28 Kasım 2012 Çarşamba


Sırtına Binenleri İndirmeye
Kalkanlara Selamlar.

Diktatörünü daha yeni deviren Mısır halkı, üstüne binip ona hükmetmeye kalkışanı sırtından atmaya kararlı bir rodeo gibi. Diktatörlükleri erkenden önlemek istiyor.
Kılıflanmış da olsa artık diktatörlüklerin yaşatılmayacağı bir dünyaya gidilirken, Mısır'a gıpta etmemek mümkün mü?Bravo onlara.
Bakınca görülenlerle, öyle görünmesini sağlayan şartlar mı söz konusu henüz bilemesek de, bu tutarlı kitlesel tepkiselliğin önünde durulamayacağı çok açık.
Kitlelerin gücüne şapka çıkarılmalı, çıkarmayanlar da, şapkanın altında düşünmeye başlamalı.

Sevgi Özkan
Algılanması Değişse de: Gerçek, Çok Yönlü Bir Bütündür.
 
Sanılanda yanılmakla oluşan sanılgılar, şüpheyle biçimlenen ön alımlar, çoğu kez“gerçek”leri solladığından insanlar ve toplumlararası ilişkileri de bozuyor.

Doğruluğu test edilmeden  yargılarımızı gerçeğin yerine koyarak benimsediklerimiz, davranışlarımızı yönlendirdikçe yanıldığımızı anlamak, anlayınca kabul etmek de zor oluyor.

Ne olduğuna karar vermeden önce çok yönlü olasılıklara pay bırakmak, doğru düşünebilmenin şartı ve gereği. Gerçeğe ulaşmak da ancak bu yolla mümkün.

Bilimsel doğrulara da böyle varılıyor.
Düşünülmeyen ve hesaba katılmayan etkenler ergeç durumu da, sonuçları da değiştiriyor.
Bu nedenle bilimsel bilgiler aşamalı olarak gelişiyor.
Gerisi kendi kendine gelin güvey olmakla eş değer.

Önemli olan gerçeği mi, gerçek sanılanı gerçek diye kabul etmek mi?

"Gerçeklerin olmadık zamanda ortaya çıkma huyu vardır." diyen sözün sahibi de, bir bakıma bu durumu tanımlıyor.
Bakışa göre farklı algılansa da, herkes görebildiği kadarını veya kabul etmek istediği kadarını görse de, “gerçek”, çok yönlü içeriğiyle değişmeyen ve herkesin gördüğü kadarını yaşadığı bir bütündür.

Sevgi Özkan

25 Kasım 2012 Pazar


“SAÇMA”nın yükselişi.

Aile içi veya toplumsal dramları birey ve aşk bazında ele alan dizi filmlerin yarattığı duygusal ağırlık seyirciyi yıldırırken, gündem belirleyici çatışmalara rağmen suçluluk hissi oluşturan sulu komedi film veya dizileri de itici olunca, insanlarımız “saçma”ya sarıldı.

TV dizilerinde bu konuda Leyla ile Mecnun başı çekiyor.

Tolga Çevik’in Sen Kimsin adlı filminde Peter Sellers’ın Pembe Panter deki performansına benzer yorumu ve film texti, “saçma”ya yönelen ilginin diğer bir örneği gibi.

Yine Yalan Dünya repliklerinin “saçma” ya dayalı komiklikleri aynı izlenimi veriyor.

Yaşamın saçma üzerine kurulu paradoksal algısına ulaşan belli bir seviyeyi de işaret eden entelektüel yorumunun, böyle rağbet görmesi,  toplumun ortak bilincinin geldiği seviye olarak memnunluk verici. Ama tabii ki tek nedeni değil.

Söyleneni tam anlamayan insanların diyaloglarında hedef tutturamayan anlamsızlıkların kodladığı zihinsel birikimlerimizin “saçma” olgusuna bir ön kabul sağlamış olması da söz konusu.

Ne gülmek, ne üzülmek arasına sıkışan bireysel tepkilerin saçmalıkta karar kılmasıyla doğan anlaşma ortamı, hasreti çekilen felsefe eğitimine yönelişte değerli bir ön adım sayılabilir.

Sevgi Özkan

23 Kasım 2012 Cuma


Renk Körlüğü böyle olmalı

 

Farklı zihinsel kodlanmaların medeni savaşı mı demeli? Karar vermek güç.

Çünkü eldeki verilerle varılacak sonuçlar farklı olmamalı. Oluyorsa bir yanı görülmüyor veya görülemiyor demektir.

Renk körlüğü gibi bir şey söz konusu.

Ayşenur Aslan’in medya mahallesi programı İki kişiyle sunulalı farklı algılama ve değerlendirmelerle dinleyenlere sabır talimi yapma fırsatı sağlıyor.

Bugün karşı cephe genişleyerek Alif Beki’nin yanına kendi doğrusuna her halükarda üstün tutan Mustafa Karaalioğlu’ nun da katılımı seyredenlere sabırdan öte bir noktayı işaretledi.

Ergenakon diye sunulanlar konusunda ortaya konan tutarsızlıkları kabul edip sonuca inkar etmemek yeşil rengin göz göre göre yeşil olmadığını veya kırmızının aslında kırmızı olmadığını kabul edemeyenlerin o rengi bilmeyen renk körlüğüne sahip olanların durumunu anımsattı.

Bu tür gerçekleri görememe olgusunda yapacak bir şey olmadığını biliyoruz.

Kendi mantık kurgusundaki öncüllerin sahteliği ortaya çıktığı ve bunun inkarının mümkün olmadığı anlaşılıp saptansa, kuşku yarattığı bilinse de, altında hala var sandıkları şeylerin olduğunu iddaa etme cesareti göstermek, var olan rengi başka türlü göremeyenlerin durumundan başka neyle izah edilebilir ki?
Zira, gerçeklerin çok yönlü doğrular bütünü olmasıyla bu durum farklı
Kendi haklılığını kristalize ederken açıkça görünen yanlışları es geçmekte sakınca görmeme durumu böyle adanılmış duygusal “doğru”larla mümkün oluyor.

Burada adanılan şeyin kendisi değil kristalize edilen ve var sayılan hali geçerli.
Bu arada gerçekler

Ayşenur Arslan’ın sakinliğini koruma becerisi, şahsen bana önemli bir örnek oluyor. Duygusal tepkilerle, fikirsel tepkilerin karıştırılmaması konusunda staj yapmış oluyorum.

Kendisini daha çok takdir ediyorum.
 
Sevgi Özkan

17 Kasım 2012 Cumartesi

DİL DEDİĞİN İNSANDIR



Dil, kişi ve toplum bazında tarihi ve coğrafi nitelikli uslup, eğitim, karakter, mantık, mantalite ve paradigmayı yansıtıcı bir veri anlamına gelmektedir.

Ana dil ise bunlara ilaveten ilk ve önemli belirleyici bir duygusal içerik de taşımaktadır.

Genellikle ana dil, her şeyden önce toplumsal yapının tüm karakteristiklerinin anne  tarafından çocuğa aktarılmasında rol oynayan bir temel kodlayıcıdır.

İletişim olanaklarının gelişimi, iletişim kültürünün artmasını da sağladığı günümüzde, dünya, insanlarını gezegen ahalisine dönüştürecek ortak dilli bir küreselleşmeye dönüşerek, ulusal ve yerel dillerin ayrıca kıymete binmesi de, gerçeğin kaçınılmaz olarak içinde barındırdığı paradoksu işaretlemekte.

İnsanın en iyi düşüneceği dilin ana dili olduğu saptaması, sahip olunan dillerin çokluğu içinde genel olarak en iyi bilebileceği dilin ana dil olduğu gerçeğini de ortaya koyuyor.

Buradan yola çıkarak çocuklara başka dilleri öğretmeye başlama yaşının kaç olması gerektiği tartışmaları anlam kazanıyor.

Kimileri okul öncesi dönem veya doğduktan sonra ana dilinin yanında başka dilleri de öğretmenin doğru yol olduğunu ileri sürerken kimileri de önce tek bir dili (ki genel olarak ana dilidir bu) öğrendikten sonra diğer dillerin de erkenden öğretilmesi gerekir düşüncesini ileri sürüyorlar.

Özetle gezegen ahalisinin ortak dili bekli de ortak sembollerle her kültürel veriyi kodlayan tek bir dile dönüşürken, mevcut dillerin kendilerini yaşatma savaşımları da insanlığın önemli bir çatışma konusu olmaya devam edecek. Egemen güçlerin dilleri bile dünya ortak dili içinde eriyecek ve müzelik olacak gibi
Sevgi Özkan.

4 Kasım 2012 Pazar

 
Bu da 2009 da yazdığım Kültür Çevirmenliği yazısı.
ORTAK DEĞERLERİN KÜLTÜREL ÇEVİRMENLİĞİ ÜZERİNE
Farklı anlamlandırmalara sahip tarafların, aynı konuyu ortak
noktalar üzerinde tartışması sağlandığında, taraflar kendilerini haklı bulmaya devam ediyorlar. Yani kimse karşı tarafın gözüyle bakmayı gerçekleştirmiyor.
Bu da beklenen uzlaşma olasılığını ortadan kaldırıyor.
Yıllardır: insan hakkı, adalet, hak, hukuk, gibi insanlığın ortak kavramları üzerinden sergilenen ve sorgulanan davranışlarda rastlanan tablo çoğunlukla bu.
Kutsalları da farklı kültürlerde, tarafların birbirinin kutsalına yönelik girişimleri de farklı biçimlerde şekilleniyor.
Bu gerçek ortadayken sanki aynı şeyi söylemiyorlarmış gibi birbirleriyle kavgaya tutuşanların göremedikleri bu.
Ortak kavramların üzerinde mutabakat sağlamak gerekliliğini de yine bu çatışmalar ortaya çıkarıyor ki aslında “demokrasi” kavramının ortak algılama açısından test edildiği nokta da bu.
Daha önce Danimarkadan başlayan ve müslümanlarla, bazı batılıları karşı karşıya getiren karikatür krizinde yaşanan kutsallara saygı-Fikir özgürlüğü kavgası, İsviçrede yapılan Minare referandumuyla tekrar ortaya çıkacak hissi veriyor. Herkes böyle bir cepheleşme korkusunu dile getirir oldu.
Bugünün dünden farkı, artık her iki taraftaki akil kafaların bu tip çatışmaları demokratik insan hakkı açısından değerlendirme noktasında birleşmeleri.
Ama ne yazık ki bu noktaya her toplum veya her birey aynı anda gelmediği için durumu farklı algılayıp düşmanlık kategorisinde değerlendirenler, kendi algılarının savaşcılarını ve savaş alanları genişletmeye çalışıyor.
Öte yandan her olgu gibi çok yönlü gerçeklere dayanan bu gibi oluşumlar, kendini öteki üzerinden var edenlere bol bol malzeme de çıkarıp, cephe genişlemesine katkı sağlıyor.
Şimdi akil kafaların en önemli işi: olan bitenin ne olduğundan çok nasıl algılanabileceğini hesaba katan açıklamalar yapmak oluyor.
İnsanlığın ortak tartışmalardan doğru sonuçlar üretebilmeleri için
taraflara kendi kültürleri açısından durumu açıklayarak ortak kavramlarda buluşulmasını sağlayacak kültür çevirmenlerine ihtiyaç olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
Bu anlatının en etkili alanı da Medya olabileceğnden bu durumların taraflara doğru algılatılmasını sağlamak da yine Medya organlarına düşüyor.
Hırant Dink öldürüldüğünde kitlelerin ortak protesto sloganı olan “Hepimiz Ermeniyiz” sözünü o gün doğru algılamayanlar, bugün İsviçrede Minare yasağına tepki için Hepimiz Müslümanız biçiminde gösterilen ortak duruşa ne diyorlar acaba.
Bugünü doğru okuyabilirlerse işte o zaman nesnellik anlamındaki tarafsızlığın, hiçbir tarafı tutmamak değil, tuttuğu tarafın hatasına karşı çıkmak olduğunu anlamış olarak toplu çatışmaların önlenmesine katkı sağlayacaklar.
Bu tip olaylar da, gittikce birarada yaşamaya şu veya bu biçimde mahkum olan farklı kültürlerin, ortak kavramlarda birleşmesini sağlaması yönünden önemli olmaya başlıyor.
Sevgi Özkan

3 Kasım 2012 Cumartesi

YİNE "Kültür Çevirmenliği" ÜZERİNE,

İletişim teknolojisinin gelişimi, yaygın olarak paylaşıldıkça dünya hem daha küçülüyor, hem daha büyüyor.
Bu çağda en çok ihtiyaç duyulan şey, söylenen sözlerin kendilerini üreten kültürel paradigmaların içinde ve dışında nasıl anlaşılacağının hesaba katılması. Zira hiç bir mesaj kendi kitlesi ile sınırlı kalmıyor.
Daha önce yaşanılan karikatür krizinde de olduğu gibi yine kavramsal algılama farklılıklarından doğan yanlış anlamalar veya bu farklılığı bahane ederek, yanlış anlamaların büyütülmesi, kitleleri birbirine düşürüyor.
Birinin kutsalına dokunan bir söz, diğerinin söyleyen hakkında ölüm emri çıkarmasına giden çatışmalara yol açabiliyor.
Vaktiyle Salman Rüştü'nün yazdığı bir kitaptan ötürü başına gelenler: bir kişiye karşı koskoca bir dinsel topluluğun ayaklanması olarak yaşanmıştı. Şimdi bu çatışmalar, kişilerin ait olduğu kültürlerin doğal kitleleri arasındaki çatışmalara dönüşmeye başladı.
Aynı paradigmaya sahip kişiler arasında bile söylenen sözlerin dinlenmemesi ve ona bağlı olarak gerektiğince anlaşılmamasından doğan kör döğüşü çatışmalar, artık din kültürlerinin aidiyet blokları arasındaki çatışmalara dönüveriyor.
Papanın bir devlet adamı da olduğunu hesaba katmadan daha önce ders verdiği bir üniversitede yaptığı teolojik bir konuşma: haber kaynaklarınca içinden seçilen bir iki cümleyle koskoca bir müslüman alemini ayağa kaldıracak bir söze dönüşüverdi.
Papa, sözlerinin böyle de yorumlanabileceğini hesaba katmadığı için ne kadar hatalı sayılacaksa, kendine müslüman diyenlerin de kendilerine yönelik şiddete yatkınlık ön yargısını şiddet kullanarak yok etmeye kalkmalarıyla aynı biçimde hatalı sayılıyorlar.
Kimse kimseyi tam olarak anlamadan birbirine giriyor.
Kendi kutsallarına laf söyleyeni şiddetle yok etmekten başka bir davranışa şartlanmamış olan kitleler de, kendilerinin okuyup dinlemedikleri beyanlar hakkında kolayca şavaşa girebiliyorlar. Buna da medeniyetler çatışması deniyor.
Medeniyet sözünü bir kültürel gelişim bloğu olarak alırsak, aslında taraflar gerçek anlamda tam bir medeniyet öncesi çatışma içindeler.
Bu nedenle kültür çevirmenliğine ihtiyaç olduğunun bir kere daha altını çizmeliyiz.
Kültür çevirmenliği, aynı sözün farklı kültürlerde aynı anlama gelmiyeceğini bazen en masum bir düşünce ifadesinin bir kültürün kutsalına dokunup, olay yaratabileceğini hesaplayıp ona göre ifade edilmesini sağlamaktır. En önemlisi kendimiz her söylediğimizi kendi öncüllerimizle iyi kurgulayıp açıklayarak, nasıl anlaşılacağını hesaba katarak konuşmak zorundayız.
Artık ne denildiği değil nasıl yorumlandığı daha önemli olan bir iletişim ortamının kaçınılmaz sonuçlarını yaşıyoruz.
Burada, ne kadar açıklanırsa açıklansın, anlama alt yapısı, söylenenleri gerektiği gibi anlamaya uygun olmayanların sayılarını da hesaba katınca en iyisi susmak diye düşünmemeli, tam tersine düşünerek konuşup düşünerek dinlemeyi ilke edinmek olmalı ki zaten bunun adına da diyalog deniyor.
Çağımızın temel problemlerinden biri de bu.

