31 Ocak 2012 Salı

HADİ ORADAN ÇÜRÜK ELMA!!

Kendi seçimi olsun olmasın bireyin içinde bulunduğu herhangi bir aidiyet kontenjanından suçlanması nefret suçuna girer.
Ait olduğu gruba yöneltilen saldırı ile kişisel zarar görenler de nefret suçunun kurbanı sayılır.

Farklılıkların tasnifi için oluşan nitelendirmelerin, ayrımcılık üzerinden ötekileştirmede hakaret gibi kullanımı nefret suçu açısından önemli bir etkendir.

Mantıken daha iyi anlatmak için örneklersek, normal olarak çürük elma sözü, elmanın taze olmadığını işaretler ve bu ifade elmaya hakaret olmazken “hadi oradan çürük elma” sözü, bu niteliğin olumsuzluğu üzerinden hakaret ve saldırı sayılır.

Elmanın bu hakareti anlamaması sonucu değiştirmez.
Nefret bildirimi genellikle karşısındakine belli bir aidiyete ait nefret birikimiyle ona zarar vermek için gerçekleştirilir ve kişilerin söylemlerinden başlayarak ayrıcalık kaynaklı tüm bu tip saldırıları besler.

Burada nitelemelerin nefret silahı haline gelmesinin ardında yatan zihinsel kültürel kodlanmalar önemlidir. Bunu önleyici olarak yasa çıkarmak bu durumun oluşumunu nasıl etkileyeceği tartışılsa da, doğal kodlanmalarla bu tür davranışlarda kendilerini veya yapanları haklı gören zihinlere, konu üzerine düşündürterek neden bireysel suç olacağını da anlatma fırsatı yaratır.
Kendi dışında pek çok etkenle yönlendirilen bireyin çoğu kez başka hesaplaşmaların kurbanı olarak nefret suçu işlemesini sağlayan durumlar oluşur veya oluşturulabilir.
Suçun toplum vicdanında hafife alınmasına yol açabilen bu etkenlerin, başına gelen her felaketi kader diye yorumlayan bireysel algı kültürünün geçerli olduğu toplumlarda suç ve ceza kavramlarıyla anlatılmasını zorlaştırır.
Bireysel sorumluluk yasalarca kavratılabilmesi için toplumsal dikkatin negatif kültürel kodlanmalara çekilerek buradaki bireysel suç algısının kavratılması önemli ve gereklidir.

Sevgi Özkan

24 Ocak 2012 Salı

DEVLET'İN ÇARESİZLİK(!) FONU YOK MU?

Sevgili Tanzer Gezer'in Vatandaki yazısı gerçekten insanı çaresizlik duygusundan ağlatacak cinsten.
Bir o kadar da topluma insana ait asıl sorunları hatırlatan ve duruma katkı sağlamak yoluyla müdahale etme olanağını ilgililere ve imkanlılara hatırlatan bir yazı.
Bence Medyanın önemli işlevlerinden biri de böyle durumları göz önüne çıkarmak.
Ayşe Arman Hürriyetteki köşesinde yıllardır takip ettiği benzer bir anne oğul olayına tedavi ve destek olanağı sağlamıştı. Orada çok daha vahim bir olay söz konusuydu ve sonunda binde bir görülen bu vakaya cerrahi müdahale yapılmasını ve hastanın çevresindekilerce daha dayanılabilir bir hale gelmesini sağlamış oldu.
Bu tip olaylarda devletin özel bir tedavi ve bakım fonu olmasının ne kadar önemli ve gerekli olduğunu bir kez daha düşündüren bu durumlar, halledilmesi her şeyden önce gelmesi gereken insanlık sorunları olarak ne kadar önemli. Bence Tanzer, burada insanlıktan yana taraf olarak çözüme katkı sağlamış oldu.
Gerisi sosyal sorumluluk sahibi diğer ilgili ve yetkililerin dikkatine kaldı. Bize de en yapıcı görev olarak umutlanmak ve takip etmek düşüyor.  
Sevgi Özkan 

23 Ocak 2012 Pazartesi

AKLINI BAŞINA TOPLA İSTANBUL!

