22 Aralık 2012 Cumartesi


İktidarların hataları kaç neslin harcanmasıyla gideriliyor?

 

Devlet adamlığının eğitim alanına dönen iktidarlar ülkenin kaç nesline mal oluyor?

İleriye varmak için sadece geriye bakanlar toplumunda, gidenin sorumluluk alanından gelenin, gideni aratması, aslında gidenin gerisinde kalmasından olmalı ki, giden de öyle gelmişti zaten.

Karışık oldu. Neden gelen gideni aratmış?

Gelenin gideni aratması daha öncekinin rahatsızlık veren noktaların gerisinden gelenin gidenin ilerisine değil gerisine düşerek işe başlaması. Bu nedenle devlet adamlığı, hatası ve doğrusu çoğunlukla iktidar üzerinden yürütülerek kazanılıyor.
Kaç nesil iktidara geriden gelip anca ilerleyen devlet adamlığı olgusuna kurban verildi, verilecek?
Sevgi Özkan

21 Aralık 2012 Cuma

Eyvah yaşıyoruz!
Patlamayan kıyametin eğlenceli kutlaması işin özünü çok açık yansıtıyor.

Bilgi çağı, dijital çağ derken gezegen ahalisinin büyük bir kısmı kör inançlara yenik düştü.

Kıyamet kehanetinin prim yapması gelişen teknolojiye rağmen aklın hala kalbe yenik düştüğünün en güzel ispatı.
Aslında kıyamet inancını besleyen en önemli etken, reddedilemeyen ölüm gerçeği.
Benden sonra geriye bir şey kalmasın, benimle birlikte her şeyin biteceğinin gözü arkada bırakmayan rahatlatıcı kabulü gibi.

"Çok şükür batıl inançlarım yoktur" derken kulağını çekip tahtaya vuranın açmazına dönüşen inanç ihtiyacının toplumsal versiyonu.

Güçsüzlük ve süreksizlik duygusunun yarattığı güç arama isteği, evrilen aklın kalple henüz kuramadığı bir denge.

Yaşamın en temel çelişkisinin en temel gerçeği olan yokluktan medet uman gezegen ahalisinin önlenemez gerçeği.
Kısmet başka kıyamete ! 

16 Aralık 2012 Pazar


Kıyamet Umudu!

 

Günün gerçeklerini kavrayamayanlar, geçmişin eski metinlerden kehanet üreterek anlamaya çalışıyorlar.

Bunların başında “Kıyamet” kaygısı geliyor ve nasıl bir kaygıysa dört gözle bekleniyor.

Bir çeşit, “bu dünya artık baş edilemez oldu, kıyamet kopsun kurtulalım” vizesi alınmış gibi.

Çevre felaketleri, yüreği ağza getiren uluslararası itiş kakışlar, digital çağın henüz içselleştirilemeden değişen gelişimlerinin yarattığı hiçbir şeye yetişememe duygusu, bireysel açmazları noktalayan ölme ve öldürme salgınları, kafa ve yürek karıştırıcısı olarak kaderlerimizi çizmeye devam ediyor.

Kıyamet gibi toplu yok oluş beklentisinin bu kadar yükselmesi, artık her bakımdan güvenli bir yer kalmadığı hissine kapılan Gezegen ahalisinde günden güne artan kapana sıkışmışlık korkusunun, insanlara kıyameti kabul ettirmesi de denilebilir.

Ama asıl kıyamet, bu finalin yaşanmayacağının anlaşılacağı 22 Aralıkta kopacağa benziyor.

Kurtuluşu, karamsarlık üzerinden umutlanmakta arayan dünyalılar, bundan sonra teselliyi nerede bulacaklar?

Sakın, bir dünya savaşı kıyametiyle yetinmeye kalkmasınlar.

Bir gecede yaşanıp bitmeyen gerçek kıyamet işte o zaman oluşur. Aman ha!

Kendimizi başka bir takvim bulmalıyız.
 

  

15 Aralık 2012 Cumartesi


Anlama engelliler toplumu mu, anlaması engellenenler toplumu muyuz?

 

Eski Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümü, bunca yıldan sonra, pantolon uyduramadık gömlek verelim tarzı bir saçmalıkla birden bire tartışma gündemine sokuldu.

Adli tıp diyor ki neden öldüğünü bugün yapılan otopsiyle anlamak mümkün değil. O zaman otopsi yapılsaydı ölüm nedeni saptanabilirdi.

Bu bilgi işlemsel açıdan doğru ise, söylenenin anlaşılmayacak bir yan yok. Yanlışsa, neden adli tıbbın bilgisizliği değil de söylediklerinin tutarsızlığı üzerinden tartışma devam ettiriliyor?

Şu anda rastlanan bir takım maddeler mezardan da bulaşabilen maddeler olabileceğinden ölüm nedeni zehirdendir yargısı verilemez deniyorsa, bu söz neden anlaşılamıyor. Anlaşılmaması sözden değil anlaşılmamak isteğiyle sözün üzerinden konunun uzatılmasından değil mi?

Bu sözden kalkıp adli tıbbın ne dediği belli değil hükmüne varılabilir mi?
Neden bu konu hala ortada tutulmak isteniyor.

Bu kadar gereksiz oyalanmalarla niye meşgul oluyoruz. Bambaşka nedenlerle önümüze sürüldüğü belli olan bu konuyla neden uğraşmak yanlısı olanlar var.

Sorun anlaşılmadı mı? Her konu neden bu kadar anlamsızca taraftarlaştırılıyor?
Anlama engelli olduğumuzu daha iyi anlamak için mi?

Bu kadar mantıksızlıktan mantıklı bir sonuç çıkar mı?

Pireden deve imal eden bu düşünce biçimleriyle hangi doğruyu, doğru anlama ve anlaşma şansımız var?

Üzerinde tartışmamız gereken esas konu bu.

14 Aralık 2012 Cuma


Adaletin değil, cehaletin gücüyle karşıkarşıya kalmak! 

Pek çok davada tanık olunanlarla zedelenen adalet duygusu, yargılamalarda gözle görülür yanlışların artmasıyla , çoğunluğun paylaştığı bir rahatsızlığa dönüşmeye başladı.
Başından beri kasti tutum olarak görülebilecek çelişkili uygulamaların, basit usul hatası diye geçiştirilerek yeterince önemsenmemesinden buralara gelindiği unutulmamalı.

Uzun süredir"kedidir kedi", vurdumduymazlığıyla geçiştirilen usul hataları, yırtıcı kaplan gücüyle herkesi sindirince, durum açığa çıkıyor.

Derin suçlular araştırılacak diye beklenenlerin yerinde nelerin olduğunu ve de gerçek suçluları yargılamak diye nasıl bir tiyatro oynandığı çoğu kişi tarafından yeni yeni algılanmaya başladı.
Baştan beri doğru yolda ilerlendiği iddiasında olanların artık yanılgılarını kabul etmekte zorlandıklarını döneme gelindi. Şimdi de, kedinin yerini alan kaplanın yine de iyi eskiye göre daha iyi olabileceği gibi adaletten dem vuran gülünç manevralar sergiliyorlar.
Haklılar çünkü, yanlış kazanların alevini yellediklerini en iyi kendileri görmeye başladıklarından değerlendirmeleriyle oluşturdukları yanlış kamuoyunun sorumluluğunu duymaya başlamış olmalılar.

Her tartışmada yüksek sesle sergiledikleri meydan okumalar, yavaş yavaş sessiz itirazlara dönüyor. Burada farkına varmadıkları cehaletlerinin gücüyle ne kadar yol alınacağını da görmüş oluyorlar.
Nasıl görüldüklerinin tam da farkında olmadıklarından durumu idare ettiklerini sanıyorlar ama fena halde yanılıyorlar.

Sevgi Özkan

13 Aralık 2012 Perşembe


Dijital çağın insanlık halleri!

Avustralya’da yaşayan iki radyocunun çok uzaktaki İngiltere’ye uzanan telefon şakası bir kadının ölümüne yol açtı.

Gezegenimizde gerçekleşen bu olay ve buna bağlı gelişmeler günden güne gelişen bilgi ve dijital çağ nimetlerinin biz gezegen ahalisi için nasıl tehlikeler yaratmaya başladığını da gösteriyor.

Avrupa kıtasındaki İngiltere Kraliyet ailesinin gelini hamile kaldığını bütün dünyayla aynı anda öğrendikten sonra bütün haber kanalları bu basit doğa olayını günlerce tüm dünyanın ortak dikkatinde tutmayı başardılar.

Mide şikayeti ile hastaneye giden kraliyet gelininin hamile olduğu ve bir gün hastanede kaldığını gezegen ahalisi olarak hepimiz öğrendikten sonra Avustralya’dan iki şakacı radyocu, İngiltere’de gelinin kaldığı hastaneyi Kraliçe Elizabeth’in sesiymiş gibi aradığını ve şaşkınlaşan kadın görevlinin, telefondaki sesi gelinene bağlamaya kalktığı bu olay ve sonrasında olanlar günlerdir konu olmayı hak eder nitelikte. Zira işin gerçek habere dönüşen yanı, bu konuşma kaydının internet iletişimiyle tüm dünyanın diline düşmesi.

Daha ötesi de kraliyet ailesinin bu şakayı ciddiye alıp hastaneyi suçlaması. Bundan sonra telefon görevlisi genç kadın olan bitenden kendini sorumlu hissedip bir anda dünyanın diline düşmenin verdiği ürküntüyle kendi yaşamına son veriyor.

Şakanın kaka olması diye geçilemeyecek bu olay, bütün dünyayı üzerken küresel iletişim çağında yapılan her hareket ve sözden başkalarına ve kendimize karşı nasıl sorumlu olunacağı bir çağa ulaşıldığını da hepimize gösteriyor.

Bu sefer Avustralya’daki radyocular yaptıklarına çok üzülüp Noel eğlencelerini iptal edeceklerini bildirmişler.

Artık insanlar birbirinin kurdu olmaktan çıkıp kaderi olmaya başladı. Aman dikkat siz siz olun şaka ve metaforlarınıza dikkat edin.

Gezegen ahalisi henüz bu şakalara pay bırakacak bir ortak gelişmeye ulaşamadı. Birinin şakası, birinin esprisi veya kalemi öbürünün veya öbürlerinin duygularına veya kutsalına dokunabilir. Unutmayın Kim olursa olsun, artık kimse eskisi gibi ulaşılamaz değil.

Sevgi Özkan  

 

8 Aralık 2012 Cumartesi


Dünya Ahalisinin Bozulan Gerçeklik Algısı.

 

Newyork Metrosunda kavgada rakibinin itmesiyle raylara düşen adamın kurtulmak için perona çıkma çabasının anlık görüntüsü medyada bir fotoğraf karesi olarak yer aldı.

Olaya görenlerin yaklaşmakta olan trene rağmen oldukları yerde donup kalarak adama yardıma koşmamaları, birinin de fotoğraf çekmeyi seçmesi, günümüz insanlarında felaket ve tehlike algılarının geldiği son durumu iyi yansıtıyor.

Fotoğrafı çeken gazeteciye neden adamı kurtarmaya koşmayıp fotoğrafladığı sorulunca sanki başka şey yapılamazmış gibi ben flaşımın ışığıyla treni durdurmaya çalıştım diye kendini savunması bile ürkütücü.

Yıllar önce Peter Seller’sin oynadığı bir filmdeki sahneyi akla getiriyor. Uzaktan kumanda aletinin çıkmasıyla sanal alemde seyredileni oturduğu yerden yönetme denemeleri ve bu tür değişimlerin çeşitli yansımalarını konu alan bu film, bozulmaya başlayan gerçeklik algısını çok etkili biçimde yansıtıyordu.

Dünya ile ilişkisini devamlı tv izleyerek kuran, elindeki kumandayla olayları durduran  adamın gerçek yaşamda üstüne gelen iki saldırganı kumanda aletiyle zaplayarak durdurmaya kalkması çok çarpıcı bir kare olarak bugünleri işaretliyordu.

Çok yönlü iletişim gelişmeleriyle sanal ile gerçek algısının iyice karıştığı günümüz insanı da, her olayı tv haberi veya filmi gibi algılamaya, müdahale etme seçeneğini unutan bir aymazlığa sürükleniyor gibi.

Sanal etkileşimin her alanında görülen savaşları, felaketleri, kurgu veya gerçek tüm olup bitenlerin pasif seyircilerine dönen dünya ahalisi, artık kendinin yer almadığı hiçbir filme seyretmekten öte karışmıyor, empati bile yapmıyor meyer ki, içinde kendisi olmasın.
 
Sevgi Özkan 

5 Aralık 2012 Çarşamba


Cafer’liğin Ağır Mesaisi

“Cafer bez getir” sözündeki Cafer, sıkışılan acil durumlarda yardıma  koşup durumu düzeltmeye zorlanan birigibi algılanır.
Yaşamın İnsanları Cafer durumuna düşürdüğü veya düşürüldüğü pek çok durum var. Politik yaşamda da Caferlik duruşunu benimseyenlere rastlanıyor.
Özellikle siyasi sorumluların tartışma yaratan sorumsuz demeçlerinden sonra hasar giderici Cafer’ler, birer birer ortaya çıkıp durumu yatıştırırlar. Özellikle başkan konumunda olanların kendi inisiyatifleriyle devlet yönetme inisiyatifini karıştırdıkları ve kendi eksilerini göz göre göre oluşturdukları durumlarda ortaya çıkan Caferler çağırılmadan gelip devreye girerler. Anlaşmazlıklarda  arabulucu  olmakla karıştırılmayacak biçimde ortalık temizleyici olan Cafer’lerin işlerinin gittikçe zorlaştığı görülse de, telafi kültüründe yaverlikten ve yeminli çevirmenlikten öte, getirisi bol bir uğraş olduğu için caferler çoğalıyor gibi. Acaba? Zira artan caferlik sirkülasyonu, sayı yetmezliğinden mi durumun kaldırmazlığından mı tam anlaşılamıyor.
Sevgi Özkan
 

 

ŞUCU, BUCU

 

Kavramsal algıların gereğince oluşmadığı fikirsel tartışmalarda bilgi ve fikirleri sınıflama yöntemleri, içerik ve sınırlarını herkesin kendi bilgi ve algısına göre oluşturduğu.anlamlandırma farklılıklarına takılıyor.

Karşısındakini Şucu, bucu diye rastgele veya olmadığı etiketlerin raflarına koyanlar ve koyulanların ortak şikayet ve tutumu da buradan kaynaklarınıyor.

Tartışma ve anlaşma zeminini zorlayan en önemli etken de çoğunlukla bu oluyor.

aslında neci olduğundan önce nasıl düşündüğü ve ne dediği, niçin dediği önemsenmeden  aynı başlıklar altında defterleri dürülenler karşısındakiyle tartışırken aynı hatayı yapmaktan kaçınmıyorlar.

Bu çerçeve nitelendirmeler sanki kesin ve bilimselmiş gibi karşısındakini dinleyip anlamadan düşman belleme tavrı içinden çıkılamaz bir atmosfer oluşturuyor.

Alakasız gerekçelerle gerçeği çarpıtarak birbirlerini hırpalayanlar, neyin kızgınlığını taşıdıkları da pek belli olmuyor. Çoğu kafalarında algıladıkları, doğru kabul ettikleri argümanları kendinden emin şekilde

Sıralarken karşısındakinin kendisi hakkında çoktan verdiği karara tosluyor. Kimse birbirinin ne dediğini anlamıyor.

Gördükleri ve gerçek diye inanmak istediklerine inananların nesnel olmaktan uzak öznel dünyası kendini kendine haklı göstermekten öteye gidemiyor. Kavramsal algılama gelişemiyor.
Sevgi Özkan

28 Kasım 2012 Çarşamba


Sırtına Binenleri İndirmeye
Kalkanlara Selamlar.

Diktatörünü daha yeni deviren Mısır halkı, üstüne binip ona hükmetmeye kalkışanı sırtından atmaya kararlı bir rodeo gibi. Diktatörlükleri erkenden önlemek istiyor.
Kılıflanmış da olsa artık diktatörlüklerin yaşatılmayacağı bir dünyaya gidilirken, Mısır'a gıpta etmemek mümkün mü?Bravo onlara.
Bakınca görülenlerle, öyle görünmesini sağlayan şartlar mı söz konusu henüz bilemesek de, bu tutarlı kitlesel tepkiselliğin önünde durulamayacağı çok açık.
Kitlelerin gücüne şapka çıkarılmalı, çıkarmayanlar da, şapkanın altında düşünmeye başlamalı.

Sevgi Özkan
Algılanması Değişse de: Gerçek, Çok Yönlü Bir Bütündür.
 
Sanılanda yanılmakla oluşan sanılgılar, şüpheyle biçimlenen ön alımlar, çoğu kez“gerçek”leri solladığından insanlar ve toplumlararası ilişkileri de bozuyor.

Doğruluğu test edilmeden  yargılarımızı gerçeğin yerine koyarak benimsediklerimiz, davranışlarımızı yönlendirdikçe yanıldığımızı anlamak, anlayınca kabul etmek de zor oluyor.

Ne olduğuna karar vermeden önce çok yönlü olasılıklara pay bırakmak, doğru düşünebilmenin şartı ve gereği. Gerçeğe ulaşmak da ancak bu yolla mümkün.

Bilimsel doğrulara da böyle varılıyor.
Düşünülmeyen ve hesaba katılmayan etkenler ergeç durumu da, sonuçları da değiştiriyor.
Bu nedenle bilimsel bilgiler aşamalı olarak gelişiyor.
Gerisi kendi kendine gelin güvey olmakla eş değer.

Önemli olan gerçeği mi, gerçek sanılanı gerçek diye kabul etmek mi?

"Gerçeklerin olmadık zamanda ortaya çıkma huyu vardır." diyen sözün sahibi de, bir bakıma bu durumu tanımlıyor.
Bakışa göre farklı algılansa da, herkes görebildiği kadarını veya kabul etmek istediği kadarını görse de, “gerçek”, çok yönlü içeriğiyle değişmeyen ve herkesin gördüğü kadarını yaşadığı bir bütündür.

Sevgi Özkan

25 Kasım 2012 Pazar


“SAÇMA”nın yükselişi.

Aile içi veya toplumsal dramları birey ve aşk bazında ele alan dizi filmlerin yarattığı duygusal ağırlık seyirciyi yıldırırken, gündem belirleyici çatışmalara rağmen suçluluk hissi oluşturan sulu komedi film veya dizileri de itici olunca, insanlarımız “saçma”ya sarıldı.

TV dizilerinde bu konuda Leyla ile Mecnun başı çekiyor.

Tolga Çevik’in Sen Kimsin adlı filminde Peter Sellers’ın Pembe Panter deki performansına benzer yorumu ve film texti, “saçma”ya yönelen ilginin diğer bir örneği gibi.

Yine Yalan Dünya repliklerinin “saçma” ya dayalı komiklikleri aynı izlenimi veriyor.

Yaşamın saçma üzerine kurulu paradoksal algısına ulaşan belli bir seviyeyi de işaret eden entelektüel yorumunun, böyle rağbet görmesi,  toplumun ortak bilincinin geldiği seviye olarak memnunluk verici. Ama tabii ki tek nedeni değil.

Söyleneni tam anlamayan insanların diyaloglarında hedef tutturamayan anlamsızlıkların kodladığı zihinsel birikimlerimizin “saçma” olgusuna bir ön kabul sağlamış olması da söz konusu.

Ne gülmek, ne üzülmek arasına sıkışan bireysel tepkilerin saçmalıkta karar kılmasıyla doğan anlaşma ortamı, hasreti çekilen felsefe eğitimine yönelişte değerli bir ön adım sayılabilir.

Sevgi Özkan

23 Kasım 2012 Cuma


Renk Körlüğü böyle olmalı

 

Farklı zihinsel kodlanmaların medeni savaşı mı demeli? Karar vermek güç.

Çünkü eldeki verilerle varılacak sonuçlar farklı olmamalı. Oluyorsa bir yanı görülmüyor veya görülemiyor demektir.

Renk körlüğü gibi bir şey söz konusu.

Ayşenur Aslan’in medya mahallesi programı İki kişiyle sunulalı farklı algılama ve değerlendirmelerle dinleyenlere sabır talimi yapma fırsatı sağlıyor.

Bugün karşı cephe genişleyerek Alif Beki’nin yanına kendi doğrusuna her halükarda üstün tutan Mustafa Karaalioğlu’ nun da katılımı seyredenlere sabırdan öte bir noktayı işaretledi.

Ergenakon diye sunulanlar konusunda ortaya konan tutarsızlıkları kabul edip sonuca inkar etmemek yeşil rengin göz göre göre yeşil olmadığını veya kırmızının aslında kırmızı olmadığını kabul edemeyenlerin o rengi bilmeyen renk körlüğüne sahip olanların durumunu anımsattı.

Bu tür gerçekleri görememe olgusunda yapacak bir şey olmadığını biliyoruz.

Kendi mantık kurgusundaki öncüllerin sahteliği ortaya çıktığı ve bunun inkarının mümkün olmadığı anlaşılıp saptansa, kuşku yarattığı bilinse de, altında hala var sandıkları şeylerin olduğunu iddaa etme cesareti göstermek, var olan rengi başka türlü göremeyenlerin durumundan başka neyle izah edilebilir ki?
Zira, gerçeklerin çok yönlü doğrular bütünü olmasıyla bu durum farklı
Kendi haklılığını kristalize ederken açıkça görünen yanlışları es geçmekte sakınca görmeme durumu böyle adanılmış duygusal “doğru”larla mümkün oluyor.

Burada adanılan şeyin kendisi değil kristalize edilen ve var sayılan hali geçerli.
Bu arada gerçekler

Ayşenur Arslan’ın sakinliğini koruma becerisi, şahsen bana önemli bir örnek oluyor. Duygusal tepkilerle, fikirsel tepkilerin karıştırılmaması konusunda staj yapmış oluyorum.

Kendisini daha çok takdir ediyorum.
 
Sevgi Özkan

17 Kasım 2012 Cumartesi

DİL DEDİĞİN İNSANDIR



Dil, kişi ve toplum bazında tarihi ve coğrafi nitelikli uslup, eğitim, karakter, mantık, mantalite ve paradigmayı yansıtıcı bir veri anlamına gelmektedir.

Ana dil ise bunlara ilaveten ilk ve önemli belirleyici bir duygusal içerik de taşımaktadır.

Genellikle ana dil, her şeyden önce toplumsal yapının tüm karakteristiklerinin anne  tarafından çocuğa aktarılmasında rol oynayan bir temel kodlayıcıdır.

İletişim olanaklarının gelişimi, iletişim kültürünün artmasını da sağladığı günümüzde, dünya, insanlarını gezegen ahalisine dönüştürecek ortak dilli bir küreselleşmeye dönüşerek, ulusal ve yerel dillerin ayrıca kıymete binmesi de, gerçeğin kaçınılmaz olarak içinde barındırdığı paradoksu işaretlemekte.

İnsanın en iyi düşüneceği dilin ana dili olduğu saptaması, sahip olunan dillerin çokluğu içinde genel olarak en iyi bilebileceği dilin ana dil olduğu gerçeğini de ortaya koyuyor.

Buradan yola çıkarak çocuklara başka dilleri öğretmeye başlama yaşının kaç olması gerektiği tartışmaları anlam kazanıyor.

Kimileri okul öncesi dönem veya doğduktan sonra ana dilinin yanında başka dilleri de öğretmenin doğru yol olduğunu ileri sürerken kimileri de önce tek bir dili (ki genel olarak ana dilidir bu) öğrendikten sonra diğer dillerin de erkenden öğretilmesi gerekir düşüncesini ileri sürüyorlar.

Özetle gezegen ahalisinin ortak dili bekli de ortak sembollerle her kültürel veriyi kodlayan tek bir dile dönüşürken, mevcut dillerin kendilerini yaşatma savaşımları da insanlığın önemli bir çatışma konusu olmaya devam edecek. Egemen güçlerin dilleri bile dünya ortak dili içinde eriyecek ve müzelik olacak gibi
Sevgi Özkan.

4 Kasım 2012 Pazar

 
Bu da 2009 da yazdığım Kültür Çevirmenliği yazısı.
ORTAK DEĞERLERİN KÜLTÜREL ÇEVİRMENLİĞİ ÜZERİNE
Farklı anlamlandırmalara sahip tarafların, aynı konuyu ortak
noktalar üzerinde tartışması sağlandığında, taraflar kendilerini haklı bulmaya devam ediyorlar. Yani kimse karşı tarafın gözüyle bakmayı gerçekleştirmiyor.
Bu da beklenen uzlaşma olasılığını ortadan kaldırıyor.
Yıllardır: insan hakkı, adalet, hak, hukuk, gibi insanlığın ortak kavramları üzerinden sergilenen ve sorgulanan davranışlarda rastlanan tablo çoğunlukla bu.
Kutsalları da farklı kültürlerde, tarafların birbirinin kutsalına yönelik girişimleri de farklı biçimlerde şekilleniyor.
Bu gerçek ortadayken sanki aynı şeyi söylemiyorlarmış gibi birbirleriyle kavgaya tutuşanların göremedikleri bu.
Ortak kavramların üzerinde mutabakat sağlamak gerekliliğini de yine bu çatışmalar ortaya çıkarıyor ki aslında “demokrasi” kavramının ortak algılama açısından test edildiği nokta da bu.
Daha önce Danimarkadan başlayan ve müslümanlarla, bazı batılıları karşı karşıya getiren karikatür krizinde yaşanan kutsallara saygı-Fikir özgürlüğü kavgası, İsviçrede yapılan Minare referandumuyla tekrar ortaya çıkacak hissi veriyor. Herkes böyle bir cepheleşme korkusunu dile getirir oldu.
Bugünün dünden farkı, artık her iki taraftaki akil kafaların bu tip çatışmaları demokratik insan hakkı açısından değerlendirme noktasında birleşmeleri.
Ama ne yazık ki bu noktaya her toplum veya her birey aynı anda gelmediği için durumu farklı algılayıp düşmanlık kategorisinde değerlendirenler, kendi algılarının savaşcılarını ve savaş alanları genişletmeye çalışıyor.
Öte yandan her olgu gibi çok yönlü gerçeklere dayanan bu gibi oluşumlar, kendini öteki üzerinden var edenlere bol bol malzeme de çıkarıp, cephe genişlemesine katkı sağlıyor.
Şimdi akil kafaların en önemli işi: olan bitenin ne olduğundan çok nasıl algılanabileceğini hesaba katan açıklamalar yapmak oluyor.
İnsanlığın ortak tartışmalardan doğru sonuçlar üretebilmeleri için
taraflara kendi kültürleri açısından durumu açıklayarak ortak kavramlarda buluşulmasını sağlayacak kültür çevirmenlerine ihtiyaç olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
Bu anlatının en etkili alanı da Medya olabileceğnden bu durumların taraflara doğru algılatılmasını sağlamak da yine Medya organlarına düşüyor.
Hırant Dink öldürüldüğünde kitlelerin ortak protesto sloganı olan “Hepimiz Ermeniyiz” sözünü o gün doğru algılamayanlar, bugün İsviçrede Minare yasağına tepki için Hepimiz Müslümanız biçiminde gösterilen ortak duruşa ne diyorlar acaba.
Bugünü doğru okuyabilirlerse işte o zaman nesnellik anlamındaki tarafsızlığın, hiçbir tarafı tutmamak değil, tuttuğu tarafın hatasına karşı çıkmak olduğunu anlamış olarak toplu çatışmaların önlenmesine katkı sağlayacaklar.
Bu tip olaylar da, gittikce birarada yaşamaya şu veya bu biçimde mahkum olan farklı kültürlerin, ortak kavramlarda birleşmesini sağlaması yönünden önemli olmaya başlıyor.
Sevgi Özkan

3 Kasım 2012 Cumartesi

YİNE "Kültür Çevirmenliği" ÜZERİNE,

İletişim teknolojisinin gelişimi, yaygın olarak paylaşıldıkça dünya hem daha küçülüyor, hem daha büyüyor.
Bu çağda en çok ihtiyaç duyulan şey, söylenen sözlerin kendilerini üreten kültürel paradigmaların içinde ve dışında nasıl anlaşılacağının hesaba katılması. Zira hiç bir mesaj kendi kitlesi ile sınırlı kalmıyor.
Daha önce yaşanılan karikatür krizinde de olduğu gibi yine kavramsal algılama farklılıklarından doğan yanlış anlamalar veya bu farklılığı bahane ederek, yanlış anlamaların büyütülmesi, kitleleri birbirine düşürüyor.
Birinin kutsalına dokunan bir söz, diğerinin söyleyen hakkında ölüm emri çıkarmasına giden çatışmalara yol açabiliyor.
Vaktiyle Salman Rüştü'nün yazdığı bir kitaptan ötürü başına gelenler: bir kişiye karşı koskoca bir dinsel topluluğun ayaklanması olarak yaşanmıştı. Şimdi bu çatışmalar, kişilerin ait olduğu kültürlerin doğal kitleleri arasındaki çatışmalara dönüşmeye başladı.
Aynı paradigmaya sahip kişiler arasında bile söylenen sözlerin dinlenmemesi ve ona bağlı olarak gerektiğince anlaşılmamasından doğan kör döğüşü çatışmalar, artık din kültürlerinin aidiyet blokları arasındaki çatışmalara dönüveriyor.
Papanın bir devlet adamı da olduğunu hesaba katmadan daha önce ders verdiği bir üniversitede yaptığı teolojik bir konuşma: haber kaynaklarınca içinden seçilen bir iki cümleyle koskoca bir müslüman alemini ayağa kaldıracak bir söze dönüşüverdi.
Papa, sözlerinin böyle de yorumlanabileceğini hesaba katmadığı için ne kadar hatalı sayılacaksa, kendine müslüman diyenlerin de kendilerine yönelik şiddete yatkınlık ön yargısını şiddet kullanarak yok etmeye kalkmalarıyla aynı biçimde hatalı sayılıyorlar.
Kimse kimseyi tam olarak anlamadan birbirine giriyor.
Kendi kutsallarına laf söyleyeni şiddetle yok etmekten başka bir davranışa şartlanmamış olan kitleler de, kendilerinin okuyup dinlemedikleri beyanlar hakkında kolayca şavaşa girebiliyorlar. Buna da medeniyetler çatışması deniyor.
Medeniyet sözünü bir kültürel gelişim bloğu olarak alırsak, aslında taraflar gerçek anlamda tam bir medeniyet öncesi çatışma içindeler.
Bu nedenle kültür çevirmenliğine ihtiyaç olduğunun bir kere daha altını çizmeliyiz.
Kültür çevirmenliği, aynı sözün farklı kültürlerde aynı anlama gelmiyeceğini bazen en masum bir düşünce ifadesinin bir kültürün kutsalına dokunup, olay yaratabileceğini hesaplayıp ona göre ifade edilmesini sağlamaktır. En önemlisi kendimiz her söylediğimizi kendi öncüllerimizle iyi kurgulayıp açıklayarak, nasıl anlaşılacağını hesaba katarak konuşmak zorundayız.
Artık ne denildiği değil nasıl yorumlandığı daha önemli olan bir iletişim ortamının kaçınılmaz sonuçlarını yaşıyoruz.
Burada, ne kadar açıklanırsa açıklansın, anlama alt yapısı, söylenenleri gerektiği gibi anlamaya uygun olmayanların sayılarını da hesaba katınca en iyisi susmak diye düşünmemeli, tam tersine düşünerek konuşup düşünerek dinlemeyi ilke edinmek olmalı ki zaten bunun adına da diyalog deniyor.
Çağımızın temel problemlerinden biri de bu.

Sevgi Özkan

Olgunun gerçeği ile Algının Gerçeği

 

Basbakanlık’ a göre Kemalizm: -Cocuk okula mutlu girer, asık surat çıkar-
FIRAT KOZOK ANKARA - Basbakanlık İnsan Hakları Baskanlığı, Facebook sayfasında skandal bir çizgi video paylaştı. -

Kemalizm gerçeği- başlıklı videoya göre okula güle oynaya giren bir grup çocuk, okulun arka kapısından fabrikalardaki yürüyen bantlar üzerinde tek tip ve asık suratlı olarak çıkıyor.
Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nin 13 bin 402 kişi tarafından izlenen resmi Facebook fan sayfasında, paylaşılan videoda, kızlı erkekli bir grup çocuk neşe icçinde okula geliyor.
Bir süre sonra okulun arka kapısında fabrikalardaki bant gibi bir mekanizma üzerinde çocuklar çıkmaya başlıyor.
Çocukların giriştekinin tam tersi mutsuz, asık suratlı ve tek tip haline geldikleri görülüyor.
Kurum, tepkiler üzerine videoyu daha sonra yayından kaldırdı.
Cumhuriyet 01.11.2012”

Toplumların resmi eğitim sistemlerini düzene uygun kafalar yetiştirici fabrikalara benzetilmesi genel geçer bir benzetme olarak pek çok ülke eğitimi için kullanılır. Bunu belli bir sistemi eleştirmek için kullanmak doğruyu yansıtmadığı için bu benzetmenin çatışmalı algılar doğrultusunda kullanıldığı ortada.

Eğitim kavramı için pek çok toplumda geçerli olan bir anlamlandırmanın, zihinsel alt yapıları çatışan tarafların birbirine silah olarak kullanılması farklı bir gerçekliği yansıtıyor.

Olgunun gerçeği ile algının gerçeği arasındaki farkın kavranması ise yine eğitimle sağlanabilir.

Eğitimde asıl amaç, çocukları bilgilerle donatıp, güdümlemek değil, gerçeği yansıtmayan kodlanmaların kurbanı olmayacak biçimde eğitmek yani, olan bitenin gerçeği ile bunların algılanışından doğan farkı kavrayacak bir bakış kazandırmak olmalı. Bu da, gerçeğin nasıl farklı anlamlarla yorumlanacağını ve bunu yaratan etkenleri kavratıcı bir eğitimle mümkün.

Genel olarak olan bitenin algılanması, ideolojik değerlendirmeler kadar kişilerin bilgi ve zihinsel gelişme düzeyine göre de farklılaşır. Çoğunlukla kişiler arası çatışmalara bu anlamlandırma farkı neden olur. Olan bitene aynı anlamı yükleyenlerin çatışması da, düşünce biçimlerindeki kişisel farka dayanır ki, bu da, tarafların tek yanlı veya karşılıklı olarak birbirlerinin dediklerini kavramamalarından oluşmakta, fikirsel değerlendirmemenin yerini çoğunlukla önyargılı ve duygusal değerlendirmelerin almasından doğan yanılsamalara yol açar.

Olan bitene aynı anlamı yükleyenler arasındaki çatışma ile farklı anlamı yükleyenler arasındaki çatışmalarda ise doğal ve eğitimsel yönden farklı zihinsel kodlanmaların belirleyici olmasını hesaba katmak ise başlı başına bir eğitimdir. Bu da çocukların anlama alt yapılarının bu gerçeğe göre inşa edilmesini sağlamakla olacaktır.

Çocuklara, akla kara mantığı yerine grileri hesaba katabilmeyi öğretmek, gerçeği doğru kavrayabilmelerine zemin hazırlayacak önemli bir eğitimsel evredir. Yoksa herkes kendi kodlanması kadar gerçeği kavrayacak, örnekte görüldüğü gibi gerçeği yansıtmayan yorumlar gerçeğin yerine konulacaktır.
Sevgi Özkan

 

 

 

30 Ekim 2012 Salı

Biz Körlüğü

Yönetenle yönetilen arasındaki algı çatışması, devlet yönetimiyle halk arasında olunca sorunlar çözümsüzleşiyor.

Halkın tehlikede gördüğü için kuruluş yıldönümünde Cumhuriyetine sahip olma dürtüsüyle meydanlarda kutlamak isteğine karşı durmak, korkuların doğruluğunu ispattan öteye bir anlam taşımaz.

Her karşı duruşu kendine ihanet gibi algılayanlar, hata yapıp yapmadıklarını anlamak için  kendi davranışlarına oto kontrol yapmak zorundadırlar.

Her toplu hareketi kışkırtma diye görmek, ilk başta halka güvenmemek değil midir?

En iyi yönetimler de hata yapabilirler. Hataların düzeltilmesi yerine hatalara uydurulan kılıflarla hatayı örtmeye kalkmak yanlışı büyütmekten öteye geçmez.

Her şeye biz ve onlar diye bakma alışkanlığı arttıkça, kendini beğendiğini düşündüklerini biz parantezine, eleştirenleri de, onlar parantezine koymaya kalkılacağı için, hangi tarafın çoğalmakta olduğunun farkına bile varmazlar.

Biz parantezdekilerin de kendisini doğru bulmadıklar noktalar olabileceğini anlamaları mümkün olmadıkça, bu taraftarlık rezervi hiç değişmeyecek sanırlar.

Neyin nerede biriktiğini ve nerede patlayacağını da fark edemezler.

İşte bu gaflet, pek çok otoriterin sonunu hazırlayan en önemli körlüğü oluşturur.

Her eleştiriyi küfür sayanların egoları şiştikçe, kendilerini kendilerinden koruyamayacak hale gelecekleri için isteseler de yanlışlarını görememeye başlarlar.

Ve bu durum da hep iş işten geçtikten sonra kavranır maalesef.

Sevgi Özkan

24 Ekim 2012 Çarşamba

İLERİTOKRASİ'nin CUMHURİYET BAYRAMI!


Demokraside geriye mi ilerliyoruz, ileriye mi geriliyoruz?
Geriden dolaşmak, geride kalmak değil mi?
İstikamet neresi?
Cumhuriyetin simgesi milli bayramlara katılımın, eskiden zorla yaptırıldığını ileri sürerek demokrasi adına bu duruma itiraz edenler, bugün kendi isteğiyle kutlamağa kalkanların, devlet gücüyle önlenmeye zorlanmasına ne diyorlar?
Demokraside ileri gitmek bu mudur?Bu olan bitene ne denilecek?
Kelime oyunlarına önerilecek yeni bir sözcük diye ileri gitmiş demokrasiye ileritokrasi mi demeli?
Demokrasinin değerini anlayan, yanında, önünde, arkasında kalan herkesin Cumhuriyet BAYRAMI şimdiden kutlu olsun.

Sevgi Özkan



21 Ekim 2012 Pazar



Cahilin Dilini Anlamak Aydına Düşer.

Bilen ile bilmeyen arasındaki fark, bileni aydın bilmeyeni cahil yapıyor.
Cahil nitelemesinde bilmemek ölçüyken, aydın nitelemesinde sadece bilmek yeterli olmuyor.

Bilgi ve düşünce gelişmişliğini yansıtan “aydın” kelimesi, saygı uyandırdığı kadar kimilerine de “Öteki”ne yukardan bakan, kolay ulaşılmayan algısı yaratıp eşitlik duygusunu oumsuz etkilediği için itici gelebilir.
Aydının toplumsal işlevinin sadece bilgi aktaran gibi algılanması, karşısındakiyle arasındaki mesafeyi arttırdığından çoğunlukla aktardıklarının anlaşılmasını da zorlaştırır.
Bu açıdan bakınca gerçek aydın, aktardıklarının gerektiğince anlaşılmasına aracı olabilendir. Bu da, bilgi ve fikirlerin bilmeyenlere onların anlayacağı biçimde aktarılması ve aydınlatılmasıyla sağlanır.

Davranış veya zihinsel çıkarımların dayandığı farklı bilgiler ve ondan oluşan dünya görüşlerinin ötekine doğru algılatılması bir çeşit çevirmenlik sayılabileceğinden, bireysel ve toplumsal kültür farklılıklarından oluşan değişik algılamaların birbirine doğru aktarılması da "kültürel" çevirmenlik diye nitelendirilebilir.

Günümüzde sanal iletişim dahil tüm sosyalleşmelerin bilgi ve tartışmayı gerçek anlamda sokağa taşıması, yalan yanlış da olsa bilgiye erişme kolaylığı sağlayan teknolojilerin hızlı gelişimi, her konuda bilgi sahibi olma hevesini gerçekleştiriyor.

Günümüz üniversitelerinin akademik çalışma dinamizmini bile yönlendiren sokak, toplum ve birey iletişiminde kültürel çevirmenliği de gündeme sokuyor.
Artık insanlar eskiye göre daha geniş alanlarla iletişim kurup, tartışıp, çoğu kez de birbirlerini anlamadıkları için çatışabiliyor. Özellikle aydınlar, herkes söylenenleri anlamak zorunda ve anlıyormuş gibi tartışmaları sürdürüp anlamaktan çok anlaşılmayı bekleyebiliyorlar.

Aynı dili kullanmanın bile birbirini anlamaya yetmediği görüldüğünden, aydınların, “cahil”lerin kendilerini anlamamasındaki esas sorunun ne olduğu üzerine kafa yormaları, bunun için de kapalı devre dil iletişiminden vazgeçmeleri daha doğru görünüyor.

Her şeyden önce, kendilerinin de karşılarındaki cahilin dilinin cahili olduklarını anlamaları gerekiyor ki, bunu anlayan taraf da gerçek aydın oluyor.
"Cahille konuşma yenilirsin” ifadesi, durum analizinden öte, "cahille cahilin anladığı dilde konuşmalısın, bildiklerini onun diline çevirme zahmeti göstermelisin" uyarısı olarak da yorumlayan ve bilenle bilmeyen arasındaki iletişimin önemini işaretleyen bir ifade.

Bu durum, ağaçlardan geçilmez ormanlarda güçlükle ilerlemeye benzediğinden, aydının aktarımlarını karşısındakinin anlayacağı gibi çevirmesi, anlaşma zemininin oluşmasını sağlar.
Günümüzde farklı paradigmaların bakışıyla ortak değerlendirmeler üzerinden dışlaşan farklı  kavramlarda aydına düşen en önemli sorumluluk, tartışmalara bu doğrultuda yanaşmaktır.

Bilişim çağında hızla bozulan normların, aynı hızla yenilenmemesinin yol açtığı “değersizleşme” ortamında, özellikle medya üzerinden kamuoyu belirleyici tartışmalarda aydınların, bu çevirmenliğin işlevini iyi kavramaları gerekiyor.
Gerçeğin çok yanlı doğruları taşıdığı, çoğunlukla doğru kabul edilenin gerçeğin sadece bir yanını yansıttığı ve algılanmasının bu doğrultuda olacağını unutmaması gereken aydın oluyor. Algıda tek doğru geçerlidir ve herkes bunu anlamalıdır yanlışına düşmemek için aydın cahilin dilini anlayarak ona gerçeğin doğrusunu anlatabilir.

Son zamanlarda iyice artan özellikle Atatürk ve Cumhuriyet hakkında farklı ve birbirinin tam zıddı paradigmalar aslında bu tek yönlü gerçek algısından doğan yanlış okumaları yansıtmakta. Çoğunlukla bilgisel kodlanma farkı ve eksikliğinden doğan tartışmalarda herkes kendi birikimi doğrultusunda bir taraf olduğundan, bilmeyenin dilini anlama çabası yani kültür çevirmenliği aydın olana düşmektedir. Bu da gerçek aydınlarca kuru bir taraftarlıktan daha zor olsa da, önemli bir sosyal sorumluluk olarak anlamlandırılmalıdır.

Sevgi Özkan


Siz, Yine Benden Duymuş Olmayın.

Benden duymuş olmayın ama Cengiz Han köpekten korkarmış.
Aramızda kalsın diyemeyeceğim çünkü ben de bir TV programındaki Moğol tarihi uzmanından duydum.
Benim takıldığım nokta fetih kahramanlarının çoğunda böyle çelişkili özelliklerin bulunması.

Dünyaca ünlü bu hükümdarın zalimce saldırganlığı ile köpeklerden korkması arasında nasıl bir bağ kurulacağı belli. Çünkü genel olarak zalimliğin ardında korkaklık yattığı inancı teselli değilse, bu acımasız saldırganlığın arkasında böyle Freudyen bir bağ bulunacaktır.

Hayvan sevmemekle hayvandan korkmak aynı şey değildir ama acımasızlıkla korkaklığın çoğu zaman eş değer olduğunu, aslında kahraman diye okunan fetih zalimlerinin çoğunda da böyle kişilik özelliklerinin farklı bir anlam kazandığını biliyoruz. Tam zapingleyip geçerken Cengiz Hanın o kadar kişiyi katletmesine tarihçinin şöyle gerekçelendirdiğini duydum.
“O, aslında herkesi değil kendine itaat etmeyenleri öldürttü.” 
İşin püf noktası da kahramanlığın, aslında kendine itaat etmeyenden korkarak onu yenmek değil ortadan kaldırmak olarak anlaşılmasında zaten.
 
Bir kaç yıl önce Cengiz Hanın yayılma politikasını anlatan bir belgeselde, zalimlikleriyle meşhur Çinlileri bile yıldıran acımasızlığını ürpererek izlemiş biri olarak onun yaptıklarını kristalize eden bu tarihçi ifadesi de bana hafifletici gelmiyor ve kahramanlık yorumuna o gün bugündür kuşkuyla bakıyorum.
Sevgi Özkan  

19 Ekim 2012 Cuma

Paradigma farkını unutmamalı


Paradigma Farkı

AB’nin Nobel ödülü kazanması ve AB’nin değerlendirme raporunun yayınlanması AB’yi tekrar ülke gündemine soktu.

AB’ye Nobel ödülünün verilmesinde en önemli değerlendirme, Birliği oluşturan ülkelerin kendi aralarında barışı sağlamayı başarmış olmaları. Zira dünya barışının sağlanmasının yolları buradan geçiyor. Bu önemli noktayı kavramadan yapılan değerlendirmeler, ülkemizde gittikçe egemenleşen anlayış ile AB arasındaki anlamlandırma farkını hesaba katmak gerektiğini gösteriyor.Çünkü AB ile aramızdaki değerlendirme farklarının temelinde bu anlamlandırma ve fikirsel konulara düşünsel değil duygusal ağırlıklı tepki gösterme farkı yatıyor.

Aslında bu fark, doğulu ve batılı olmanın temelinde de yatan en önemli belirleyici.

Sanayi devrimini yaşayan AB toplumlarında fikrin fikirle, bizim gibi bu aşamayı tam geçirmeyen toplumlarda da fikrin ve hemen hemen her alanda olan bitenin duygusal tepkiyle karşılanma ve cevaplanma alışkanlığı geçerli.

AB ile pek çok konuda ayrı düşmemizi sağlayan temel paradigma farkını belirleyen de bu durum. Bunun tüm insani ilişkiler gibi politik ilişkilere de egemen olması şaşırtıcı değil.
Batılılaşma yolunda standart oluşturma gibi artılara duygusal tepkilerle yönelmekten doğan bu anlamlandırma farkı. Ülkemizde fikirsel konuların çoğunlukla küfürleşme ve yumruklaşma gibi duygusal tepkiyle ele alınması, bu davranışın dışında kalan toplumlar için kolay anlaşılır bir nokta değil.

Kapısını çalıp katılmak isteğimizi bildirdiğimiz bu farklı paradigmal bütünlüğün, sadece ekonomik kıstaslar veya ahlaki ölçüler bazında değerlendirilip aramızdaki bu anlayış farkının hesaba katılmaması karşı tarafı anlamamıza ve de onların da bizi anlamasına en büyük engel.
Aslında bu iki tarafın da birbirini anlamadığının en güzel ispatı.

