11 Şubat 2012 Cumartesi

Bugün Radikal YORUM da çıkan yazı.

Din üzerinden istismar
11/02/2012 2:00
Devletin "Dindar nesiller yetiştireceğiz" söylemiyle "Bırakalım da 'tinerci' mi olsun" savını ilişkilendirmesi oldukça anlamsız.

Bireysel seçme hakkına dikkat
SEVGİ ÖZKAN (Sosyolog)
Dinsel algının doğaya, puta tapmadan tektanrılı dinlere ve bireysel inancın bireysel seçimle mümkün olacağı yargısına gelişimi, bireyi etkileyen dini alanlara önemli sorumluluklar yüklemekte. Toplumsal kültür açısından din,
doğal olarak bireyin çevre etkileşiminde yer alır.
Her şeyin en iyisini verme içgüdüsü doğrultusunda, dinsel eğitme hakkı da ebeveyne ait bir hak olarak Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde kabul görmüştür. Fakat sorun, aile çocuğuna ‘din konusunda istediği baskıyı yapabilir’ tarzı yorumlarla gerçekleştirilmesinde, yani bu hakkın yorumlanma ve kullanılma biçiminde.
Ülkemizin 1995’te uygulamaya koyduğu ve taraf olduğu Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’de devlet ve aileye bu konuda tanınan haklarda, özellikle bireysel inanma tercihinin sağlanmasına dikkat edilmemesinden doğan uygulamalar tartışılmakta.
İnanma duygusunun varlığı ve hatta inanma ihtiyacının ‘inanma geni’ denilen bir genden kaynaklandığı tezleri, inanmamanın da inanç duygusu kapsamında bir realite olması, bireylerin mutlaka dinlerin gösterdiği gibi inanması yani dindar olması gerekir gibi bir algılamanın yanlış olduğunu ve insanların inanç konusunda özgür olmaları gerektiğini göstermekte.
İnanma ihtiyacı, fikri beslenmenin dışında duygusal bir beslenme olarak her insanda kişiye özel bir durumu ifade ettiğinden, kişisel seçimin tartışılmaz tek doğru gibi alınmasına yol açan yaptırımların yanlışlığı ortadadır.
“Herkesin Tanrısı ve dini kendine” sözü, inanç olgusunun politik veya tek bir mezhep ya da inanç türü üzerinden ölçümlenmesinin yanlışlığını da gösterir.
Çocuklara Tanrı vardır veya yoktur ya da şuna buna inanacaksın gibi yaptırımlı sunumlar, bilgilendirmeden öte zorlama olduğundan, birey olarak kimden gelirse gelsin, çocuğun inanma hakkına yapılan önemli bir karışmadır.
Bu durum, en çok dinlerin tanıtımı amacıyla uygulandığı söylenen din dersi veya din öğretimindeki zorunlu uygulamalarda ortaya çıkar.
Anne-babanın veya devletin, benimsediği dini veya herhangi bir inanışı ya da doğru kabul ettiği bir fikri, bilgi olarak ve kültürel tanıtım dışında çocuğa zorla kabul ettirme tutumu, çocuğun birey olarak inanma hakkının istismar edilmesi anlamına gelir.
Hukuk gözüyle din dersi uygulaması
NİLÜFER BALTA (Hukukçu)
Anayasamıza göre (madde 24) herkes din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir. ‘Herkes’ kapsamına, hiç şüphesiz çocuklar da dahildir. Aynı düzenleme, ülkemizin taraf olduğu BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (madde 18) ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (madde 9) de mevcuttur. Yine taraf olduğumuz BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre de (madde 14) çocukların din ve vicdan özgürlüğü hakları vardır. Onayladığımız uluslararası sözleşmeler ve anayasa tarafından tanınan bu özgürlüğe rağmen Türk Medeni Kanunu’nda (madde 341) çocuğun dini eğitimini belirleme hakkının ana-babaya ait olduğu düzenlemesi yer almaktadır.