Taksimle ilgili son meydan ve çevre düzenleme girişimlerinde epey mesafe alındığı haberleri geliyor.
Duyulanlar gerçek İstanbulluların kalbini sıkıştıran cinsten.
İstanbul’un en merkezi tepesi Taksim’i araçlara mı yayalara mı kime açıyorlar? Kime kapıyorlar?
Alanlar kime ait? Kimin zimmetinde ki otobüsün rengini halka soranlar bu tarihi alana verilecek biçimi neden halka sormuyorlar.
Taksim’in fişini kim çekecek? AKM’nin fişini çekenler mi?
İstanbul sakinleri, ilgilenmezlerse sadece şehrin geri dönülmez biçimde tahribatıyla kalmaz bir önemli yaşam alanından da vazgeçmiş olurlar ki, bu hakkını hiç bir İstanbullu Belediyeler dahil hiçbir kuruma hiçbir biçimde devretme özgürlüğüne sahip değildir.
Bu kınuda daha çok bilgilenmek hakkımız.
Sevgi Özkan 

17 Ocak 2012 Salı

ÜZÜNTÜNÜN GERÇEKLERİ


İki üç gündür Tüm nitelikleriyle tarihi bir kişilik olan Rauf Denktaş’ın kaybına gösterilen resmi ve toplumsal ilgiden yansıyanlar, insan sevgi ve saygısının yanında yakın zamanlara kadar ona yönelen karalamaları anımsayanlar için ilginç yorumlara yol açıyor.
Benzetmenin isabeti tartışılabilirse de, İtalyan mafyasının suskunluk yasaları gibi, ölenlerin, öldürtenlerce görkemle uğurlanmasına benzer bir durum varmış gibi.
İnsanların kahrolarak hastalanıp ölmelerine yol açanlar, o kişiyi öldürülmekle eş değer olan tutumlarından kendilerini ne kadar sorumlu gördükleri tartışma konusu olsa da, ulusal yas ilani ve TV kanallarının bu uğurlamaya verdikleri önem bu açıdan düşündürücü.
Öte yandan gerçek üzüntünün yanı sıra yurt içi ve dışındaki problemlere dönük dikkatleri öteleme mi, değer bilme mi, günah çıkarma mı, özür dileme mi veya hepsi mi, tam anlaşılamıyor.
Bu nedenle durumun çok yönlü kullanıldığı düşüncesi ağırlık kazanıyor.

Sevgi Özkan

15 Ocak 2012 Pazar

YARIŞMA PROGRAMLARI.

Televizyon kanallarında çoğalmaya başlayan ödüllü “Bilgi" (!)ve "Yetenek"(!) Yarışmaları, herşeyden önce içerik ve katılımcı profilleri açısından toplumsal  veriler sunuyorlar.

Özellikle bilgi yarışmalarının katılımcıları arasında profesörlerden ev hanımlarına kadar bilgiyle alışverişi olan veya olduğunu sanan pek çok yarışmacı eşit biçimde yarışıyorlar.

Soruların soruluş biçimi ve şıklar üzerinden akıl yürütme dikkatinin gerekliliği söz konusu olsa da, katılımcıların bilgiyle ilişkileri genellikle ansiklopedik bilgi üzerinden değerlendiriliyor.

Düşündürücü sorularda tökezleyenlerin bazılarının, eğitim seviyesi yüksek ve bilgisel donanımı payelenmiş kişiler olması, bilmek ve düşünmek arasındaki ayrım kadar, sadece kuru bilgi donanımıyla, düşünme yeteneğinin gelişmediğini   de gösteriyor.

Ayrıca bilme konusunda, “çok bilen, çok yanılır.” tezini de ispatlayan bu katılımcıların başarısızlıkları şanssızlıkla teselli edilirken, insan beyninin düğmeye basılan robotlarınkinden farkını da göstermiş oluyor.

Genellikle çevrelerindeki daha az bilenlerce çok bilgili ilan edilerek yarışmaya katılanlar, bir de isabetli atışlarla ödül kazanınca, çevrelerine çok bilen damgasıyla taltiflenerek dönüyorlar.

Hiç bilmedikleri veya az bildikleri konularda fikir yürütme cömertliği göstererek, seyredenleri çileden çıkaranlar da başarılı olunca kendi çevrelerine önemli bir başarı belgesiyle dönmekle kalmayıp emsallerine yarışmaya katılma motivasyonu da sağlıyorlar.

Özellikle gençlerden, bilmediğini bilmemenin pervasızlığıyla, şıklar üzerinden akıl yürütüp bir çeşit kumar oynayarak para kazananlar, amaca ulaşmak için bilmek mi düşünmek mi önemli sorusuna bilmeden parmak basıyorlar.

İfadelerinden yarışmaya katılım amacında en önemli etkenin maddi ödül olduğu anlaşılan katılımcılar, geçmiş dönemlere göre edinilmiş bilginin artık daha fazla para ettiğinin kabullenildiğini de göstermiş oluyorlar.

Uzun süre devam eden yarışmaları seyrederek büyüyüp oyunu kuralına göre oynayan ve gereken bilgilenmeye sahip katılımcıların başarılı olabilmeleri, yarışmaların olumlu toplumsal etkisini gösteriyor.

Hem bilen, hem düşünen hem de yarışmada başarılı olanlar, sayıları az da olsa gerçek takdiri hak etmiş yarışmacılar önemli bir olumlu örnek oluyorlar.

Yetenek ve beceriler üzerinden ödül dağıtan yarışmalar da, bireylerin yetenek ve maharetleri açısından motive edici olsa da, yaratıcılıktan çok taklit performanslarının marifet sayılması, tuplumsal algıda yetenek kavramının anlamlandırmasındaki yetersizliği işaretliyor.

Bütün bu programlar, bazı olumsuzluk etkilemelerin yanı sıra, bilgiye yönelim biçimine dikkat çekmsi, sosyalleşme ve toplumsal terbiyenin yerleşmesinde işlevsel olarak tarışma kültürünü geliştirdiğini, kazanamayan yarışmacıların yaygın olarak sergiledikleri olgun tavırlar üzerinden göstermiş oluyorlar.

Sevgi Özkan
   

10 Ocak 2012 Salı

"ESTAFURULLAH" KÜLTÜRÜ,

Bir zamanlar, hazımsızlık nedeniyle topluluk içinde yüksek sesle geğirmek zorunda kalanlar, ardından hemen ESTAFURULLAH diyerek bir çeşit özür dilerlerdi.
Az da olsa şimdi de sürmekte olan bu kibarlık jesti, çocukluğumuzda her duyduğumuzda kıkırdamamıza yol açan garip bir davranış etkisi yapardı.
Bunu yapanın kime ve neden söylediği biz çocuklara tuhaf gelse de sonradan yadırganmaz olmuştu.
Artık bu davranışa pek rastlanmasa da özellikle yaşını başını almış terbiyeli kimi kadınların böyle davrandığına tek tük de olsa rastlanıyor.
Günümüzde bunun en edepli karşılığı olsa olsa pardon veya özür dilerim olabiliyor.
Ama her yerde değil tabii ki.
Patavatsızlıkla karışık pervasızlığa dayalı doğrudan iletişimin geçerli olduğu kimi ortamlarda da, oha veya çüş gibi münasebetsiz karşılıklarla dengelenip, affetmez bakışlarla karşılandığından bu sözün bir geçerliliği kalmadı sanki.
Hatta değişen iletişim biçimlerine bağlı olarak geğirene bir şey demesine gerek bırakmayan hayranların onun yerine “estafurullah” dediği de görülebiliyor.
Özellikle eskinin yağcılarının şimdi bu koroya yazıldıklarını da söyleyebiliriz
Toplumsal nezakette oluşan bu değişim, otoriteye boyun eğme ve fedailik kültürü açısından da dikkat çekici.
Sevgi Özkan

8 Ocak 2012 Pazar

ÇOCUKLUK AŞKLARININ BEDELİ!

Yüzü gözü hırpalanmaktan tanınmaz hale gelen çocuğun haberinden, dayağı atanın hem anne, hem öğretmen olduğunu ve İlkokul 4’te okuyan kızına bir üst sınıftan aşk mektubu yazan bu 11 yaşındaki 
çocuğu, dayak ve tekmelerle hastanelik ettiğini öğreniyoruz.
Muşta yaşanan bu olay başka bir okulda öğretmenlik yapan bu öğretmenin okula geldiğinde önce çocuğun sınıf öğretmeni tarafından çocuğa saldırmasının öğreniyoruz
Bu engellemeye rağmen daha sonra çocuğu yakalayıp bir boş sınıfa sokarak dövüp, tekmeleyen öğretmenin sadece eğitim algısını görmekle kalmayıp, tüm kadın erkek ilişkilerinden kadını sorumlu tutan muhafazakar kültür baskısı ve bu zihinsel kodlanmaların izini de görebiliyoruz.
Ayrıca bu yaşanmışlıktan sonra hem oğlan çocuğunun hem de öğretmen annenin karşı cins algısındaki farklılaşmanın ne olacağı da düşündürücü.
Bu çocuk, aşk mektubu azmaktan aldığı bu yaradan sonra aşkı da kadınları da farklı okuyup belki de ileride bunun acısını yine bir kadından çıkarmak isteyecektir.
Öğretmen annenin okumuşluğuna rağmen gösterdiği bu davranış, kızının adını hafife çıkaracak dedikodulardan korumaya yönelik bir gerekçeye dayandığını düşündürse bile affedilir kılmıyor. Üstelik öğretmen yanını eksiye düşüren söylentilere yol açıyor. Böyle olduğunun işaretlerini, dövülen çocuğun velisinin sözlerinde bulabiliriz. Bir öğretmen olarak bu anneye bu yaptığını yakıştıramadık gibi şeyler söyleyen velinin ifadeleri durumu özetliyor.
Normalinde bu yaş çocuklarının birine aşık olmaları ve aşık oldukları birine mektup yazmalarından daha uygar ne olabilir ki? Gel gör ki, yörelere ve mahalelere göre değişen çevresel değerler bunu, bir terbiye edilecek olay gibi yorumlayıp, yok etmeyi vazife sanıyorlar. Yakın geçmişte yine böyle bir aşk mektubu sınıf öğretmenince velisine bildirilen bir öğrenci, intiharına tanık olmuştuk.
Öte yandan haberlerde yer alan 11 yaşında hamile kalan bir küçük kızın dramı yine yasak çevre ilişkilerinden aşksız cinselliğe kurban giden çocukların dramı, insan ilişkilerinin nasıl vahşi yorumlara kurban gittiğini gösteriyor.
Kadın erkek ilişkilerinde kadının namusunun önce baba ve annesinin namusu sonra, kocası ve onun ailesinin namusu olarak paylaşılıp korunmasını yaratan zihinsel takdirler, bir yandan daha küçük yaştan iki cinsin birbirlerine duyarlılığının nasıl biçimlendiğini gösterirken, öte yandan  son zamanlarda artış gösteren erkeklerin eş öldürme cinayetlerine de bir ışık tutuyor gibi.
Sevgi Özkan

6 Ocak 2012 Cuma

ÇÖZDÜKÇE DOLAŞIYOR !


Sosyal davalara dönen ve her gün başka bir haberle, farklı zihinlerde, farklı algılar yaratan siyasal gelişmeler, çözüm yerine yeni sorunlar yaratıyor. Haklılıklarını, olan bitenlerle güncelleyen tarafları, koskoca bir ilmek düğümlüyor.
Toplum zihnine dolanan bu ilmeği kendi kendimize mi atıyoruz, yoksa birileri mi atıyor?
Öyle bir kördüğüm oluştu ki, çözdükçe dolaşıyor.
Keşki yaşananlar, sadece çağrışım yapan bir şarkı olsaydı.
Sevgi Özkan

3 Ocak 2012 Salı

BEYİNSİZLİK TERCİH DEĞİLMİŞ!

Gazete haberine göre: Japonlar, beyni olmadığı halde akıllıca davranan bir canlı türü keşfetmişler. 
Beyni olmayan organizmanın besinlere kestirme yollardan ulaşmasının keşfi, beyni olmayan canlının nasıl düşündüğünü de, beyni olanın nasıl düşünmediğine de ışık tutacak herhalde,
"Aklını kullan"önerisi, beynin keyfi kullanımını gösterdiği için bazı canlılarda beynin olup olmamasının hayati önemde olmadığını gösterdiği kadar sadece içgüdüleriyle davranan insanların durumuna da bir açıklama getirebilir.
İç güdüler, düşünme sayılmıyorsa, düşünmeden yaşayan pek çok insana da beyinsiz demek hakaret değil olsa olsa ayrımcılık sayılacak.
Sevgi Özkan

2 Ocak 2012 Pazartesi

UMUT

Yılbaşları, geçmişten geleceğe toplu bakışlarla yaşamlarımızı ortak dilek ağacına çeviririz..
Herkes kendi düşün ve duygularını yenileme peşinde.
Bir çeşit durup, ortak adım hizalanmasıyla yola devam gibi.
Günah çıkartma zamanı da denilebilir.
Ne kadarı gerçekleşir bilinmez veya deneyimlere göre bilinse de böyle bir yenilenme, yaşama baştan başlama fırsatını kimse kaçırmak istemez.
Her yeni yıl yaşamdan bir yaş alsa da paradoksal olarak yeni yıllara daha genç duygularla girilir. Çünkü yaşamın en önemli motivasyonu “UMUT” duyabilmektir.

Sevgi Özkan  

KAMUSUZ KAMUOYU GERÇEĞİ!



Ortalama aklın, kendi rızasıyla kabul ettiği ortak toplumsal görüşlere, genel olarak kamuoyu deniliyor.
Rıza sözü, sunulanlar üzerinden birikerek kabullenilen veya toplum bireylerinde öyle düşünmenin şartı yaratılarak oluşturulan zihinsel süreci de işaretlediği için önemli,
Kamuoyu, toplumların farklı anlamlandırmalar üzerinden inşa edilen ortak görüşlerini yansıttığı için, temelden hatalı olduğunda, sonucu da hatalı olan ortak algılarla, bunlara karşı duruştan doğan farklı algıları kapsar.
Hata, çoğu göz için, nereden baktığına göre değişse de, aslında gerçeğe aykırılık diye de tanımlanabileceğinden, bakış farkından doğan hatalar, önemli sorunlar doğurur.
Gerçek kamuoyu, hatasının bedelini ödemek zorunda kalanlarla, faturayı ödemesi gereken gerçek sorumlular üzerinden hesaplaşmayı her zaman mümkün kılmadığından bazen toplumlar fena halde yanılırlar.
Politik argümanlarda “millet böyle istiyor” sözünün kamuoyu yerine kullanılması, algılama süreçlerini altüst etmekle kalmayıp, gerçeği de saptırma işlevi görerek yanıltıcı olur.
Çünkü toplumda sessizlerden oluşan bir iç kamuoyu, bir de çeşitli işaretlerle dışa vuran bir kamuoyu söz konusudur.
O nedenle “kamuoyu”nu, kendi tezlerinin haklılığına ölçü sayanların bu gerekçesi, gerçeği tümüyle yansıtmadığı için doğru sayılmaz.
Hatta: doğru olanı görememekle aynı anlama gelir ki, toplumlar da bazen bu nedenlerle fena halde yanılırlar.
Esas kamuoyu bu ikisinin toplamı değil, ikisinden de etkileşen ortak aklın ürünü olarak uzun vadede kafalarda biçimlenenlerdir ki, bunun da toplumsal refleks olarak bir biçimde dışa vurması önlenemez.
Demokratik toplumlarda bu nedenle gerçek kamuoyu çok önemlidir.

Sevgi Özkan