Son zamanlarda ülkemizde Avrupa ve Amerika toplumlarına göre daha iyi gözüken ekonomik gidişata dayanarak AB’yi yaşadığı ekonomik kriz nedeniyle eksileme eğilimlerinin artması, birliğe girmek amacımızın nasıl ölçülere dayandığını onlardan çok bize gösteriyor. AB ile ilişkilerde onların iki yüzlülüğünü konu ederken kendi iki yüzlülüğümüze yeterince değinmememiz, öz eleştiri kültürümüzün seviyesini değil olmadığınıortaya koyuyor. AB’nin batmasını bahane ederek rahatlamanın, o gidişatı yeterince ve çok yönlü kavramadığımızı bir daha gösteriyor.

Batının evrensel insani değerler üzerinden başarmaya çalıştığı hedeflerin AB denemesiyle gerçekleşmemesi, artık savaşların yıkımı bilincine ulaşan  insanlık için oh çekilecek bir durum değil.
Zira bu insalık tarihi boyunca yaşananlardan damıtılarak varılan o değerler, sadece batının başarısıyla oluşan bir medeniyet değil, insanlığın gelişmesinde ezilenin de sömürülenin de ortak acısıyla oluşmuş herkese ait değerlerdir. Bu hedefi işaretleyen yolda batıya katılma ve AB ile bütünleşme isteğine herhangi bir medeniyete katılmak gibi değil bu gözle bakmakta yarar var. Anlaşmazlık noktalarının karşılıklı suçlamalardan çok, aradaki bu farkı hesaba katarak değerlendirmekte yarar var.

Sevgi Özkan

 

14 Ekim 2012 Pazar

Vitrindekiyle içerdekinin aynı olmadığı anlaşılmaya başlandı mı?
Vitrine konanla içerde satılanın aynı olmadığının benimsendiği bir aldatma kültüründe yaşıyoruz.
Bu yanılsamanın son yılların şununla bununla hesaplaşıyor diye sunulan politik adalet arayışlarında da geçerli olduğunu görmeye başladık.
Zira toplum adına yüzleşme ve hesaplaşma diye harekete geçenlerin, aydınlık günler hayaliyle bu karanlık işleri anlamayan bazı aymaz aydınların kolaylaştırılıcılığında, hesaplaşılması gerekenler yerine hesap sormak istenenlerin konulduğunu, kurunun yanında yaş olanın da yanmaya başladığını görüyoruz.
Vitrinde vaat edilen ile içerdekinin farklı olduğunu hesaplaşmada göz ardı edenler, yapılanlarıuzun süre, vitrindeki diye savunmaya devam ettiler.
İçerde “gömlek bulamadık, pantolon verelim” dercesine asıl suçluların yerine asıl suçlanmak istenilenlerin konulduğu anlaşılmaya başlayınca, önce olur böyle aksaklıklar dediler, ortaya çıkan gerçeklerin örtülemeyeceği anlaşılınca da: insiyatif kullanıp pantolonu reddedenleri suçlama kolaycılığına kalktılar. Bu arada suçlu yerine suçlanmak istenenleri alanlar, Üsküdar’ıgeçip gözden kayboldularsa da, ardındakiler yolu şaşırıp önce en kolay yolu seçerek yargıya yüklenmeye ardından da, “açık” sandıkları yolun tıkanmaya başladığını gören otobandaki uyanık sürücüler gibi geri geri gelmeye başladılar. Yolun doğru ve açık olduğunu sanarak henüz istikamet değiştirmeyenler ise birbirlerini suçlayarak doğru yolda olduklarını iddaa etmeye çalışıyorlar.
“Türkün aklı başına sonra gelir” sözüne dayanarak hata yapma olasılığınıbenimseyen bazı aydınlar, yine hata yapıp sonra yanılmışım diye durumlarını hafifletmeye, kendilerini de haklı görmeyi sürdürüyorlar. Böyle yaptıkları hatayı hep sonradan anlayanlar, kendi yargılarından hiç gocunmayıp hep başkalarının hatasıyla uğraşarak durumu kurtardıklarından onlara hatalarını yapmadan anlamasını hatırlatmanın bir yararı olmadığı anlaşıldı.
Ne var ki artık yol tıkandı. Şimdi ne olacak?
Gerçek suçluların yerine rehin tutulanlar, adaletin gerçekleşmesi için gün sayarken, gerçek suçlular yine arazi oldu. Kim kimden neyin hesabını soracak? Yanlıştan dönülmesini ve çözümü kilitleyen de işte bu durumlara yol açanların kapıldığı korku.İyi de “korkunun ecele faydası” olmadığını herkes çok iyi biliyor.
Sevgi Özkan

30 Eylül 2012 Pazar

Yeni İnsan! Arayı Açıyor


İletişim teknolojilerinin yönettiği bir dünyada bu teknik gelişmelere karşı insani gelişmeler de ilerleyeceğine geriliyor gibi.

Ya da doğasal ve toplumsal yönden gittikçe vahşileşen bir dünyada oluşan yeni insani sorunları ele almak henüz lüks kaçıyorsa da geleceği onlar belirleyeceği için üzerinde düşünmek gerekiyor.

Buna karşın, gittikçe aynı şartlara tabii olmaya başlayan insanların ve toplumların kurgusal uzay filmlerinde örneklenen bir koloni haline geleceğini düşündüren işaretler artıyor. 
Toplumsal gelişmişlik seviyesi ne olursa olsun insanların çağın ortak problemlerinde ortak çözümleri benimseyeceğinin kaçınılmazlığıyla, beklenmedik bir eşitlenme yaanıyor gibi.
Neredeyse vücutlara monte edilmiş ve bireyi her an dünyadan haberdar eden bir açık kanal haline dönüşen akıllı iletişim araçlarıyla yaşayan yeni bir insan türü söz konusu.

Bu bağlantıların sağladığı twitter benzeri herkese açık tartışma alanlarıyla lafa laf kültürünü pekiştiren bir “boş” doluluk giderek her şeyin önüne geçen bir uğraşa dönüşüyor.

Bu çok uyaranlı kodlanmaların, beklenin aksine insana ve topluma dair ortak değerleri geliştirmekten çok sersemleştirip değiştirmesi ve yerine aynı hızla yenilerinin konulmaması yepyeni sorunlar yaratıyor.

Örneğin güvenlik kaygısıyla insanların bireysel özgürlük ve inisiyatif hakkının sorgulanmasına yol açan gelişmeler, farklı kutsallık kavramlarını da karşıkarşıya getiriyor. Veya bunların geçer akçe stratejik "kargaşa" inşasında kullanılmasının önemini ortaya çıkıyor.

Bugünü anlamak için tarihe bakanların, son otuz -yılda iyice farklılaşan insan toplumlarıını iyi mukayese etmesi gerekiyor.

Kullandığı teknik her gün gelişen insanın, eskiye göre daha zeki olduğu söylenebilirse de eskiye göre daha çok düşündüğü ve akıllı olduğu tartışılır. Çünkü gidişe hükmetme yeteneğinin sanılanın tersine insanların elinden iyice çıktığı görülüyor.

Tekniğin kölesi olan pek çok birey, elindekilerle oynarken pek çok şeyi kaybettiğini fark etmiyor, edenler de, bir şey yapamayacaklarını anlayıp, gidişatı endişeyle izliyorlar. Ta ki, yeni bir ileti onlara ulaşıncaya kadar.


Sevgi Özkan

29 Eylül 2012 Cumartesi

Dikkat Taksim Meydanı İçin Korkulanlar gerçekleşiyor.

Kaç neslin hafızasına kodlanan TAKSİM Meydanı elden gidiyor.
Uzun karşı çıkışlara rağmen trafiğe çözüm diye yararsız bir girişimle yayalaştırmaya kalkılan proje ihalesinin tamamlandığıve ilk alt geçit için kazılara hemen başlanacağını öğreniyoruz. İkdidar partisinin kongresine çevrildiği şu günlerin, böyle bir başlangıç için ne kadar uygun olduğu, böyle tartışmalı dayatmaların hep böyle dikkat toplayan büyük gürültüler sırasında gerçekleştiği toplumsal belleğimizde kayıtlı olduğundan hemen bu ara işe koyulunacağı belli.
İstanbul yerlileri için Taksim’i, Taksim olmaktan çıkaracak bu yeni düzenlemeyle ulaşılacak Topçu kışlasının zaman tünelinde ne kadar geri gittiğimizi algılatacağı belli de ,nasıl dönüleceği belli değil. Aşılama nostaljilerle halkı oyalamaya kalkan rantsal dönüşümlerle, bir türlü yakalayamadığımız “ileri”ye böyle mi ulaşılacak? Konuya hakim olan mimarlar bu büyüklükte boş alanların yayaları ayrılmasının bir yararı olmadığının çoktan anlaşıldığınu söylüyorlar. Mehter yürüyüşü gibi iki ileri bir geri gidişlerle "ilerleme" bu nedenle uzun sürüyor.
 
Sevgi Özkan

27 Eylül 2012 Perşembe


Aslında Paradigmalar Çatışıyor.

 

Doğu ve Batı, kendilerini birbirinin ötekisi olarak nitelendiren iki farklı temel paradigma olarak, pek çok alanda çatışabiliyor.
En büyük çatışmaların dinsel aidiyetler üzerinden patlak vermesinde doğulu tepkisinin duygusal, batılı tepkisinin fikirsel olarak dışa vurma eğilimi belirliyor. Farklı inanç ve ifade özgürlüğü anlayışına sahip bu iki kültürel bloğun, saygı ve hakaret algısı da farklı olduğundan, doğulunun kutsalı olan dinsel hassasiyet, diğerinin kutsalı olan düşünce özgürlüğü kavramının karşısına dikiliyor.
Bu temel anlayış ve davranış farklılığının karşılıklı olarak yeterince algılanmaması kanlı ve ölümcül çatışmalara dönüşüyor. Kendi dinine dönük alay, eleştiri veya karalama girişimlerini saldırganlıkla protesto etmeye kalkarak karşı tarafı haklı çıkaran bu vahşi tepkiler dinlere saygı olmaktan çıkıyor. Kendi dinine de eleştirme hakkını ifade özgürlüğü sayanlar da diğerlerinden aynı tavrı beklemekte kendilerini haklı sayıyorlar. Çoğunlukla inançlara saygı ve ifade özgürlüğünü aşan böyle girişimler ve karşı saldırıların, tsunami dalgaları gibi geniş kitlelere yayılması önlenemiyor.