Sevgi Özkan

Olgunun gerçeği ile Algının Gerçeği

 

Basbakanlık’ a göre Kemalizm: -Cocuk okula mutlu girer, asık surat çıkar-
FIRAT KOZOK ANKARA - Basbakanlık İnsan Hakları Baskanlığı, Facebook sayfasında skandal bir çizgi video paylaştı. -

Kemalizm gerçeği- başlıklı videoya göre okula güle oynaya giren bir grup çocuk, okulun arka kapısından fabrikalardaki yürüyen bantlar üzerinde tek tip ve asık suratlı olarak çıkıyor.
Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nin 13 bin 402 kişi tarafından izlenen resmi Facebook fan sayfasında, paylaşılan videoda, kızlı erkekli bir grup çocuk neşe icçinde okula geliyor.
Bir süre sonra okulun arka kapısında fabrikalardaki bant gibi bir mekanizma üzerinde çocuklar çıkmaya başlıyor.
Çocukların giriştekinin tam tersi mutsuz, asık suratlı ve tek tip haline geldikleri görülüyor.
Kurum, tepkiler üzerine videoyu daha sonra yayından kaldırdı.
Cumhuriyet 01.11.2012”

Toplumların resmi eğitim sistemlerini düzene uygun kafalar yetiştirici fabrikalara benzetilmesi genel geçer bir benzetme olarak pek çok ülke eğitimi için kullanılır. Bunu belli bir sistemi eleştirmek için kullanmak doğruyu yansıtmadığı için bu benzetmenin çatışmalı algılar doğrultusunda kullanıldığı ortada.

Eğitim kavramı için pek çok toplumda geçerli olan bir anlamlandırmanın, zihinsel alt yapıları çatışan tarafların birbirine silah olarak kullanılması farklı bir gerçekliği yansıtıyor.

Olgunun gerçeği ile algının gerçeği arasındaki farkın kavranması ise yine eğitimle sağlanabilir.

Eğitimde asıl amaç, çocukları bilgilerle donatıp, güdümlemek değil, gerçeği yansıtmayan kodlanmaların kurbanı olmayacak biçimde eğitmek yani, olan bitenin gerçeği ile bunların algılanışından doğan farkı kavrayacak bir bakış kazandırmak olmalı. Bu da, gerçeğin nasıl farklı anlamlarla yorumlanacağını ve bunu yaratan etkenleri kavratıcı bir eğitimle mümkün.

Genel olarak olan bitenin algılanması, ideolojik değerlendirmeler kadar kişilerin bilgi ve zihinsel gelişme düzeyine göre de farklılaşır. Çoğunlukla kişiler arası çatışmalara bu anlamlandırma farkı neden olur. Olan bitene aynı anlamı yükleyenlerin çatışması da, düşünce biçimlerindeki kişisel farka dayanır ki, bu da, tarafların tek yanlı veya karşılıklı olarak birbirlerinin dediklerini kavramamalarından oluşmakta, fikirsel değerlendirmemenin yerini çoğunlukla önyargılı ve duygusal değerlendirmelerin almasından doğan yanılsamalara yol açar.

Olan bitene aynı anlamı yükleyenler arasındaki çatışma ile farklı anlamı yükleyenler arasındaki çatışmalarda ise doğal ve eğitimsel yönden farklı zihinsel kodlanmaların belirleyici olmasını hesaba katmak ise başlı başına bir eğitimdir. Bu da çocukların anlama alt yapılarının bu gerçeğe göre inşa edilmesini sağlamakla olacaktır.

Çocuklara, akla kara mantığı yerine grileri hesaba katabilmeyi öğretmek, gerçeği doğru kavrayabilmelerine zemin hazırlayacak önemli bir eğitimsel evredir. Yoksa herkes kendi kodlanması kadar gerçeği kavrayacak, örnekte görüldüğü gibi gerçeği yansıtmayan yorumlar gerçeğin yerine konulacaktır.
Sevgi Özkan