29 Aralık 2010 Çarşamba

Dizilerde yaşanan beraberlik duygusu, gerçek yaşamda kaybettiklerimiz arama çabamız mı?
Nelere birlikte ağlıyor, birlikte gülüyoruz? Onlar tam da bizi mi anlatıyor aslında.

OKUMAZ-YAZARLIK

Okur -yazarlığın yerini okumaz- yazarlık mı alıyor?

Yazmak birikim ister. Birikim de entelektüel anlamda okumakla beslenir.
İnternetin okuma olanaklarını arttırdığı düşünülse de, öyle olup olmadığı, ne tür okumaların okuma sayıldığı da düşünülmeli.

İnternet ve sosyal medya katılımı entelektüel gelişime katkı sağlıyorsa da insanları aptallaştırıp aptallaştırmadığı ciddi olarak tartışılıyor.

Bu kanalla insan iletişim ve gelişimi sorgulanırken ortaya çıkan en tartışılmaz veri:yüzeysellik.

Yüzeysel okuma, yüzeysel algı ve yüzeysel hafıza insan beyninde nasıl bir birikim yapıyor?

Çağın iletişim ve hareket kapasitesinin yarattığı hız fenomeni de bu alanda kendini gösteriyor..
Hızlı yemek, hızlı işlem, hızlı başarı ve hızlı okuma gibi birbirini tetikleyen davranışlarla öyle baş döndürücü bir hızlı yaşam olgusu oluştu ki, doğal olarak kendi zıddı da oluşmaya başladı.
Yavaş yaşam özlemi, yavaş ve hazmedilmiş doyumlar yeniden oluşturulmak isteniyor..
Internet olgusunun bunlara eklemlediği hızlı okuma da sonunda özetlenmiş ve sığlaşmış bilgileri makbul hale getirdi.

Uzun ve kapsamlı anlatımlara tahammül ortadan kalkarken, anlayış sığlığı da tüm beyinlere egemen olmaya başladı.
Kimsenin uzun ve etraflı araştırma ve anlatımlara rağbet etmediği bir dünyada insanların algıları da sığlaştı ve sığlaşıyor.

Internet, bir yandan eskiye oranla yazma yeteneğini geliştirirken, öbür yandan özünde içerik ve kapasite sığlığına dayalı bu yazma ve yazışmaların yarattığı genel algı ve anlama ortamını da belirliyor.

İnsanlar, hiç okumayıp veya daha az okuyup daha çok yazar ve yazışır oldular.

Herkes kendini yazarken, bir yandan da kendini dinleyip, kendini okuyor.

Eğitim sistemleri bu şartların üzerinden yeniden oluşturulmalı ve kendi içinde çözümlenmeli
Okumayan, okuduğunu anlamayan, ama yazışan insanların kendilerini hapsettikleri bu sığlıktan nasıl çıkacaklarına kafa yormak gerek.
Okuyan, yazan, bilgilenen, düşünen ve yenidünyalar üreten bir canlı olarak insan beyninin, hangi yetenekleri gelişecek?
Bir süre sonra bunu daha iyi algılayacağız.

Algı ve anlayışın sığlaşması, insanları, daha güdülebilir hale getirmesi kaçınılmaz.
Küresel demokrasiye geçebilmek için günü kavrayan, okuyan ve yazan insan aklına daha çok ihtiyaç var
Global diktatörlüklere açık bir yolda hızla ilerleyen bir insanlıkla baş başayız.
Gezegen ahalisi durumuna gelen insanlığın tek elden yönetenlerin çıkması mümkün.

Sevgi Özkan

26 Aralık 2010 Pazar

BİZİM ZAMANIMIZDA SÖZÜ ANLAMSIZLAŞIYOR MU?

Çocuklar, yaşamı gün geçtikçe daha sanal gerçeklik ortamında algılar oldular.
Tabii bu saptama internet olanaklarına şu veya bu biçimde erişen kesimlerdeki çocukları kapsıyor.

Görünen o ki yakın gelecekte küresel bir gerçekliği yansıtacak.
Medya, Sosyal medya ve de bilgisayar oyunları üzerinden gelişen sosyal iletişim insan algılarını hızla değiştirip yeniden biçimliyor.

Sanal gerçek, yaşamın gerçeğine dönüşünce, gerçek kavramı iyice bulanıklaştı.
Çocuklar için evin dışı tehlikeli diye düşünülürken evin içi, daha tehlikeli olmaya başladı.

Odasında emniyette sandığımız çocukların aslında hangi tehlikelerle yüz yüze olduklarını bilemiyoruz.

Çocuğun, sanal alemin dışında kalmasını sağlamak, sokağın tehlikesinden korumak için sokağa çıkmasını önlemeye benzemiyor.
Bu dünyanın dışında kalmak başka bir asosyallik tehlikesi taşıyor.
Ceplerindeki telefon mesajları onları hangi sosyal dünyaya çağırıyor?

Kontrol edilmesi mümkün olmayan bir sanal dünyaya açılan çocuk ve gençler, gerçek yaşamın zorluk ve zorunluluklarını nasıl algılıyorlar?

Evden çıkarılmadan büyütülen çocuklar, bilgisayar olanakları ile nasıl bir dünyaya ekleniyorlar?

Günümüzün merak konuları olan bu durumlar, sonunda kendi insan tipini oluşturuyor.

Daha mekanik ama daha hayalci, daha gerçekçi ama daha duygusal insanların dünyasında nesiller arası kültür farklılıkları gün geçtikçe daha kısalan devreleri yansıtıyor.
Uyaran bombardımanı ile algıları yüzeyselleşen insanların anlama yetileri de sığlaşıyor.

Kültürel kodlanmaların kısa süreli farklılaşması insan ilişkilerine ayrı bir yabancılaşma da getiriyor.

İlkokul dörtteki çocuk, anaokuluna gidene, bizim zamanımızda her şey farklıydı gözüyle bakıyor neredeyse.
İletişim ortamları hızlı ve geçirgen zamanları kapsıyor.

Nesiller kıyaslamasında, bizim zamanımız sözünün hangi süreye denk geldiği gittikçe kavranamaz oldu.
Hangi zamanımız demek en doğrusu.

O zaman ebeveynin çocuklara kendi geçmişiyle kurduğu paralel örneklemelerin de empati kurma açısından fazla bir etkisi olmuyor.

Artık uyaran bombardımanı altında kalan herkesin zamanı kendine.
   

21 Aralık 2010 Salı

SOSYAL ZAMKLARI KURCALAMAK

Yanıbaşımızda parçalanmış bir ülke birleşmek için uğraşıyor.
Etnik ayrılıkların üstüna sonradan sürülen ulusallık zamkı sen ben kavgası yüzünden bir türlü tutmuyor.
Komşumuz Irak'ta etnik gruplar arasındaki güç çekişmesi hergün yeni bir seyir izlerken, bizde Ulus devlet içinde içselleştirilmiş birliktelikler yeni yorumlarla ayrıştırılmak isteniyor.
Ulus biraradalığını sağlayan zamk etkisizleştirilip yok edilmeye çalışılıyor.
Ana dil yasağına gelen itiraz, kendi devletini kurmaya giden isteklerle biçimlendiriliyor.
Esas sorun olan Feodal yapının ürettiği baskılar, görmezden gelinip, sadece ulusal Devlet baskısı olarak algılanırken, özgürlükle özerklik arasında talebi arasında tehlikeli yalpalamalarla kontrolsuz gelişmeler oluşuyor
Tüm dünya globalizce denen bir çeşit dünya ingilizcesi altında tek dil üzerinden anlaşmaya yönelirken
bizim ülkemiz etnik diller üzerinden ayrışmaya yöneltiliyor.
Bu çelişkiyi çok iyi görmek gerek.
Şu olsa ne olur, bu olsa ne olur gibi tüm sosyal zamkları kurcalayanlar ne olduğunu gördüklerinde zaten olan olmuş olacak.
O zaman hiçbir tarafın haklı olup olmamasının  anlamı kalmayacak zaten.
Baskılardan yılanlar öyle özgürlükler talep ediyorlar ki, bedeli herkesin özgürlüksüzlüğü olacak.
Hep birlikte hata yaptık demek hatayı ortadan kaldırmaz.
Tartışalım evet ama önce ne istediğimizi iyi bilelim. Ulus olmak o kadar kolay değil.
Sevgi Özkan

19 Aralık 2010 Pazar

VURMA, KONUŞ!