Daha önemlisi bu karşı karşıya gelişin bazı güçlerce kışkırtıcı olarak kullanılması, sonunda her iki tarafta toplu kin ve nefret birikimleri oluşturuyor.

Müslüman Peygamberini aşağılayan film ve sonraki gelişmelerde ortaya çıkan bu durum, birbirinin değer ve kutsallarına saygı isteğinden öte, pekçok nedenle birikmiş düşmanlıkların dışa vurulmasına yol açıyor.

Doğululuk parantezinde şekillenen, dinine peygamberine saldırıldığı düşüncesiyle Müslümanlık aidiyeti üzerinden gelişen karşı saldırı, çoğu Hırıstiyan ve Müslümanlarca kutsallara saygısızlık olarak eleştirilse de, genellikle eğitimsiz ve radikal dincilerce bir din savaşına dönüştürülmesi hem batının, hem doğunun ortak sorunu haline geliyor.
Toptancı bakışlarla İslam’ı saldırgan olarak niteleyenleri haklı çıkaracak biçimde kendini başkaca ifade edemeyen bu vahşi öfkenin, katilsin diyeni öldürerek öyle olmadığını göstermeye kalkma çelişkisi, müslümanlık adına olumsuzluk yaratırken aynı zamanda cahil radikallerin elinden dinlerini kurtarmaya yöneltiyor. Aynı zamanda tarafların "kutsal" kavramının birbirinden ne kadar farklı olabileceğini algılamalarına yol açıyor.

Medeniyetler çatışmasından çok, gösterilen tepkiler üzerinden medeniyetler karşılaşması ve Müslümanlık / Hıristiyanlık’tan daha çok, doğululuk / batılılık olarak biçimlenen bu kavramsal çekişmeler, sonunda farklı kutsallara saygıda buluşup tarafların birbirini anlaması gerektiğini herkeslere gösteriyor.
Tarafların bu kışkırtıcı girişimlerin, en ufak bir sataşmayla alevlenen bu "medeniyet çatışmaları"nın, giderek farklı kültürlerin farklı algıları üzerinden gelişen anlaşmazlıklar için karşılıklı bir kültürel çeviri gerektiği bilincine ulaştırabilecek.

 

Sevgi Özkan

 

 

1 Eylül 2012 Cumartesi

Koyunların Yanlışlığı !
 
Her yanlış ve düşüncesiz hareketin topluca benimsenip adet hatta görenek haline getirildiği bir toplum düzeninde yaşıyoruz.

Bilgisizlik yanlış yaptırır ama bireysel sorumluluğun  ve aklın gelişmemesi de hataya ve kendini hep haklı görmeye yol açar.

Mesela sıkışık otoyollarda emniyet şeridinden gitmeyi akıl ettikleri halde gitmeyerek yolun akışını sağlarlar. Sivri akıllı bir işgüzar, herkesin bakışları arasında emniyet şeridinden gitmeye kalkarak bu uyumu bozana kadar süren bu kurala uyma refleksi yerini kaosa bırakır. Kendilerini akıllı sanan açıkgözler, kurallara uyanların yüzüne bakmadan yanlarından hızla geçip giderler.

Yaşamın öyle çok alanında oluşan kural bozuculuk olunca yanlışlar da neredeyse “doğru” yerine geçer ve kurala uyanlar, kural bozucular tarafından oyun bozan bile ilan edilirler.

Aklının bireysel gelişimiyle doğru ve yanlış ayrımını yapabilen, sürü içgüdüsüne kapılmayanların azınlıkta kaldığı bir düzende, “hatalı” davranma cinliği de akıllılık yerine geçiverir.

Bir tanesi uçurumdan atlayınca diğerleri de artarda atlayan koyunların iç güdüsel motivasyonu gibi “bireysel”leşememiş insanlar da, “yanlış”a gözü kapalı katılarak, düzenin bozukluklarına katkı yaparlar. .
Bu o kadar böyledir ki, yaptığınız yanlış değil mi diye sorgulandıkları zaman verebilecekleri en doğru cevap, “yapmamamız gerekir ama yapıyoruz” diye düşünce dışı davrandığını gösterirler.
Bu yarım özeleştiriyle kendilerini kurtarmaya alışınca da, hatalı davranmaktan kaçınmak yerine, yakalanmadan yapmayı sürdürmeye, yakalanınca da böyle itiraflarla durumu kurtararak düzen bozukluğuna katkı sağlamaya devam ederler.

Böyle otokontrolsüzler için, düzeninin yönetiminden sorumlu olmak bile bu davranışı önleyici olmaz.

Sorumlu makamda otursalar da kural çiğnemekten kaçınmayıp kendi statülerinin ayrıcalığına sığınan böyle tipler, açıklarının yakalanmamasını da kural dışı uygulamalarla kapatmaya, “Balık baştan kokar” sözüyle gelen eleştirileri de sen benim kim olduğumu biliyor musun tehdidi ile savmaktan hiç geri kalmazlar.
Sonunda gelişmiş aklın. gelişmemiş akla yenik düştüğü bu düzen. böyle devam eder.
 
Sevgi Özkan 

30 Ağustos 2012 Perşembe


Düşünceni denetle, yoksa yanarsın.

Son günlerin insani gelişmeyi ilgilendiren en önemli haberi, düşüncelerin beyindeyken saptanmasıydı. Bilgisayarlar gibi insan beyni de 'hack'lenecekti.

Beynimizdeki kişisel bilgilerin saptanıp, çalınması benim fikrim, benim buluşum iddiasını tartışılır hale getireceği için henüz hallettik derken yeni tür fikir ve düşünce hırsızlığı ve telif sorunuyla karşı karşıyayız demektir.

İşleyişi çoktan kopyalanan insan beyninin robotik sistemlerin geliştirilmesinden böyle olanakların çıkacağı belliydi ama fütüristik bir kavrayışla daha çok zaman var diye önemsenmemişti.

Zaten son yıllarda ileride olacak diye endişe etmediğimiz öyle şeyler hızla oluşmaya ve yaşamlarımızı yönlendirmeye başladı ki, değil endişe duymak, şaşırtmıyor bile.

Fikirlerinin çalındığını bilmeden kendinin sandığı bir değere rastlayanların ne yapacağım diye düşünme zamanı geldi çattı demektir. Beynindekileri kaptırmaktan çok kimin kaptığını ve başına neler geleceğini bilmemek zor.

Artık düşünen insanların suça dönüşebilecek özel zihinsel birikimleri nedeniyle suçlanma ve tutuklanma olasılığı da artıyor demektir.

Gerçi ülkemizde son dönemlerde aklından geçirme türü savların adli suçlama ve mahkemelerde delil gibi kullanılması mümkün olurken bunun ispatlanması için bu yola başvurulması da bilimsel veri yerine geçebilecektir. Hatta bu gelişmenin bizdeki bu uygulamalardan örneklendiği iddiası bile yaygınlaşacaktır.

Gerekçeli kararlarda aklından geçirme suçuna artık daha çok ceza verilebilir. Şimdiden akıllı olup düşüncelerimizi denetlemeliyiz. Maazallah gerisi çok karışık. Düşünme suçu esas şimdi başlıyor.
Allah aklımı korusun demenin tam sırası.

Sevgi Özkan

8 Ağustos 2012 Çarşamba


MERAK TERBİYESİ!



Merak, insanın bilme ve öğrenmesinde önemli motivasyon sağlayan bir duygu olarak bilimsel pek çok araştırma ve buluşta önemli rol oynuyor

Toplumun merak kültürü, yaygın olarak benimsenen değerleri ve merak türlerinden oluşuyor.
Toplumda var olan merak türleri de, bireylerin entelektüel kapasitesi ve beyinsel kodlanmasıyla  biçimleniyor.


Mesela son günlerin insanlık için önemli bir merak konusu olan Mars’a indirilen MERAK’ı merak etmek, bilimsel merak açısından önemli bir gösterge. Toplumsal gündemi olmayan bilimsel merakı iyice yok eden acil sorunlarla dolu olan ülkemizde kaç kişi bu konuyu merak edebilecek bir durumda acaba?

Ciddi sorunlar yerine bireysel mahremiyetlere dönük merak giderme ve oluşturma açısından da tatmin aracı olarak insan ilişkilerinin önemli bir vazgeçilmezi olan dedikodu, özünde terbiye edilmemiş ve bilimsel olmayan bir meraka dayanıyor.

Dedikodunun özünde kişinin öğrendiğine kendi ekledikleriyle büyüyerek gerçeğinden kopan bir malzeme tüketimi söz konusu.

Yol açtığı pek çok yanlışlık ve çatışma nedeniyle kınansa da dedikodu insanların vazgeçemedikleri bir davranış açığı olarak gerçeği ve gerçeği algılama yeteneğini farklılaştırırken aynı zamanda komplo teorilerine yatkınlığı da arttırıyor gibi.

Bireysel hak ve hukukun gelişmediği toplumlarda özel yaşama dönük merak ve karışmalarla, insan mahremiyetinin ihlal edilmesi önlenemiyor.