Ailelere verilen bu hakkın, çocuk istismarına yol açacak biçimde kullanılmasını önlemek gerekmektedir. Bu görev, hiç şüphesiz bütün çocukları her türlü istismardan korumak zorunda olan devlete aittir. Anayasada bu konudaki bir diğer önemli düzenleme, din kültürü ve ahlak öğretiminin, ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alacağı hükmüdür. Zorunlu olmasının doğru olmadığıyla ilgili tartışmalar bir kenara bırakılacak olursa, mümkün olduğunca çok sayıdaki din ve inançla ilgili bilgileri tarihsel ve kültürel boyutlarıyla birlikte çocuğa vermek ve kendi gibi olmayana saygı göstermesini öğretmek, amacına yönelik uygulandığı takdirde, aile tarafından çocuğa verilecek tek taraflı ve sübjektif bakış açısının olumsuz etkilerini giderebilir. Ancak mevcut uygulamada bu ders, sadece basmakalıp bir ‘din dersi’ne indirgendiği için bu amacı gerçekleştirmekten uzaktır.
Dindar nesiller yetiştirme eyleminin lehtarı kimdir?
TANZER GEZER (İşletmeci)
Çocuğun suça fail veya mağdur olarak karışmasında, ailelerin olduğu kadar devletin de sorumluluğu bulunur. Suçun önlenmesinde asli görev, sosyal devletindir. Devletin “Dindar nesiller yetiştireceğiz” söylemiyle “Bırakalım da ‘tinerci’ mi olsun” savını ilişkilendirmesi anlamsızdır. Genel literatüre göre çocuklar, ‘tinerci’ olmaya ya da diğer türlü suçları işlemeye itilirler. Burada çocuğun özgür iradesinden bahsetmek mümkün olmadığı gibi, çocuğun madde bağımlılığından ‘tinerci’ nitelemesi yaparak bahsetmek, çocuğu ayrıca istismar etmektir. Devletin tanımıyla ‘tinercilik’, bir suç olmaktansa aslında çocuk mağduriyetidir. Devletin, çocuğun suça karışmasını veya madde bağımlılığı geliştirmesini engelleme metodu olarak çocuğu dindar yetişmeye mahkûm etmesi de ayrı bir çocuk istismarıdır. Devletin çocuğu korumak adına çocuğu istismar edeceğini açıklaması ve bu savını bizzat çocukları istismar eden söylemlerle haklı çıkarmaya çalışması, çok önemli bir paradoksa işaret etmekte ve bu anlamsızlık, çocuğu ‘dindar nesiller yetiştirme’ eyleminin lehtarı, yani öznesi olmaktan sıyırmaktadır. Din, inanç, dindarlık gibi kavramların tanımı konusunda gerek devletin gerekse konuyu medyada tartışanların kafasının karışık olduğu ve kavram tanımlarında bir standart bulunmadığı, beyanlardan anlaşılmaktadır.
Çocuklar, bizim geleceğe gönderdiğimiz elçilerimizdir
NECDET NEYDİM (Öğretim Üyesi)
Bir öğrencim bana, “Ben Almanya’da doğdum. Çocukluğum orada geçti. Ailem Bulgaristan kökenli ve Türk asıllı. Sonra Türkiye’ye geldik, buraya yerleştik ve şimdi burada öğrenciyim. Öğretmenim bana ‘Hangi mezheptensin?’ diye sorunca ben de anneme sordum, o da bana hangisi olduğunu söyledi. Söyler misiniz Hocam, ben nereye aidim?” diye sormuştu.
Çocuklar, bizim artık içinde yer almayacağımız bir geleceğe gönderdiğimiz elçilerdir. O geleceğe sevgi, barış, dostluk, paylaşım, dayanışma, birlikte üretme ve yaşama duygularını gönderebilirsek o günküler bugüne baktıklarında bir sıcaklık duyumsayacaklardır.
Ancak hangi kurum, kuruluş ya da yönetim olursa olsun, eğer çocuk, onların kendi özlemlerine dönük biçimlendirecekleri bir nesne konumuna düşerse, bilinmelidir ki bu nesneleştirilmiş varlık, geleceğe onların düşlediği gibi gitmeyecektir.
Her toplum, gelişim süreci içindeki çocuklarının dış dünyadan binlerce etkileşimle karşı karşıya olduğunu bilir ve bu nedenle onu korumaya çalışır. Ancak bu koruma eylemi ona, çocuğu tektipleştirme hakkını vermez. Sadece çocuğun kendi kimliğini özgürce geliştirebilmesi için ona daha güzel bir dünya sunmakla sorumludur.
Her çocuk, doğası gereği bir aidiyet, geleceğin sahibi olarak güvenli bir dünya arar. Tüm bunları gerçekleştirirken temel olarak gereksinilen şey, etik ve ahlaki değerlerdir. Bunların oluşumunu sağlarken aslolan, üst tanım değil, onun içini nasıl doldurduğunuzdur. Geleceğin geçmişe sıcak bir tebessümle bakmasını sağlamaksa dileğimiz, o zaman bunu birlikte oturup düşünmemiz gerekir.

(0-18 Medya Grubu’nun çocuk hakları açısından, din üzerinden kimlik eğitimine ait değerlendirmeleridir.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder