkışların nelere dönüşeceğini öngörmek kolay değil.
Tüm düşünce ve duygusal algılarının ayarı bozulan bireylerin nasıl bir insan türüne dönüşeceği dert edinenler için ürkütücü. Zira seksten vazgeçmekle kalmayıp düşünceden de vazgeçenlerin oluşturduğu bu dünya, günümüzden çok farklı değerlerin benimseneceği bir geleceğe doğru hızla ilerliyor.
Bugün her türden insan ilişkisinde en etkili iletişimin "şiddet" yoluyla sağlandığı da her geçen gün artan cinayet türleriyle kendini daha çok kabul ettirirken son Norveç toplu cinayeti bütün çıkarımları alt üst ediyor.
Artık kendi içinde kaliteli ve donanımlı kötülüklerin, duygusal ve görgüsel yönden geniş kitleleri esir alacağını ön görebiliriz. 

Sevgi Özkan

15 Temmuz 2011 Cuma

İMA ETME VE ART NİYET KÜLTÜRÜ

İnsanlar arasındaki anlama ve değerlendirme farkı, genellikle ima etme, üstü kapalı ve dolaylı anlatma biçiminde ortaya çıkan bir iletişim türü ile giderilmeye çalışılır.
Söylediğini bir bakıma dolaylı ve ne dediğini düşündürerek anlatma biçimi olan ima etmenin geçerli olduğu politik ve siyasi alana diplomasi de denilebilir.
Aile ve dost çevresinde kalıplaşmış algıları kavratıcı olduğu için sık başvurulan bir iletişim türü olarak da kullanılır.

Diplomasiye başarılı bir  örnek olarak İngiliz diplomasisi gösterilebilir.
Aile iletişiminde ise ima etme kısaca "ima" kültürünün en iyi örneği olarak da gelin kaynana ilişkisi gösterilebilir.

Birey ve toplum belleğinde geçimsizliğin baştan kabulü olarak standartlaştırılan bu algı, genel olarak otomatik olarak "ima" kültürüyle beslendiği için tüm örnekler bu standart üzerinden değerlendirilir.
Bireyin yapısını ve tercihindeki kendine özgülüğü hesaba katmayan bir ilişki olarak aile içi konumlara biçilen bu roller,  sonuçta taraflar arasında “ima”yı, iletişimin aracı olduğu kadar silahı haline de getirebilir.
İma etme, aslında direkt çatışmayı önlemek için kullanılan kapalı bir iletişim olsa da, çoğu kez çatışma potansiyelini farklı biçimlerde motive ederek açığa çıkaran bir iletişim de sağlayabilir.

Bunu aşma çabası, iki ayrı insanın anlayış ve algılama farkını hesaba katan doğrudan iletişimle mümkün olsa da, dışarıdakilerin söylenen söz ve yapılan davranışta bir gizli gönderme arama alışkanlığı pek değişmez.Kimi zaman da standartlaştırılmanın ötesinde müzminleşerek önlenemez hale gelir.

Her söz ve tavrı, kendisinden çok ardındaki manayı arama ve dikkate alma alışkanlığına döndüren İma etme kültürünün aynı zamanda insan ilişkilerindeki güven ve şüphe duygularıyla beslendiği de bir gerçektir.

Kimseye güvenmeyen insanlar, söylenen sözlerde bir ima veya art niyet aramayı da otomatik değerlendirme biçimine dönüştürürler.

Açık bildirimli fikir ve düşünce üzerinden diyalog kurulmasını en mümkün kılan demokrasi kültürünün yerleşmesinde bu art niyet arama ve ima etme kültürü olumlu veya olumsuz yönden etkili olur.

İnsan anlayış ve algısı geliştikçe doğrudan açık ifadelerin kabulü de mümkün olacağından, toplum algısı da bu gelişme oranında ima ve art niyet arama kültürünü işlevsizleştirebilir.

Bu açıdan sosyal medya iletişimi hem avantaj hem de dezavantaj sağlayıcıdır.
Bu kanalla doğru bilgiler kesintisiz ifade edilebildiği kadar, yanlış ve doğru olmayan bilgiler de
doğruymuş gibi devreye girip, gerçeğin öyle olduğunu ima ederek algılarla oynanması sağlanabilir.

Ama ne kadar güvenilirse güvenilsin “gerçeklerin ifadesi olarak doğruları, yerinde ve zamanında söyleyecekler her zaman var olmaz. Olsa da ima kültürünün şartlandırdığı zihinler, onların kabulünü önler.
Ayrıca insanlar doğruyu duymaya hazır olmadıklarından “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovmak” tarzını kabullenerek olanı biteni yerleşik algılarla okumaya devam ederler..
Samimiyet ve dürüstlüğün önemsenmesi yani doğru tavır, aslında bunların yaşatılmasının zor olmasından ileri gelmektedir.
İnsanların çıkardığı ilk seslerin kelimelere dönüşme süreci olarak dil gelişimi de, başlı başına "ima etmeye" dayalı bir ifade gelişimidir.

Algı ve anlayış gelişiminin imayı bir üst dil haline getirip getirmediği tartışılır.
Birey veya toplumlar arasında var olan algılama farkı, ima etmeyi kimi zaman çatışma önleyici olsa da, günümüzün demokratik gelişmişliği açısından iletişim dili, açık,net ve doğrudan olmayı gerektirir.

Sevgi Özkan


11 Temmuz 2011 Pazartesi

ALİ KAPTAN ZORBALIKLARI ÇOĞALIYOR MU?

Son bir iki yıldır özellikle kendilerinden ayrılmak isteyen kadınlara baskı uygulayan ve öldüren erkek sayısındaki inanılmaz artış gerçekten ürkütücü.
Her gün ayrıldığı veya ayrılmak istediği eşi veya sevgilisi tarafından dövülen, bıçaklanan, yakılan kadın haberleri yayınlanıyor.
Çoğu devletten koruma talebinde bulunsalar da bu kadınları korktukları sonlarından kurtarmak mümkün olmuyor.
Her gün gazetelere yansıyan en az iki haberle dikkat çeken bu artışı, evvelden de böyleydi kanıksayıcılığına sığınmadan iyi incelemek gerekiyor.
Sadece polisiye ve yasal uygulamalarla önlenemeyen ve önlenemeyecek hissi veren bu artışın tüm sosyal olaylarda olduğu gibi birkaç düzenlemeyle önlenmesi ve çözümlenmesi zaten mümkün değil.
Eski normların hızla kaybolduğu ve yeni normların aynı hızla oluşmadığı günümüz değişkenliğinde yeni toplumsal algılarla örtüşen bu cinayet eğilimlerinin tek bir tedbirle önlenmesi de mümkün görünmüyor.
Ardında gelenek ve göreneklerle kodlanan egemenlik ve namus kavramına dayalı algılar ve normların yattığı bir erkeklik anlayışının, günümüzün herkese isteği ve seçimi dışında hızla ulaşıp uyaran etkileşim ve iletişim gerçeği karşısında bunalanların düşünmeden çok duygusal tepkiyle gerçekleştirdiği davranış biçimi olarak da okunabilir.
Toplumdaki hızlı algı ve değer değişimine erkekle kadın arasında zaten var olan farklı iletişim dili gerçeği de eklenince bu sonucu hazırlayan etkenlerin bir kısmına ulaşıyoruz.
Kadın-erkek özel birlikteliğini, vazgeçilmez partner veya malın sahiplenilmesi algısından öteye yorumlayamayan ve özden çok görsel düzeyde tatmin üzerine inşa edilen yuvalar, ayrılıkla sonuçlanırken çoğu zaman da böyle cinayetlere varan zorbalıklara dönüşüyor.
Bu çatışmalı durumun yaşam gerçeğinden kareler olarak dizi filmlere konu yapılması, beklenen reytingi sağlarken etkileşim alanına giren kimi beyinler için de özdeşim sağlayıcı ve de çözümleyici rol modellerine dönüşüyor.
Bu yılın en etkileşimli aile dizisi olan "Öyle Bir Geçer Zaman Ki" dizisinde başrol oyuncusu Ali Kaptan'ın sergilediği zorbalık mantığının kaç erkek tarafından haklı bulunduğu araştırılması gereken sosyolojik bir olgu.
Aynı kişilerin saldırgan siyaset söylemlerine bakışının da araştırılması ortaya ilginç tablolar çıkarabilir.
Modern toplumların dayandığı ve üstüne inşa edildiği “birey olma hakkı” kavramının  genel olarak içselleştirilmediği bizim gibi toplumlarda, bir çeşit iletişim kurma türüne dönüşen bu cinayetlerin kimilerince bir “hakkını arama” algısı gibi yorumlandığı da söylenebilir.
Bu saptamanın cinayetleri haklı gösterme düşüncesine dayanmadığı sadece bir durum analizi olduğunu hemen belirtmek gerekiyor. Zira yine toplumumuzda sık karşılaşılan düz mantık türüyle düşünme olgusunun durum analizine bağlı yorumları da çoğu zaman savunma gibi algılanmasına yol açtığı görülüyor.
Hemen her arızayı eğitim noksanlığı büyük parantezine koyarak bakmanın doğruluğu, erkek davranışlarında artış gösteren bu cinayete eğilimi açıklamadığından hızla değişen etkileşim uyaranları daha önem kazanıyor.
Günümüzün çok yönlü uyaranlarını gerektiği gibi değerlendirmeyen ortalama birey ve erkek aklının davranış biçimleriyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
Empati kurmadığı için kendini haklı görme ve kendinden sonrasını düşünmeme ve saldırganlığı kahramanlık sayma yanılgısıyla beslenen bu algılardan her türlü tedbir ve cezalandırmaya karşın farklı bir sonuç almak da mümkün olamıyor.
Bir kadının kendinden ayrılması talebini namus, şeref gibi kavramlar üzerinden bir çeşit toplumsal statü kaybı gibi de yorumlayan erkeklerin, sorunu ortadan kaldırmak için eşlerini, kimi zaman çocuklarını, kimi zaman da kendini de ortadan kaldırmayı seçmesine, toplum belleğinin ortak bilinçaltını gösteren kronik cinnetler de denilebilir.
Çoğu zaman ekonomik yoksunluk tablosuyla bütünleşen bu olgulara kurgusal seyirliklerin gerçeklik adına olumsuzluk ve kötülük(!) üreten modelleriyle kurulan özdeşleşme duygusu eklenince, yaşam açmazına sürüklenenlerde yok etme tavrı kaçınılmaz bir eğilime dönüşüyor.
İnsan ilişkilerinde günden güne ağırlığı artan kavga, dövüşme, küfür ve hakaretten oluşan sövüşme davranışları, bu cinayetleri yapanları haklı bulma eğilimini de alttan altta belirleyen bir toplumsal algıyı geçerli kılıyor.
Bu cinayet artışlarındaki çok yönlü etkenlerin arasında, devlet yönetiminde etkin kişi ve kurumlarca sergilenen dayılanma, hakaret veya fikirsel iletişime yer vermeyen baskıcı bazı davranışların, sorun çözme metodu olarak örneklenme etkisi yarattığının altı da ayrıca çizilmeli.
Ektiğini biçen toplumsal kültürümüzün vardığı nokta varacağı noktayı da şimdiden gözler önüne seriyor.
Yanında annesi dövülen, öldürülen ve gerekli profesyonel destek verilmeyen çocukların
sayısındaki inanılmaz artışın toplum geleceği açısından hangi dinamiklere alt yapı hazırladıkları da, şimdiden düşünülmesi ve çözüm üretilmesi gereken sorunlar arasında yer alıyor.

Sevgi Özkan

7 Temmuz 2011 Perşembe

DEMOKRATİK MANTIK


Son günlerde üst üste yaşanan toplumsal olaylar, adalet, hukuk ve demokrasi kavramlarının insanların baktıkları yere göre nasıl değişebildiğini ve bazen körleşebildiğini iyice gösteriyor.
İleri demokrasiyi herkesin kanun önünde eşit olduğunun ispatı sayarak devam etmekte olan Balyoz vs gibi bir takım davaların yürütülüş biçimini pek de sorgulamayanlar, şimdi Şike davası ve Deniz Feneri davalarının yürütülüş ve gelişim aşamalarıyla kıyaslayıp sorgulayanlara bin dereden su getiriyorlar.
Tıpkı hükümet sorumlularının saldırıcı ifadelerine muhalefetten verilen cevapları birbiriyle eşitleseler de sadece muhalefeti ayıplayanlar gibi.
Durum hatırlatılınca tabii ki o da ayıp diye esas çatışmayı çıkaranla, cevap vereni bir tutmayı demokratlık için yeterli ölçü sayanlar gibi.
Gözaltında gerekçesiz tutulan gazetecilere ve milletvekilliği onayı aldıkları halde bırakılmayanlara hukuka karışılmaz diye ahkam kesmeyi demokratlıkve sorumluluk için yeterli bulanlar gibi.
Gibisi fazla olan bu durumlarda, aynı zihniyetin benimsendiği sözde demokrat kafaların davranış biçimi olarak her alanda süren bir demokratik algılama ve algılatma yalnışı ve de körlüğü ortaya çıkıyor.
Belki de gerçek demokrat olma yolunda eğitilme aşamaları diye bakılması gereken bu davranışlara katlanmak, olan bitenlere her yönüyle bakmayı ilke edinenler için zor oluyor.
Herkesin ancak kendi davasına demokrat olabildiği insanlar ülkesinde gerçek demokrat olmanın, demokratik hiçbir güvenliği yok da denilebilir.
Gerçek tam da buralarda ortaya çıkıyor.
Sevgi Özkan

6 Temmuz 2011 Çarşamba

TARİH NEDEN TEKERRÜR EDİYOR?

Yayınlanmadan önce son kontrol okuması yapmak için gözden geçirmekte olduğum İstanbul tarihi ile ilgili bol görsel malzemeli kitap çok ilgimi çekti.
Edebiyat ve günlük tarih alanında yaptığı değerli çalışmalarla kültür yaşamımıza önemli emekler veren araştırmacı Sosyolog Abdullah Özkan'ın değerli arşivi ve bilgi birikimiyle biçimlenen ve henüz yayınlanmayan bu kitabın ilk okuru olarak son derece olumlu izlenimler edindim.
Tarih tekerrürden ibarettir sözünü hiç sevmeyen biri olarak bu kitabın gözönüne çıkardığı tarihi gerçeklerin sonucu tarih hakkında bu sözün nasıl anlaşılması gerektiğini anladım.
Neden mi?
Zira insanların ve toplumların kültürel ve akılsal gelişiminde tekrarı en önemli olgunun bilgi ve anlayış yetersizliğine bağlı direnç olduğu değişmeyen bir gerçek.
Çünkü insan ve toplumların ortalama gelişim seviyesinde hep bu etken ölçü oluyor.
Osmanlı tarihinin günlük kayıtlarında ortaya çıkan sonuç her zaman ortaya şu veya bu biçimde çıkan, gelişme veya yeniliklere gösterilen direnç yani tutuculuk.
İTek tek birey veya grupların kimi çağdaş hamlelerini yutan bir kara delik.
eğitimli akılların bilgi ve sezgiye dayalı iyi niyetli, yönetimsel girişimini baltalayan da hep bu gömülü direnç nüvesi.
Buna rağmen değişim ve ilerleme kaçınılmaz oluyor.
Bu nedenle de tarih tekerrürden ibaret değil ama değişime gösterilen direnç hep tekkerrür ediyor.
Bu tepki, bu direnç kimi zaman gelişimin seyrini yavaşlatıp kimi zaman hızlandırıyor.
Ama değişim kaçınılmaz.
Bu yolda kaç kişi kurban edilmiş kaç kişi harcanmış ama gelişim önlenememiş. Yani aslında tüm bu engellere karşı gelişim yolunda değişim hep tekerrür ediyor.
Benim tarih tekerürden ibarettir sözünden çıkardığım sonuç bu.
Yani önlenemez değişime gösterilen tepki bir şekilde hep tekrarlanıp yaşamları alt üst ediyor.
Bilgi çağında bilgisiz şarlatanlar her şeyi değişime bağlayarak tutuculuğa ilericilik kisvesi giydirmeyi beceriyorlar ama bilgi çağında artık doğru kaynaklardan doğru bilgiye varabilmek daha çok mümkün.
Yeterki bilerek tepki verilsin.
Zaten tutuculuk ileri hamleyi her zaman en çok motive eden etken olmuştur.
Sevgi Özkan

1 Temmuz 2011 Cuma

MÜMKÜNSE YAVAŞLA!

Herşey hızlandı.
Herşeyin değiştiği algısı da öyle.
Kitle iletişimindeki ulaşılabilirlik çok sayıda uyarana hedef olmayı zorunlu kıldığından, uyaranlara  olumlu olumsuz tepki verme çabası da günlük yaşam hızını arttırdı.
Hızlı uyarılan beyinler, hızlı yiyip, hızlı hareket etmeye başlayınca düşünme biçimi de değişti.
Bilgilenmenin düşünmeyle bütünleşmesini önleyen hız cehaletle birleşen insan yaptırımları oluşturarak düşüncesizliği otomatikleştirdi.
Bu nedenle bedenlerimiz pekçok açıdan gelişim gösterirken beyinsel gelişimin aynı hızla büyüdüğü  ise tartışmalı hale geldi.
Şiddetin dişa vurumu olarak öfke, düşünmeye fırsat vermeyen duyguların otomatik tepkisine dönüştü.
Çoğu insan için döğüşmek, en etkili iletişim olurken öldürme en kesin sonuçlu öfke bastırma metoduna dönüşüverdi. ve normalmiş gibi kabullenilmeye başlandı.
Artan ve önlenemeyen kadın cinayetleri neredeyse erkeklik olgusunun yeni algısına dönüştü.
Beyinlerini her an yapay bilgisayar olan iletişim makineleri ile test etmek zorunda kalan zamane insanı, elde, kucakta, kulakta taşınarak vucudun parçasına dönüşen tüm makinelere uyum sağlamakla görevli canlılara dönüştü.
Bu gidiş, kendi tersini de özleterek, yavaşlama olgusunu devreye sokmaya başladı.
Yavaş yemek, yavaş şehirler kavramına sarılınması, ne oluyor sorusuna cevap bulmak için mola istiyen yorgun ve şaşkın insanlığın son umudu oldu.
Sevgi Özkan