İsim annesi olduğum bu sözün kitlelerce benimsenmesi için beş altı yıl öce VURMA, KONUŞ BİRLİKTELİĞİ diye bir girişimde bulunmuştuk.

Katılımcılarımızla bu sözün çeşitli alanlar üzerinden kitlelerce benimsenmesi çalışmaları yapmış ve sonra dağılmıştık.

Sözün isim annesi ve birlikteliğin kurucusu olarak bu doğrultuda ilk önce çocuklarımızın eğitiminde etkili olan ve özünde şiddet içeren “döverek adam etme” anlayışının köklerini Atasözlerimiz ve deyimler üzerinden araştırmış ve ortaya çıkan sonuçlardan hayrete düşmüştüm.
Toplumumuzun eğitim anlayışını şekillendiren ve sayıları bir hayli olan bu zihinsel kodlamanın genetik olarak  şiddet yatkınlığına doğal bir zemin hazırladığı çok net anlaşılıyordu.
Aynı zamanda toplumuzdaki diyalog yoksunluğunun da buna bağlı olduğunu düşündürtüyordu.

Katılımcılarından olduğum YÖRET vakfının üniversite öğrencileri ve çocuklarla gerçekleştirdiği 2006 yılı yaz kampı projesinde insan ilişkilerinde konuşmanın önemi bu slogan sözüyle kavratılmıştı. Bu sözü işleyen bir takvim basılmış ve birliktelik katılımcılarından ünlü çizer Tan Oral tarafından çizimlanmiştir.
Yine yeni öğrenim yılı açılırken yazılı medyanın etkili kalemlerinin eş zamanlı olarak bu konuyu işlemelerini sağlamak ve şiddet kültürünün etkilerini silecek ufak ama önemli bir adım olarak gerçekleştirilmek üzere aşağıdaki örnek yazıyı köşelerinde kullanmaları için gazetelerin köşe yazarlarına, 
"Toplumumuzun ve çağın iletişim dili haline gelen ŞİDDET olgusunu önlemek, Toplumun iletişim dilini, şiddet önleyici biçimde etkileme amacıyla bir araya gelen, bir sosyal bilinç grubuyuz.
Özellikle yeni nesillerin pedagojisinde etkili bir yer kazanmasını sağlamak. Topluma şiddet dışı seçenekleri benimsetmek, problemleri diyalog yoluyla çözmek ve çatışmalarda insana yaraşan “konuşma”nın gücünü, kaba kuvvetin önüne geçirmek için yapılabilecekleri araştırmaktayız. Şiddet olgusunun zihinsel temellerini hazırlayan atasözleri ve deyimleri tarama yoluyla analız ettiğimizde: Toplumumuzda: genel olarak "sevmek" kavramının, "dövmek" ve "hırpalamak" kavramlarıyla çakıştığını ve genel olarak insan eğitiminin hayvan eğitimiyle modellenerek konuşmaya pek yer verilmediğini görmekteyiz.
Özetle: Çağın getirdiği daha başka etkenlerin yanında: toplumumuzun geçmiş yaşam deneylerinde ve bu gün, şiddet yatkınlığının açık izlerine rastlanmaktadır. Bu duruma çağın etkili gücü olarak görsel ve yazılı iletişim kanalları da yeterince katkı yapınca ortaya hepimizi etkileyen bir sonuç çıkmaktadır"
anlamında gönderdiğim ileti bazı köşe yazarlarınca değerlendirilmişti.

Şu anda dondurulduğu söylenen tehlikeli silah yasası girişimi, “VURMA! KONUŞ” sözünün, kelimenin en geniş anlamıyla toplum pedagojisi açısından kitlelerce benimsenmesini tekrar gündeme getirdi.
Çünkü buradaki vurmak sözü geniş anlamda silah kullanmayı da içeriyor.

Artık eğitim aracı ve iletişim seçeneği olarak VURMA KONUŞ sözünü kitlelerle paylaşıp şiddet karşıtı bir refleks olarak benimsenmesini sağlamak ve içselleştirilen yaygın bir tavır haline getirmek gerekiyor.

Bu sloganın benimsenmesi ve yaygınlaşması için hep birlikte

Vurmayı değil Diyalog kurmayı dene.
“VURMA! KONUŞ.”
diyelim.

Sevgi Özkan

.

16 Aralık 2010 Perşembe

Katılmadığın kalabalık, tenha mıdır?



Sayıca ne olursa olsun oluşturulan kalabalık, bilinçli veya bilinçsiz bir tercihi yansıtır

Birey, hangi kalabalıkta varlığını duyar?
Sürü içgüdüsüne dayalı kalabalık neyi gösterir?
Katılmadığın kalabalık senin için tenha mıdır?
Konumlanmayla değişen kalabalık algısına göre tenhalık, her zaman geçersizlik, taraftarsızlık veya elit veya azınlıkta olanı mı gösterir?

İçinde bulunduğumuz kalabalık aidiyet ve eşitlik duygumuzu pekiştirir. İçinde olmak ve dışında kalmak içten ve dıştan bakışın oluşturduğu farklı algılar, farklı anlamlandırmalara yol açar.

Katılmadığımız kalabalık gizli bir çekicilik taşısa da içinde olmanın seçilmediği kalabalık, seçmeyen için çoğu kez yeterince kalabalık değildir.

Üzerinde düşünülecek bu sorular aslında en çok demokrasinin dokusuna ilişkin tartışılacak noktaları yansıtır.

Kimileri sayısal çokluk yani çoğunlukçuluğu doğru ve geçerli olan gibi algıladığından çoğunlukçu ve çoğulcu kavramları demokrasi üzerinden de tartışılıyor. Kalabalık sayma algısı ve ölçüsü bu yönden üzerinde düşünülecek bir konu.

Sevgi Özkan

6 Aralık 2010 Pazartesi

GERİLİK ÜZERİNDEN İLERLEYEBİLMEK

Yaşamakta ve yürümekte olanı eskimiş diye değiştirmek ve yerine genellikle eskisinden farklı bir şey koyarak işte oldu demek kestirmeciliği ve lüksü, ilericilik sayıyoruz

Çoğunlukla geri kalmışlık kompleksiyle tetiklenen bu tavırların, zihinlerimizi ne kadar yönlendirdiği tartışılsa da kendimizi ulaşmak istediğimize ait saymamızı sağlıyor gibi.

Geri kalmışlık duygusunu çıkan aletlerin en son markasını ve en mülti fonksiyonlusunu almakla tatmin ederken, son moda davranış trendlerini sergilemeyi de ihmal etmeyiz.

Binalarımızı, ev dekorasyonlarımızı, cep telefonları, televizyon sistemleri, son sistem ulaşım araçları ve giyim kuşam seçimleriyle kurulan ilerleme paralelliği, bizi tatmin etmeye yeter.
Batılı paradigmaya sahip olmanın temelindeki düşünce ve normlara sahip olmayı bunlar kadar dert etmeyiz.
Dünyaya açılımımızı yönlendiren perspektifler hep son aşamaya yönlendirilen zumlamalardan öteye geçmez.

Bir türlü tam özdeşleşemediğimiz batı medeniyeti ile aramızdaki farkı kapamaya çalışmanın en kestirme yolu bu sanırız.
“Yeni” olandan medet ummak, bu anlamda çağı yakalamak ve ilerlemek algımızla örtüşür.

Peki gerçekten öyle midir?

Bunun cevabı dünyaya olan ilgimizin sınırları ve olan bitenleri takip etmek ve de doğru okumakta gizlidir.

Son günlerde dünyanın en önemli ortak gündemi haline gelen Wikileaks Belgeleri olayını nasıl sadece kendi açımızdan okuduğumuzu ve bunun üzerinden sonuç ürettiğimizi görmek yukarıdaki cevabın tam da öyle olmadığını göstermektedir.

Nedensellik bağlantısını kendi dışımızda bir suçlu arayıp ona saldırı olarak değerlendirdiğimizden, her olan biteni bize yönelik komplo olarak algılar ve bu düğümlerle  düşüncemize hapsolarak, kararımızı herkesten önce verir rahatlarız.

Doğruluğu bizim kaygı alanımızın dışına çıkan bu olguları, artık başka türlü değerlendirme ihtiyacı bile duymadan “ileri!!”yaşamlarımız üzerinden dünyayla bütünleşmeye kalkarız.

Cehaletin bir türü olan bu tutumlardan rahatsız olanlar o kadar azınlıkta kalırlar ki?
Her şeyin nicelikle ölçüldüğü bir anlama ve değerlendirme ortamında bu azınlığın sesi duyulmaz olur.  

Sevgi Özkan

30 Kasım 2010 Salı

ŞEFFAFLIK MECBURİYETİ HER ALANI ZORLUYOR.

Herkes, herkesin, herkes hakkında söylediğini bilseydi, kimse kimseyle konuşmazdı.

Yaygın olarak kullanılan doğru sözlerden biridir bu. Sosyal medyanın bu dikkati oluşturma işlevi buradan kaynaklanıyor olabilir.

Bugüne kadar söylediğim pek çok şeyden pişmanlık duydum ama söylemediklerimden asla.

Bu da sözel veya yazılı ifade otokontrolü açısından önemli bir gerçeği işaretliyor.

Kitle iletişiminde öne çıkan yazılı iletişim araçları yazıyı, sözden daha etkili hale getirdi.
Her yazı kişi için lehine veya aleyhine bir belge kaydı oluşturuyor.
Ses kayıtları üzerinden suç isnadının yasal dayanaktan yoksun olsa bile geçerli bir belgeye dönüştürüldüğü de özellikle ülkemizde görülebiliyor.

Son günlerde dünya kamuoyunun dikkat alanına giren Wikileaks belgeleri şu ana kadar mevcudunun çok azı yayınlansa da, yazılı metinlerin politik gücünün nasıl da kullanılabileceğini çok iyi ispatladı.

Dedikodu nitelikli bilgilerin ortak algıları pek çok noktadan zorlamaya başlaması bir söz sızıntısının nelere mal olabileceğini iyice gösteriyor.

Daha yakın bir geçmişte açık denizde kurulu Petrol Platformundaki arıza nedeniyle denizleri mahveden petrol sızıntısı henüz unutulmadan, toplumsal dengeleri bozan böyle siyasi kaynaklı sızıntıların her yanı kapladığını görüyoruz.

İnsanın doğaya verdiği zarar, insan doğasından doğan yanlışların insanlara verdiği zararın yanında daha mı az bunu ölçmek zaman istiyor.

Günümüz etkileşiminin çok farklı olması, geçmişte bu tür politik skandallar olduğunun söylenmesiyle dengelenmiyor.
Zira artık “şeffaflık” tüm iletişim alanlarını ve dünyalıları zorluyor.
Önemli sakınca, şeffaflık adına gösteri yapılmasının da pekala mümkün olabilmesi.

Ama foyaların ortaya çıkması önlenemeyecek bir iletişim dönemine geldiğimiz için en iyisi
Küresel demokrasiye buradan gidilecek diye umutlanmak olabilir.
Sevgi Özkan

29 Kasım 2010 Pazartesi

CEHALET TSUNAMİSİ


Cehaletin tetiklediği tsunami dalgaları bilgileri ve bilenleri yutuyor.
Yaşanılanlar ondan geriye kalanlar oluyor.

Ayrımına varmadığımız ve her yanı sarıp sarmalayan bilgisizliklerimiz, doğruları algılamamızı da önlüyor.
Neyi bilmiyoruz?
Bilmediğimizi.
Bilmediğini bilmek, önemli bir bilgi.

Bilgisizlik şüpheyi devreye sokar.
Bilmek sorumluluktur.
Bilmediğini bilmek de önemli bir sorumluluktur.
Çok yönlü etkileşimlerle şekillenen ve toplumu ilgilendiren olaylarda bilgi sahibi olmak yurttaş sorumluluğuna girer.

Tarafsız olmak doğrunun tarafında olmak anlamına geldiği için taraf olmak başlı başına sorumluluktur.

Beynimizde çeşitli etkileşimlerle oluşan kültürel süzgeçler, neyin dikkat alanımıza girdiğini tayin ediyor.
Kültürel süzgecimize göre ön yargılarımız da, çoğu zaman bu süzmenin etkisiyle oluşuyor.

Aynı seviye, aynı kültürel ve bilgisel kodlanmalarla okumaya çalıştığımız olayları farklı sonuçlara bağlamamız da bu nedenle.

Gerçeğin bilgisi ve bilmek düşünce üretiminde işlevsel olduğundan, bilmeden düşünmek komplo üretiminde etkili oluyor.
Komplo üretenlerin çoğunlukta olduğu toplumlarda, dedikodu kültürü de geçerli oluyor.
Gerçeklerden çok dedikoduları tartışmak da buradan kaynaklanıyor.

Düşünce üretimi ve tartışma kültürünün gelişimini önleyen etkenler de bu kültürün etkisiyle
işlevini yitiriyor.

Sonuç: bilgi adı altında yoğun uyaranlara maruz kalan kafalar düşünme yerine, aslından uzaklaşmış bilgileri sunan dedikodularla yetindikçe doğrunun önemi kayboluyor.

WikiLeaks, gibi aykırı bir Internet medyasının, ilgili pek çok devleti ve hükümetleri zor durumda bırakan gizli bilgileri, dikkatlere sunması, hiçbir şey yapmasa bile ortaya çıkan siyasi dedikodulara ayar yaparak, gerçeğin görülenden farklı olduğunu ortaya koyarak dedikodu ve komploya şartlanmış kafaları zorluyor.

Önlenemez bilgilenme savaşları, düşünen insanların beynini aydınlattıkça doğru bilgi daha etkili olacak.

Özetle dünyayı değilse de dedikodu ile yönetilen toplumların arada bir böyle ayarlarla gerçekleri kavraması bazı alanlarda doğru bilgiye ulaşmak açısından önemli bir kazanım.

Sevgi Özkan

26 Kasım 2010 Cuma

paradigma, gerçek doğrular,

GERÇEK DOĞRULAR ve KENDİ AKLIYLA DÜŞÜNEBİLMEK ÜZERİNE

Elbirliği ile inşa ettiğimiz yanlışlık kulelerinin gerçekler karşısında yıkılması ve kimilerimizin altında kalması sık rastlanan bir olgu.

Kimsenin kimseyi tam anlamadığı günümüzün küresel iletişim ortamında, gerçeklerin algılanması da farklılaşıyor.

Yanlış ve eksik bilgi çoğu kez yanlış algılar oluşturuyor.

Aynı gerçek farklı bakışlardan farklı anlamlandırmalarla okunuyor.
Herkesin bilgileri değerlendirme kapasitesi de farklı olduğu için,
bireylerin kültürel ve buna bağlı paradigma farklılıkları da eklenince ortaya aslından uzak, deforme doğrular çıkıyor.

Yanlışın oluşmasında önemli olan bu etkenler, insanların birbirini doğru anlamasını önlüyor.

Yanlışla hesaplaşma kültürü, bireylerin kendi akıllarından sorumlu oldukları toplumlarda bireyin iradesini, yanlışı taşımama yönünde devreye sokunca yanlış kulelerin inşasına tuğla döşeyenler azalıyor

Cemaat gibi tek beynin emrine giren beyinlerin oluşturduğu itaat topluluklarında sorgusuz sualsiz paylaşılan yanlışlar, geniş kitlelerce benimsenince doğrunun yerine geçip doğru gibi
algılanıyor. Bu durumlarda yanlışlıklar üzerine yükselen kulelerin yıkılması tabii ki daha zorlaşıyor.

Söylenenleri maksadına uygun ve çok yönlü doğrular üzerinden algılama yeteneği geliştikçe, insanların birbirlerini doğru anlamaları ve buna bağlı fikir tartışmaları daha da gelişebiliyor.
Ama henüz çoğunluğun doğruyu yanlış sanmasından doğan sanılgı ve taraftarlık kulelerine hapsolunuyor.
Azınlıkta kalan akılsal iletişimler dışında bireysel veya çoğunluk olarak herkes birbirinin hasmı haline geliyor.  

En önemli sorun da bu doğruyu doğru okumamak oluyor.

Sevgi Özkan

29 Ekim 2010 Cuma

CUMHURİYETİMİZ KUTLU OLSUN

Beni affet Sevgili Günlük
mü desem sevgili Bloğum mu, bilemiyorum.

Seni ihmal ettim.

Çesitli gruplara yazdığım yazıları buradan servis etmediğim bunu doğru bulmadığım için ayrıca buraya yazı yazamaz oldum. Tabii ki zaman darlığı önemli bir etken.

Okuyacaksın, düşüneceksin, karşılaştırıp fikir üreteceksin bütün bunlar fabrikasyon değil butik üretimler olarak epey zaman alıyor.

Bundan sonra yapabildiğimce günlük analizlerimi burada yazıya geçirmek, belki daha uygun olacak.

CUMHURİYETİMİZ KUTLU OLSUN.

Cumhuriyetimizin seksenyedinci yılını kutlamak çok onurlu ve umutlu bir duygu.
Bugünü dedikodu seviyesinde tartışmalarla geçirmek gerçekten abes.

Toplumsal düzende bunca yıldır çeşitli cehalet odaklarının yorumlarıyla biçimlenen uygulamaları ve bunların yol açtığı sonuçların yanlışını illa Cumhuriyetin kuruluşuna bağlamak ayrı bir kafa karışıklığını gösteriyor. 

Cumhuriyetle kazanılanların üzerine neler inşa edilerek yükseltilebilineceğini düşünmek yerine cumhuriyetin yanlışlarının kökenini tek yönlü bakışlarla saptamaya çalışmak gerçekten anlamsız.
Zira bugünün mantığı ile geçmişe bakmak yanlışından kurtulamayanların, geçmişteki hatalara nelerin yol açtığını tam da kavramıyorlar.

Toplumları oluşturan bireylerin ortalama akıl yaşının toplumumuz için çocukluk seviyesine denk gelmesi bugün de geriye dönük yapılan değerlendirme yanlışlarına zemın hazırlayan en önemli etken.

Yanlışların tartışılma biçimi suçlu avına çıkıp kişi ve kurumları cezalandırmakla yetinmek olunca bunların düzeltilme şartı da çok iyi anlaşılamıyor.

Sanayi aşamasından geçmeyen bir toplumdaki birey özgürlüğü kavramının, bu aşamadan geçen toplumlara göre farkını hesaba katmadan o suçlu, bu suçlu demenin abesliği ortada.

Esas yanlış uygulamaları doğuran mantalitede her şeyden önce aranması gereken cehalet olgusu ihmal edilince, iş sadece hainlik bazında değerlendiriliyor.
Ülkemizde önemli bir temel girişim olan Cumhuriyet, analiz adıyla yapılan suçlu arayıp cezalandırma gibi anlamsız değerlendirme ve kavgalarla günümüzde ileriye götürülmek şöyle dursun hırpalanıyor.

Ne olur herkesin diline doladığı şu sosyolojik açı sözü gereği gibi bilinse ve algılansa.

O zaman toplumumuzda genel algı ve ortalama akıl yaşı daha bir yükselecek.

Yeterki bilmediğimizi bilelim ve her dönemin etkileşim boyut ve şartlarını iyi kavrayıp yanlış paralellikler üzerinden benzerlik kurmayalım.

Sevgi Özkan

13 Eylül 2010 Pazartesi

TÜRKİYE PROFİLİ YİNE SAĞDAN ÇEKİLDİ

.




Her seçimde ülkenin bir fotoğrafı çekilip konur ortaya.

Bu fotoğraf ülke insanlarına verdirilmiş pozları yansıtır
Verdirilmiş sözü ortaya konulanın algılanmasına yapılan müdahaleleri işaretler.
Halk denilen ve her başı çekenin onun adına davrandığı kitle tabii ki tek bir profile sahip değildir.

Ama uzun yıllardır sağ profilin değerleri üzerinden yansıyan bu görüntü ve bunun üzerinden oluşan algıyı izler dururuz.

Bu fotoğraf, aslında kendi gerçeğini doğru yansıtan bir fotoğraf olsa da belklentilerin daha kavramsal gelişmişliğe programlandığı görüşler açısından yanlışın da ta kendisidir.

Gerçeğin alakasız yorumlarla süslenerek olmayanın varmış gibi kabul edilerek mücadelenin başka yerlere çekildiği bu görüntü, hep halk için zafer gibi yorumlanarak sonlandırırlır.

Bu yorumların geçmişde olduğu gibi devam eden süreçte de yanlış okumanın sürdürülmesini sağlayacağı ayrı bir gerçektir.

Burada yine gerçeğin bilgisi devre dışı kallmakta, derme çatma bağlantılar üzerinden yanlış ilişkiler kurularak kazanılanın zaferi kutlanmaktadır.

Fikir ayrılığı denen şey daha ziyade bilgiye sahip olma veya olmama ayrılığıdır.

Bilgi sahipleri üzerinden yürütüldüğü söylenen farklı yorumlarda da ayrılma noktası, yapılanın hatalı olması üzerine değil hatanın önlenebilirmiş gibi ele alınması olarak şekillenmektedir.

Yetmez ama evet diye daha sonraya referans vererek bugünkü yanlışı onaylayan yorumlar, niyet bildiriminden öte bir anlam ifade etmemektedir.

Cehalete yataklık suçlaması gibi bir yasa maddesi olmadığı için herkes bu konuda suç işleme serbestisine sahiptir.

12 Eylülde içinde artılı eksili anayasa maddelerinden çok, onların ne anlama geldiği üzerine yürütülen bir tarışma sonuçlanmış ve sayısal sonuç olarak olmayanı satanlar kazanmıştır.

Bu kazanımın demokrasiyi nerelere götüreceği işleyiş olarak görüp yaşanacak ama bu konuda sorumlu olanlar hep unutulacaktır.

Hepimize hayırlı olsun.



Sevgi Özkan.

SİVİL TOPLUM VE BEN.

Başından beri saat veya gün bazında ölçülebilecek bir gönüllülük içinde olmadım.



Dikkat alanımı zamanla sınırlayıp bölmeden birikimlerimi ve sosyal dikkatimi bir sivil toplum kuruluşu olarak YÖRET'te nasıl kullanabilirim yaklaşımıyla varoldum.



Düzenli, çoklu medya ve literatür takibiyle toplumsal değişimleri izleyen ve benimseyen sosyal birikimimin, topluma artı olarak dönmesini hedefledim.



Burada tek korkum, detaylarda boğularak bütünü gözden kaçırmaktı. Zira bu bir körleşme yaratabilirdi.



Hep bütüne bakarsam o zaman da bazı alanlara yabancılaşabilirdim.



Böylece körleşmiyecek kadar içinde, yabancılaşmayacak kadar dışında kalmak üzere YÖRETle ilişkimi hep belli bir mesafede tutmaya calıştım..



Gönüllülüğüm gereği üstlendiklerimi, sosyal sorumluluk duygusu ve insiyatifiyle ele aldım.



Yapmayacağım işlere hiç talip olmadım.

Talip olduklarımı da baştan sona takip ederek sonlandırmaya çalıştım.



Doğru değerlendirilen STK gönüllülüğünün, insan ilişkilerine ve beraber iş görme kültürümüze ne çok şey kattığını algıladım.



Halli hedeflenen ortak toplumsal sorunlar için, eşit şartlarda fikir belirtme ve kişiler yerine sorunlara odaklı bir çabayla yaratılan ortak aklın, ne kadar gerekli olduğunu iyice öğrendim.



Hiç tanımadığın insanlarla ortak sorunların halli için gösterilen ortak çabanın ne kadar güzel olduğunu bunu kişisel sürtüşmelere düşmeden sürdürmenin profesyönel arkadaşlık olarak çok gerekli olduğunu hiç aklımdan çıkarmadım.



En önemlisi tüm performansların sinerjisinden ne kadar büyük bir artı yaratılabileceğini ve de toplumların demokrasi algısının gelişiminde Sivil toplum katılımcılığının ne kadar önemli bir işlevi olduğunu gördüm.



Günümüzün tüm gelişmiş toplumlarında yükselen sivil insiyatifin STK'larla nasıl yaşama geçirileceğini, dünya demokrasisine ulaşma yolunda toplumların demokrasisini geliştirmenin bu katılımla mümkün olduğunu algılayıp, kazanımların insanlık adına hangi boyutlara ulaşacağını bana gösterdi.



Bunları kişisel gönüllülük deneyimlerim olarak sizlerle de paylaşmak istedim.



Sevgi Özkan

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Çocuk, Medya, Reklam

7th International Children and Communication Congress & 7thInternational Children Films Festival




İlt: 5th ICCC & ICFF: Uluslararası Çocuk ve İletişim Kongresi ile Uluslararası (2008) Çocuk Filmleri Festivalinde ÇOCUK gazetesinde yayınlandı



Çocuk Medya ve Reklam



Günümüzde çocukların medya ve reklamdan etkilenmelerinden oluşan bir takım sorunlarla karşıkarşıyayız.

Buna bilgisayar alanı ile giren sanal veya gerçek etkileşim odakları da dahil.

Çocuk, medya ve reklam ilişkisi, karşılıklı etkileşim olarak ele alınması gereken, aslında birbirini doğuran bir etkileşim bütünlüğüdür.

Reklamların sevimli öznesi olarak kullanılan çocuk, reklamların hedef kitlesi olarak da önemli bir yere sahiptir.

"Çocuk" aracılığıyla yetişkini hedeflemek de: aynı etkileşim alanı içinde gerçekleşmektedir.

Çocuk, görsel medya kanalıyla kendine ulaşan reklam ürünleriyle, etkileşerek, sadece o ürünleri seçmekle kalmaz, bu kanalla yüzeysel bir görüntü kültürü de edinir.

Bu nedenledir ki: küçükler, okulöncesi dönemden başlayarak yani daha okuma yazma öğrenmeden bu etkili reklam slogan ve müziklerini ezberler ve olur olmaz tekrarlayıp içselleştirir.

İşte bu nedenle, bu noktadan başlamak üzere çocuk ihmal ve istismarı açısından medya ve reklam sektörüne büyük bir sorumluluk düşmektedir.

Çocuk tanımı yasal olarak 0-18 yaş gibi bir süreyi kapsadığı için bu uzun sürenin kendi içindeki etkileşim etkileri de farklılk gösterir. Fakat en önemli etkiyi insan beyninin gelişim ve şekillenmesinde en değerli evre olarak kabul edilen 0-3 yaş ve genel olarak da 0-6 yaş arasındaki kısaca okulöncesi denen bu dönemde gösterir.

Reklamların görsel ve işitsel etki açısından genel olarak en etkili alanı da hala televizyon oluşturmaktadır.

Burada kendi yaşıtı üzerinden etkileşime geçen çocuklar, sırf reklamlar değil tv dizileri ile kendilerine ulaşan film, haber gibi pekçok bölüm üzerinden bu etkilenmeyi yaşarlar.

Günümüzün çok bilmiş! çocukları toplumda egemen olan değerler ve davranışlar üzerinden en etkili biçimde kodlanarak; çoğunlukla büyüklerin kopyası haline gelen küçük insanlara dönüşürler.

Evdeki rol modellerinden çok tvlerin sundukları rol modellerini daha alıcı hale gelen bu küçük insanların, temel eğitimlerinde de en etkili faktör: televizyon medyası olur.

Burada reklam ve medya, çocuğun kodlanmasında içiçe geçmiş etki alanları olarak önem kazanmaktadırlar..

Reklam gerçekliği ile dizi veya film gerçekliğini en kontrolsuz biçimde alarak yaşamı tanımaya başlayan küçüklerin nasıl etkileştiklerini, onların nasıl yetişkinler olduklarında anlayabilmekteyiz..

Aslında bu konudaki önlenemez etkileşim için pekçok ülkede pekçok tedbir alınsa da hergün çeşitli ülkelerde ortaya çıkan bozuk insan ilişkileri, bu konunun önemini, geleceğe dair bir büyük sorun olarak öne çıkarmaktadır.

Başta Amerika olmak üzere silahlı okul basıp, önüne geleni tarama olgusu, son otuz yılın en önlenemez cinayetleri haline gelmiştir.

Son günlerde: internet iletişimi ile de kendini haber veren bu sorumsuz suç işleme yatkınlığı, işaretlerinin görülmesine karşı önlenemez hale gelen bir durum yaratmaktadır.

Bu olayların sık tekrarı, tek tük vaka olma marjinalliğini çürütmeye başlamıştır.

Bir yandan çocukların dil ve görüntü zenginliği ile zihinsel donanımını sağlayan bu etkileşim alanları, öte yandan da: öldürme, hak gaspı gibi girişimlere legallik kazandırdığı için çağın gerçeği olarak çaresizlikle karşılanır olmaktadır.

1970 li yıllarda çocuk çizgi film sanayii olarak Walt Disney filmlerinin tüm karakterlerini kapitalist düzen değerlerinin empoze alanı olarak yorumlayan çalışmalar, bize günümüz insanının uzun zamanlardan beri bu yönden ne tür etkileşimlerin ürünü olduğunu da göstermektedir.

Günümüzde bu etkileşimlere, farklı toplumsal ideolojiler üzerinden bakıldığında: ortaya birbirinden farklı ama etkisi aynı olan biçimlenme durumları çıkmaktadır.

Son yıllarda özellikle doğu ve batı edebi kültürlerinin benimsedikleri kahramanları, kendi kültürleri üzerinden yorumlayarak kullanma yoluna giden yeni girişimler oluşmaktadır.

Batı kültürünün Barby bebekleri, Batı karşıtlığını baz alan radikal din kültürünün egemenliğindeki toplumlarda, kıyafet ve dil üzerinden müslümanlaştırılmaya çalışılarak, aynı etkileşim alanından yararlanılmasını sağlamaktadır

Dört beş yıldır ülkemizde de milli eğitim aracılığıyla okullara sokulan ve de insanlığın ortak kültürüne giren batı klasık çocuk edebiyatı ürünlerinin, bazı işgüzar eğitim girişimleri ile yerelleştirme hatta müslümanlaştırma çabası görülmektedir.

Kısacası önlenemez etkileşim alanları olarak medya ve onun yarattığı önemli etkileşim alanları reklam, tv filmleri, dizi filmleri vb., gelecek nesilleri, kontrolu mümkün olmayan biçimlemlerle, şimdiden oluşturmaktadır.

İnsanlık gelişiminin görece yeni algıladığı insan hakları ve çocuk hakları gibi evrenselleşmiş kavramlar açısından bu alanlar, içinde yaşadığımız bu küresel etkileşim çağında: hepimizin geleceğini biçimlemekte olduğundan birey ve kurumsal yönden herkese daha çok dikkat ve sorumluluk yüklemektedir.

Sevgi Özkan (Sosyolog)

"Çocuk İhmal ve İstismarını Önleme Platformu" YÖRET vakfı temsilcisi

22 Ağustos 2010 Pazar

BEYNİN YAPISI DEĞİŞİYOR MU?

İnternetİn insan beynine etkisi üzerine yapılan bir araştırma: ("İnternet beyne zarar veriyor mu?" Milliyet 22.08.2010)


yüzeysel okuma,

telaşlı düşünme

üstünkörü öğrenme

gibi negatif biçimlenmelere yol açtığını saptamış

Araştırma bulguları: beynin geçici bilgilerle uğraşırken yüzeyselliğinin arttığı ve daha önemlisi derin düşünmenin ihmal edilerek anlama kabiliyetinin sığlaştığını da içeriyor.

Öğrencilerde son yıllarda yaygın biçimde görülen ""kopyala yapıştır"lı ödev ve tez hazırlama kolaycılığı da bunlara eklenince, beynin yapısının iyice değişmekte olduğu ve bu değişmenin olumsuz yönde geliştiği ortaya çıkıyor.

Her yıl gençlerde daha çok göze batan ve ' hiçbirşeyden haberi yok' hissi veren davranış ve düşünce nitelikleri zaten

her tür bilgiye bir tıkla kolay ulaşan,

bilginin doğrusuna titizlik göstermeyen

düşünmeye önem vermeyen

ve sığ düşünen, sığ anlayan

yeni bir beyin yapısıyla karşıkarşıya olunduğunu görebilenlere gösteriyor.

Eskiye göre daha çok okuyan ve yazan bir gençlik oluştuğu gözlemlense de, bu nicelik değişiminin ilerleme sayılamayacağını saptayan böyle araştırmalar konunun önemini kavratıyor.

Her tür iletişimde görsel etkinin, özsel kaygıyı kenara ittiği, yaygın bir hal olurken, bu kaçınılmaz etkileşim ve deformasyonun, gittikçe daha az doğru bilgiye sahip ve de daha az düşünen bir insan yapısına gidilmekte olduğu gerçeğini tüm ilişkilerde göstermeye başladı.

Her ileri buluşla gelen artıların, aynı zamanda eksilere de yol açtığı, hergün daha iyi anlaşılıyor


Saptamanın, kendi diyalektiğiyle nerelere dönüşeceğini tam bilemesek de, İnsanların düşünme özellklerini makinelere devrettikleri bir biyonik dünyaya doğru gitmekte olduğumuz görülüyor.



Artık düşünen robotlarla yetinmeyen insanlar, üzülen ve duygusal tepkileri dışlaştıran robotlar yapmaya başladılar.

İnsan yaşamını kolaylaştırıcı olarak kullanılması hedeflenen bu buluşlar, insanın doğal yapısına eklemlenen aletlerle yeni bir yapı oluşturuyor.



İnternet ve diğer iletişim araçlarının olumsuz etkilerinin ve de beyin fonksiyonlarının bozulmasının bilincinde olmak ve günlük yaşamlarımızı bu alanda kontrollu olarak kullanmak şimdilik bir çare olarak öğütleniyor.



İnsanın düşünen bir canlı olarak üstünlüğünü gelişmiş teknolojilere devretmesi buradan yeni bir insan tipinin çıkması

kaçınılmaz gibi.



Hep birlikte eksilen beyin fonksiyonlarımızı hergün geliştirilen makine ve aletlerle yeniden inşa ederek yarı insan yarı robotlardan oluşan bir dünyaya doğru hızla ilerliyoruz.

İnsan düşüncesi herhalde buralardan evrilecek.



Sevgi Özkan

20 Ağustos 2010 Cuma

ŞİDDETİN ZİHİNSEL KODLANMA BİÇİMLERİ

İnsanlar özel olarak eğitilmediyseler, içine doğdukları kültürel çevrenin etki alanında kalarak, gördüklerini doğru olarak benimser ve uygularlar.

Bu doğal eğilim nedeniyle şiddet kültürü de sonuçta bir etki tepki ürünüdür.

Annesinin, babasınca dövüldüğünü görerek büyüyen erkek çocuğu için, genellikle evlenince karısını dövmesinden daha doğal bir davranış olamaz.

O çocuk ki, hem annesi hem babasından terbiye adına dayak yiyerek büyümüştür, onun için de genel olarak bu davranış mirasını kendi çocuklarına uygulayarak sürdürmesinden daha doğal bir eğilim olamaz.

Ağabey ve ablaların kardeşlerine çocukların birbirlerine bu davranışı göstermeleri, öğretmenlerin ve genel olarakbüyüklerin bu davranışı benimseyip uygulamalarında hep aynı kodlanmanın yarattığı doğal bulma tavrı vardır.

Son yapılan araştırmalar şiddet uygulayan çocuk filmleri kahramanlarının, seyreden çocuklarda şiddet eğilimini oluşturduğu ve arttırdığını saptamış.

Bunlara bilgisayar oyunları aracılığıyla taze beyinlerde meşrulaşan şiddet algısı da eklenınce, insanlık ŞİDDETİn egemenliğine yenik düşmüş görünüyor.

Dünya çapında yaygın ve egemen olan şiddet kültürünün buralardan beslendiği bir gerçekse de, her toplumda yaygınlık gösteren şiddet karakteristiği farklı etkenlerle biçimlenmektedir.

Bir toplum kültüründe nesillerdir süregelen algı ve değerleri dışlaştıran atasözleri ve deyimler de, bolca şiddet üretiyorsa o toplumun bireylerinde şiddete doğal bir yatkınlığın olması kaçınılmaz.

Toplumların kültürel genetiğince kodlanarak nesillerden nesillere  aktarılan bu tür sözel yönlendirmeler, bizde de örneklerine çok rastladığımız gibi şiddeti, toplumun ortak zihniyetinde meşrulaştırıp araçsallaştırır. Bununla kalmayıp, "adam olma"nın şartı algısını da yaygın hale getirir.

Atasözlerimiz ve deyimlerimiz üzerinden yapılacak bir inceleme, DAYAK ve şiddet olgusunu masum ve gerekli bir eğitim aracına dönüştüren zihinsel alt yapıyı ortaya koyar.