Merak olgusunu başkalarının yaşamlarına dönük kısır küçük ve önemsiz noktalardan daha düşünsel ve bilimsel yönlere geliştiren insanlar, zaten merak terbiyesi kazanmış ve gelişmiş kişiler olarak başka biçimde var olmayı beceremezler.

Bireysel mahremiyet bilinci gelişenler, başkalarında neyi merak etmesi gerektiğini de denetleyebilen, kendileri kadar başkasının özeline de saygı duyulmasını gelişmişlik olarak kazanmış ve kollamış bireylerdir.

Basit içgüdülerden, düşünce ve bilgi ile yaşama gelişmişliğine evrilen akılların merak türleri ve kaliteleri çok farklılaşacağından böyle bireylere sahip toplumlar da bireysel hak kültürü açısından daha gelişmiş olurlar.

Bireylere merak terbiyesi, küçük yaşlarından itibaren çevresi ve toplum tarafından kazandırılması gereken önemli bir gelişim basamağıdır. Bu nedenle içgüdüsel merak duygusu, insanların toplumsal gelişimi yönünden çocukluktan başlayarak terbiye edilmesi gerekir.

Ülkemizde olan biten her şey dedikodu seviyesinde bir merak, toptancı değerlendirme ve yakıştırmalarla ele alındığından gerçeği doğru algılama ve olan biteni doğru okuma merakı merakı gelişmiyor.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

FENA HALDE GERÇEK

Öyle günler yaşıyoruz ki kişisel romantizmlerimizle kendimizi dışına itemeyeceğimiz kadar önemli sorunlarla, her yandan sarılmış gibiyiz.

Bir yanda savaşa sürükleniyoruz hissi veren dış politika açmazları,

Öte yandan olan biteni farklı argümanlarla okuma ve yorumlama farklılığından doğan kamplaşmalar.

Eleştirel sorgulamalar, herkesin kendi bilgi ve hassasiyetine uygun olarak birilerini mimlediği mikro cepheleşmeler ve cepheleri bölmeye başlayan farklılaşmalar artıyor.

Her gün yadırganmadan bakılan cenaze ilanlarına dönen özellikle kadına dönük şiddet olayları.

Her türlü tehlikeye maruz kalan ve bu olguların şahitliğinde büyüyen çocukların ve toplumun geleceğini şimdiden belirleyen bitmez tükenmez travmalar.

Eğitimin tüm safhalarında her çocuk ve gencin kaçınılmaz olarak en az bir kez deneme objesi ve yaz boz tahtasına dönüştüğü uygulamalar.

Görev kusurlarına karşın belli bir anlayış cephesinde gedik açmamak için ısrarla yerlerinde tutulup hatta terfi edilmeyi sağlayan ve kusur işleyen mükafatlandırılır algısına yol açan bir sicil! sistemi

Yargısal güvensizliğe yol açan hukuk uygulamalarından doğan bireysel cezalandırma girişimlerindeki artış.

Suçluyla, zanlı farkını yok sayan uygulamalar ve bundan doğan mağduriyetleri giderme yerine, nitelikli katillerle, başkaldıranları eşitlemeye dönük bir ceza ve af mantığı.

Düşüncelerin mantıki bütünlüğünü bozan ve davranışları etkileyen bu kaotik değerler ortamında nasıl düşüneceği ve ne yapacağına karar veremeyen insanlar.
Var olan yasalara uyulmadığını gösteren uygulamalara çare olarak yeni yasalar yapmayı hedefleyen bir mantık oyalamacılığı içinde normları kaybolan ve yenileri oluşmayan bir topluma dönüşüyoruz. 

Herkes her şeyden şöyle veya böyle nasibini aldığı için tek başına kimsenin haklı olması da artık bir anlam ifade etmiyor

Böyle olsun diye mi yapıldığı bilinmese de, sonucu böyle olan bir takım düzenlemelerin sadece mimlenenleri değil tüm toplum yaşamını fena halde etkilediği ve kimsenin dışında kalamayacağı bir toplumsal gerçeklik içinde yaşıyoruz.

Sevgi Özkan

.

27 Temmuz 2012 Cuma

Bozulan Gerçeklik Algıları



Amerika’da son Batman filminin galasında yaşananlar, her şeyden önce gerçeklik algısının nasıl bozulduğunu düşündürtüyor.

Katliamı yapan gencin, filmdeki Joker’le saçını bile aynı renge boyayacak kadar özdeşleşip silahla donanarak girdiği salonda inter aktif bir gösteriyle seyircilere ateş etmesi, genellikle okul basarak katliam yapanlara alışık olan Amerikalılar için de inanılmaz bir olay.

Seyircilerin ilk başta bunun bir saldırı olduğunu anlamayıp filme dair bir gösteri sanmaları gerçeklik algısındaki bozulmanın çok yönlü olduğunu ve insan aklının nerelere yuvarlanmakta olduğunun habercisi olarak diğerlerinden ayrılıyor.

İnternetten yüklü patlayıcı veya silah siparişi verenlerin Müslüman aidiyetini gösteren adları olmadıkça pek de takibe alınmamasının öz eleştrisi, önyargılı anti gerçekçilik olarak işin diğer bir yanına dikkat çekiyor. Bireysel silahlanma cenneti olan Amerikada bu olaydan sonra, silah satışlarına kısıtlama ve daha etkili kontrol getirilmesi gündeme gelince silah satışlarında görülen hızlı artış artık gerçek yaşamın silah emniyeti olmadan sürdürülemeyecek hale geldiğini de gösteriyor.

Cinayetleri işledikten sonra evine yolladığı polisler için ayrı bir tehlikeli donanım hazırlaması,  tasarımına ne kadar kafa yorduğunu ortaya çıkarıyor.

Bireysel silahlanması dikkate alınmayan, iyi ve başarılı eğitim almış bu iyi aile çocuğunun böyle bir girişimde bulunması, toplumun bireysel başarı ve gelişmişlik kriterlerini de sorgulatıyor.

Mahkemede avukatının yanında otururken gerçek aleme henüz dönmediği duygusu veren  yüz ifadesindeki masumiyet pekçok yönden ürkütücü.

Son yıllarda her gün partnerleri ve aileleri tarafından akıl dışı gerekçelerle öldürülen kadınlarımızın, toplumsal ortak algıda kanıksanmaya başlaması ve bir birine rol modeli olması da aynı gerçeklik dışı algıların zihinsel güdümünü sergiliyor.

Kısa bir süre önce kıskançlık krizi ile sevgilisini bıçaklayan genç adamın “Kaç falcıya gittiysem beni aldattığını söylediler, böyle bir şey olmasa falda çıkar mıydı?” gerekçesiyle karşısındakini yok etmeye kalkması, günümüzde iyiden iyiye yaygınlaşan bu gerçeği algılama bozukluğunun başka bir boyutunu sergiliyor.

Kimilerinin inanç alanları da, sanal alem gerçekliği olarak gerçeğin kendisinden daha fazla kabul görüyor.

Dinlerin tasavvuri dünyasını gerçeklik gibi belletiren ve bellemeye hazır olan beyinlerin bu dünyayla ilişkileri de bu algıya uygun oluyor. Ve herkes kendini haklı bulabiliyor.

Sonuç: maddi manevi araçlarla, sanal dünya kodlanmalarının devamlı uyardığı günümüzün insan aklı, çoğunlukla ‘gerçek’ olanı farklı okumaya ve değerlendirmeye başlıyor.

Yeni nesillerin ellerindeki akıllı iletişim araçlarıyla bütünleşen yaşamlarında yan yanayken bile bunlar aracılığıyla bağlantı kurmaları sanal dünya sosyalliğinin geleceğe dair işaretlerini de veriyor.

Günümüzün en önemli gerçeği de, sanal dünya değerleriyle kodlanan akıllarda, çoğu kez mantığı devre dışı bırakan bir kabulün, her şeye yön vererek, ne gerçek ne değil, hangisi doğru, hangisi yanlış gibi niteliklerin önemini azalttığını ve şimdilik önlemenin de pek mümkün olmadığını görüyoruz.
Sevgi Özkan


20 Temmuz 2012 Cuma

Sessize aldırılan akıllar, düşünmeye devam ediyor.

Ekranlarda düşüncelerine baş vurulan kişilerin yepyeni yüzler olması onların düşüncelerini anlama  fırsatı yaratsa da, ortak noktalarının daha önceye göre taşıdığı farklılık, düşüncelerinden değil yerleştirilmekte olan düşünceye yatkınlık olduğu görülüyor.

Demokrasi hatırına yürütülen düşünce tartışmalarında hoşgörü figüranı yapılan eski akıllar!ın bulundurulmasına özellikle dikkat ediliyorsa artık yeni algıların misafiri oldukları hissi veriyorlar.  

Bir süredir pekçok alanda kendi değerlerinin karşılığını bulamayan insanlar kendilerini sessize almış gibiler. Daha doğrusu kendilerini duyurma alanları sessize alınanlar, olan biteni sadece izlemeye, sessizce düşünmeye devam ediyorlar.

Her yeri saran yeni algılama ve yorumlamalarla oluşan açık veya kapalı oto kontroller tedbiri elden bırakmayanlar için yaşama garantisi ve düşüncenin yer altına inmesi kaçınılmaz oluyor.
Bu nedenle susturulmak düşünmeyi yok etmiyor.

Tabiatta hiçbir şeyin yoktan var olmaması, var olanın da kaybolmaması bu akılların da yok olmadan her şeyin farkında olduklarını ve izlemekle yetiniyorlar. Akıllar arası bağlantıdan oluşan ortak kamuoyunu olumsuz etkilese de, şu anda sesleri kesilenler, akıl akıldan üstün olduğu için kendi seslerini de, er geç duyuracaklarını biliyorlar.
Sevgi Özkan