Yine aynı inceleme dayak biçiminde dışlaşan şiddet olgusunun, insan ve hayvan terbiyesinde eşdeğer
tutan bir algıyı su yüzüne çıkarır.

Şiddet olgusunun artmasında çağın etkileşim araçlarının yanı sıra bu etkenlerin oynadığı rol gözardı edilemez ve "Sorun"un çözümünün de bu etkileşim alanları üzerinden biçimlenebileceğini düşündürür.

Eğitim ve yasal düzenlemeler çerçeveyi çizerken bu kültürel etkenlerin oluşturduğu zihinsel alt yapıyı iyi kavramak ve sözel eğitimin öneminde bu noktaların altını çizmek yeterli olmasa da gereklidir.
Değişmez doğrular gibi referanslanan ata sözlerini örneklerken düşünmek gerekir.


Sevgi Özkan

19 Ağustos 2010 Perşembe

İDA'MIZI KAYBETTİK.

İDA,

Artık ne o beni merak edecek ne de ben onu.

Doğduğumdan beri varlığını kaçınılmaz bir hak olarak algıladığım büyük ablam artık yok.

Ölüm balangıçta bir kelime. Sonra büyük bir yokluk hissi.

İkinci bir ebeveyn gibi üzerimde emek ve izi olan çıtıpıtı İDA mızı kaybettik.

Küçük ablamın İsmet diyemeyip İda demesiyle hepimizin İda 'sı olduğunu söylerlerdi. Ben en küçük olarak zaten onu İda olarak buldum. Çocukluğumuzda Rum olup olmadımızı sormalarına yol açan bu ad ona çok yakışıyordu.

İda, narin hassas ve ince bir insandı.

Beşimizin ilkiydi.

Uzaklarda yaşamasına karşın her karşılaştığımızda ona takılmak onu güldürmek benim mutluluğum olurdu.

İlk darbeyi on yıl önce çok sevdiği oğlunu kazada yitirerek almış, ondan sonra kırık ve acılı kalbine rağmen yaşamını sürdürmeye çalışmışsa da içten içe üzüntünün oyduğu bedenini de kötü hastalığa tutulmaktan kurtaramamıştı.

Büyük bir ihtimalle olmayan yaşama sevincinin yok ettiği vücut direncine yenik düşmüştü.

Yapılacaklar içinde en iyisi zar zor saptanan bu hastalığı doğal seyrine bırakmasını öngören doktorlar olsa da, iki etaplı tedavi uygulamalarını öneren doktorların sözüne güvenerek bu tedaviye başlaması ve sonraki gelişmeler tam bir hatalar zinciri oluşturunca kurtarma uğruna yok olmasına yol açıldı.

Bu gelişmeler onu sevenler için üzüntüden önce kızgınlık yarattı.

Ben de onlardan biriyim zaten yaşama ince tellerle bağlı bu güzel insan kurtarılma adına yok oldu gitti.

Tüm yaşamımızdan hatırda kalan estantaneler gibi o artık kalbimizde ve anılarımızda yaşayacak.

Ne olduğunu bilemediğimiz yokluk aleminde eğer varsa olabilecek tüm iyiliklerin onunla olmasını diliyorum.

Gerisi hepimiz için büyük ve kaçınılmaz bir hasret. Güle güle İda'cığım.
Sevgi Özkan

15 Ağustos 2010 Pazar

DİNİ OLAN İLE GELENEKSEL OLANIN FARKI

Dini olanla geleneksel olanın birbirinden ayrılması gerektiği çok önemli bir konu.

Suriyeli müftü peçeye karşı çıkan mesajında bu noktanın altını çiziyor.

Gerçek ilahiyat profesörleri örtünmenin, o coğrafyanın gereği olarak kadın ve erkek hepsinde İslamiyetten önce de var olduğunun altını çizerek bu olaya dini ve dünyalık olarak nasıl farklı yorumlar getirilebileceğini anlatıyorlar.

Bu konuda her devrin inanç algısını farklı biçimleyen etkenler olduğunu gösteren sosyolojik veriler var.

Bu olguya sadece dönemin ve yerlerin algısına veya yorumuna uymak gibi dar kalıplardan bakmanın doğru çıkarımları önlediği görülüyor.

Madem insanlar kendi inançları ile davranmak özgürlüğüne sahipler o zaman "bu emirse neden uyulmaz" mantığı da bu nedenle doğru olmuyor.

Burada temel kabul, insanların kendi inançları doğrultusunda davranmaları ise başını örtenlere karışma hakkından çok örtmeyenlere karışma hakkı nereden oluşuyor u düşünmek gerekir.

Başını toplumsal baskı ile örttürmek, kadının gerçekten kendi seçimine karşı çıkmak nereden kaynaklanıyor?

Bu konuda mantık yürütenler, inanç ölçülerini kendi algılarıyla sınırladıklarını görmeyip, sevaba girdiklerini mi düşünüyorlar.

Sonuç; herkes kendi inancından sorumluysa, erkekler ve çevrelerindeki en yakınlardan başlayarak hiç kimsenin kadınlara bu konuda karışmamaları gerekir. Oysa bazı devlet yönetimindekilerin eşleri dahil kamuya dönük itiraflardan hatırlarsak bu konuda bir tokatla seçime zorlananlar olmuş ve olmaktadır.

Geleneksel yaptırımlar ve erkek korumacılığıyla karıştırılan bu müdahaleye islam kılıfını giydirme açık gözlüğünü gösterenlerin kimse anlamasa tanrı anlayacaktır diye bir iç muhasebesi yapmaları daha uygun olur.

Daha önce başları açık gezen kadınların müslümanlığını sorgulama ihtiyacı yokken gelenek bazlı ve de kentleşmeye bağlı kırsal dirençle şekillenen ve sosyal baskı aracı haline gelerek yaygınlaşan örtünme olgusu, politikacıların bu olguyu oya çevirmeleriyle çözümlenemez ve kişilerin kendi istekleriyle seçecekleri bir şey olmaktan çıkmıştır.

Bu anlamda CHP'nin çarşaflılara gösterdiği tolerans bu kılıfın sıyrılmasına yol açarak örtünen kadınlara, folklorik değerlendirmelerle bakabilmeyi sağlamış ve bu anlamda ve kamplaşmayı biraz olsun önlemiştir.

Bu olguyu tüm yanları ile ele almadan sadece bireysel özgürlük sorunu olarak değerlendirmek mümkün olamdığından tek cevaplı çözümler de mümkün olamaz.

Sevgi Özkan

MEDYANIN TEST KONULARI

Medya, siyasal parti liderlerini test etmek için gündeme sürülen dört beş konuyu ülkenin temel sorunu haline getirmekten ne zaman vazgeçecek acaba?

Medya homojen olmasa da birinin bu tip konuları gündeme taşıması hemen siyasi hesaplaşmaya dönüşüyor.

Biz okurlar da homojen bir kitle değiliz ama pek çoğumuz bu konuların ikide birde gündeme getirilmesini özellekle sorunun halli yönünden doğru bulmuyoruz.

Türban konusu bunlardan biri

Sağ kesimin iktidara gelene kadar çeşitli gösterilerle beslenerek gündemden düşürmediği bu konu destekledikleri parti iktidara gelince nasıl gündemden düştü hepimiz biliyoruz.

Kimilerince türban mağduriyeti olarak en önemli ülke sorunu gibi okunan bu konunun hallolmadan gündemden düşürülmesi veya eski taraftarlarınca o kadar önemsenmemesi esas sorunun bu olmadığını gösteryor.

Diğer önemli nokta kız çocuklarının okumamasında tek özgülk konusunun bu olmaması gerçeği

Üçüncü önemli sorunun ise bu konudakı davalara verilen yargı kararlarınrın bağlayıcılığı

En önemlisi sosyolojik gerçeklerin, bir siyasi silah ve sorun haline getirildikçe çözümsüzlüğe kilitlenmesi.

Halkın kendi içinde normal kabul edeceği konuların ha bire deşilerek anormalleştirilmesi.

Zira dini veya folklorik nedenlere dayalı olarak gerçekleşen bu giyim seçeneği kendi normal seyrinde gelişse, çekişme alanı olmadan ve sahiplerini sadece kendi tercihleriyle oluşsa o zaman kimse kimseye neden ille benim gibi değilsin demez.

Bu esneklik kişiyi kendi seçimlerinde daha özgür ve esnek kılar.

Bunun çaresi “Türban”ın üniversitelerde yasaklanmasının kanun yoluyla izin verilip verilmemesi değil.

Toplumun reflekslerine bırakılmasıdır.

Zira daha önce siyasallaştırılan bu konu, bugün için liderlerin bir emriyle ve tek başına bir partinin istemesiyle biçimlenecek kadar doğal bir konu olmaktan çoktan çıkarılmıştır.

Bu nedenle iktidara aday liderlerin bunca sorun varken önce bu tip konulardan test etmeyi bırakmaları gerekir.

Okuyucular aslında medyadan bunu bekliyor.

Madem her şey değişiyor medyanın da siyasilerin üstünde kafa yorulacak yeni test argümanları geliştirmesi gerekir. Zira medya, ülke gündeminde hangi parçanın nasıl çalınacağını tayin eden maestrodur.

Sevgi Özkan

14 Ağustos 2010 Cumartesi

"HAYIR"IN ESAS GEREKÇELERİ

Fikrini sormak için vatandaşlık hakkı olarak oylarına başvurulanlara, hem artıları hem eksileri olan bir bütünün, tek seçenekle cevaplanmaya sunulması, başlı başına bir red etme yani hayır deme nedenidir.

Farklı konularda farklı seçenekleri onaylayacak bireylerin, koy sepete anlayışı ile oluşturulan böyle yığınlara itiraz etmeleri çok doğal.

Gerçek fikir ölçümü ve samimi cevapları saptamak için İlk önce sorunun doğru sorulması gerekir. Yanlış soruların cevabı da gerçeği yansıtmaz.

Yurttaş olarak vatandaşlara ne soruluyor?

İçinde beğenmediğin şeyler olsa da bu yığını onaylıyor musun?

Yurttaşların bireysel tercihlerine gerçekten önem verilse zaten bu tip oylamaya başvurulmazdı.

Bu durumu dikkate almayanların, taraftarlık psikolojisiyle oylamayı kendi anlamı dışında genişleterek aslında neyin oylanmasına zorlarlarsa zorlasınlar, bireysel düşüncesini titizlikle belirtmek isteyen sorumlu kişilerden alacakları cevap HAYIR olacaktır.

Hayır demek için evet yazılı mührü HAYIR bölümüne basarak kullanmak, bu konuda hayır sözünün evet gibi algılanmasını önlemek ve fikrine sahip çıkmak da önemli bir yurttaşlık sorumluluğu olduğundan gerçek görüşlerin dikkate alınmasını sağlamak ve bu yolla öyleymiş gibi gösterilen hedeflerle iyice kafa karışıklığı oluşturan sunumlardan medet umulmasını önlemek için çok dikkat etmek gerekir.

Özetle... Her şeyden önce Evet ve Hayır şıklarının dışında çekimserliğin bir seçenek olarak sorulmaması, buna itirazın da, hayırla belirtilmesine yol açıyor.

Bu durumu protesto için bir şık bulunmadığına göre oylama özgürlüğüne dayanarak böyle davranmak da, bir vatandaşlık hakkı oluyor.

Yine oylananın aslında şu anlama geldiği türünde zorlama yorumlar, belli bir algılama gerçeğini işaretlese de vatandaşın gerçek fikrini yok saydığı için rahatsızlık verici. Bu nedenle oylamaların işaretlediği kazanç veya kayıpları başka anlamlara kaydıran genel algı cephesini de reddetmek için sorumluluk sahibi yurttaşlara bu oylamayı hayır diyerek reddetmekten başka çare kalmıyor.

Sonuçta geniş anlamlar yüklenen bu HAYIR oyu, vatandaşa gerçek saygının nerelerden geçtiğini yönetenlere anlatma fırsatı da doğuracaktır.

Sevgi Özkan

26 Haziran 2010 Cumartesi

GÖRÜNTÜ SAĞIRLARI İLE GÜRÜLTÜ KÖRLERİNİN SAVAŞI. (Diyalog !)

Çağımızda olup bitenleri anlamaktan önce isim koymaya bakıyoruz.Çağımıza konulan isimlerden biri de GÖRÜNTÜ ÇAĞI. Herşeyin görüntüsel olarak anlam kazandığı, içeriklerin görüntüde dışlaşmadan varolabilemediği, hesaba katılmadığı bir çağda yaşıyoruz.

Yine herkesin kendi avazından öte birşey duymadığı bir GÜRÜLTÜ ÇAĞINDA yaşadığımızı da söyleyebiliriz. Bu nedenler, insanlar arasında diyalog kurmayı da zorlaştırıp bazen imkansızlaştırıyor.

Birbirini realite olarak görmeyen insanlarla, birbirini realite olarak duymayan insanların oluşturduğu yaşam platformunu, çatışmasız sürdürmek mümkün değil sanki.

Görüntü çağının sağırları, sesini duymadıklarını görmüyorlar zaten. Gürültü çağının körleri de görmediklerinin sesini hiç duymuyorlar.

İletişim tekniklerinin her ses ve görüntüyü açığa çıkardığı günümüzde, bakmakla görmek, duymakla algılamak ve algılamakla kabul etmek arasındaki fark, her geçen gün daha büyümeye başladı. Kendi haklılığına inananlar, çıkardıkları gürültüden, önce: kendileri sağırlaşıyorlar.

Dediklerinin nasıl anlaşılacağını hesaba katmadan bağıranlardan geçilmiyor.. Bu seslerin, ulaştığı tarafta anlayışsızlık duvarlarına çarpmasından oluşan gürültü, sahiplerine bekledikleri cevap gibi geri yansıyarak gürültüyü arttırıyor.

Görmedikleri yani asla dikkat alanına almadıklarına sesli atış yapan körlerle, duymadıkları sesleri, görmeyen sağırlar arasında kıyametler kopuyor.

Kendi avazlarının gürültüsüyle sağırlaşanlar, diğerlerini göremedikleri için kendi görüntülerinin yansımasıyla savaşmaya mahkum oluyorlar.Farklı görüntü ve sesler birbirine ulaşamadıkça diyalog yerine çatışma doğuyor.

Bu çatışmanın adını koymak, nedenini iyi anlamaktan daha kolay olduğu için herkes ad koymakla uğraşıp neden çatışıldığını doğru dürüst anlayamıyor.

Bağıranın görmediği, görenin duymadığı bu çatışmalara kültürel farklılıkların belirlediği anlamlandırma ve algılamalar üzerinden çözüm bulma çabası, artık daha bir önem kazanıyor.

Farklı değerlerin egemenlik alanını iyi tanıyanların aracılığına yani yaşam kültürlerinin birbirine çevrilmesine artık daha çok ihtiyaç var.

Farklı kültürlerin birarada varolabilmelerinin en önemli şartı, birbirini gerçekten duymak ve görmek yani yoksaymamak olmalı, bu da tarafların erişecekleri ortak bilinç ve onayı ile sağlanabilir.

İnsanlığın gelişimi bu yeni bilinç evresine doğru yol almakla oluşacak.



.

.